KALENDER
“Oğuz Hikayeti”
Sapargeldi Annasehet İneroğlu
Türkmence’den aktaran: Hüdayi Can
Nerbuğra Han devrinde Oğuz saltanatı iyice kuvetlenip aleme belli oldu. Yılkıcıların yılkısı, çobanların davarı bozkırlara, meralara sığmadı, ruy-ı zemine ağırlık vermeye başladı. İkbali yücelen milletin asilzade beyleri, nefesiyle dağ deviren serdarları evlerinin bacasını altın gümüşle kaplattılar.
La’l ü cevahir, yakut zümrüt taşarla süslenen altın tahtın sahibi Nerbuğra Han başı göre yeten bahtiyar devletiyle olabildiğince kıvanıp: “Benim tükenmez mülkümün bir parçasını yer yutsa da, bir parçasını sel alsa da, bir diğer parçasını yıldırım düşüp yakıp kül etse de mülküm azalacak, eksilecek gibi değil.” diyerek, gönlünü ulu tutup kendi kendine övünürdü. Ama önce tamah ateşini ölçerip akıbet hilesini gösteren gözbağcı felek gafil adamı hangi hareketiyle daha fazla dağlayacağını kendisi daha iyi bilir. O, Oğuz padişahının tükenmez mülkünden de çok sevdiği canına cananına demir tırnaklı pençesini vurup, kanırıp koparıverdi. Hükümdarın sevgili eşi Akmaya Mehripür Begüm, ağır bir derde düşüp, dünyaya veda etti. “Yazıklar olsun! İçimden vuruldum of!” deyip, Nerbuğra Han bağrını yere sürtüp, ağlayıp inleyip, figan etti. “Oğuz ilinin şefkatli anası” ismine münasip olan Akmaya Hatun, acı ölümüyle geniş ülkeyi matem gecesine bürüdü. Bir can bir ten raiyetin suratları asıldı, benizleri sararıp soldu. Hint mihracesinin kızı olan Mehripür Hatun’un görenleri hayran eden güzelliği, kail edici mülayimliği, kadirle dolu misafirperverliği yakın uzak hanlıklarda da meşhurdu. “Milletin şefkatli anası” kuvvetli ve kanı kaynayan Oğuzların serdarı Nerbuğra Han’ı çevredeki gücü nisbeten zayıf hanlıklara zor salmaktan da, zulüm etmekten de saklıyormuş derdiler. Çölde gezen gaip erenler ve de eli himmet asalı, başı külahlı terkidünya kalenderler: “Vah, Oğuz ilinin sehavet nuru sönmediyse ne iyi, sevap çeşmesi kurumadıysa ne iyi!”diye ah ettiler.
Nişabur’dan, Nese ve Merv’den, Hive ve Ürgenç’ten, Buhara ve Semerkant’tan, Çin Maçin’den, Hint ve Habeş’ten, Aykara Müren ötesinden ve de Orman Kut’tan bir çok hanlar sultanlar Oğuz ilinin yasında ağlamaya, derdini paylaşmaya geldiler. Dönerlerken de: “Eyvah! Bu kanları kaynayan Oğuzları şimdi kim durdurur ki?”diye kaygı ile döndüler.
Eşini kaybedince yaşama sevinci kalmayan Nerbuğra Han altın tahtına çıkmasını bıraktı, ordularına tertip vermesini unuttu, Cuma mescidine Cuma namazına çıkmasını koydu. Neyse ki mehripür Hatun ona Kuzu Tekin adlı güzel yüzlü, tatlı sözlü yakışıklı bir oğul doğuruvermişti. Yakında onsekiz yaşını dolduracak şehzade ismine münasip, yakışıklı, sözü sohbeti dinlenir, ciddi bir yiğitti. Babasının karamsar, halsiz mecalsiz çağı, devleti idare etme hizmeti Kuzu Tekin’in başına düşmüştü. Sevgili anasına çeken bu iyi huylu yiğit kısa süre içinde kendini Oğuz iline sevdirmiş, komşu hanların beğlerin de gönlünü almayı bilmişti. Şahlar sultanlar Oğuz şehzadesine kendi kızlarını verip, bu güçlü ülkeyle aralarında akrabalık bağları kurmak arzusundaydılar. Bu niyetle de ona “evlen de evlen” deyişip, öğüt nasihat vermek konusunda hiç bir fırsatı kaçırmıyorlardı. Ama Kuzu Tekin kendisi evleneceğine, öncelikle babası Nerbuğra Han’ı evlendirmek niyetindeydi. Bir periveş hoşsuret canana gönlü mail olsa, belki o eski sevgisini ve gam tasasını unutur, yaşayışa hevesi artar da yeniden altın tahtına çıkar.
Mehripür Hatun’un baki dünyaya gidişinin üzerinden bir yıl geçip, hayırla yadedilip ziyafetle anıldıktan sonra, Kuzu Tekin babası Nerbuğra hana meseleyi açtı:
- Ey, Oğuz ilinin kıblegahı, muhterem atam! Senin reayan hep matemde, kimsede mecal kalmadı. Milletin gönlü toy-düğün özlüyor. Padişahımızın yüzünün aydınlandığını görebilseydik diye arzu ediyorlar. Oğuzlara kötümserlik, mahzunluk yaraşmaz. Reayanızı sevindirseniz, peygamber sünnetini bercay kılsanız, çok sevap kazanırdınız!
Padişahın, soylu, asil yüzünde, mahzun gözlerinde şaşırmışlık alameti göründü.
- Vah, Tekin baklam! Ben nasıl evleneyim? Senin anan dirilip gelmez ki! Dünyada onun yerini tutabilecek hatun mu var? Olsa da sen ona “ana” diyebilir misin?”
- Babacığım ben anasız da yaparım, ama Oğuz ili hanım sultansız zorluk çeker. Senin evlenmen Hakk’ın buyruğudur.
- Bal tekin, koç kuzum! Bu aklın firasetin ve hatipliğinle yurdu sen yönetiversen de olurdu. Fakat, ilim günüm toy özlemiş ise, o zaman vezirleri, vekilleri maslahata çağırın. Siz hangi kızı seçip alsanız, ben o kızla evlenirim.
Padişah oğlunun söylediklerine kail olup, bir yıldır boş duran altın tahtına çıktı. Maslahata toplanan vezirler, vekiller “Gözümüzün kerimesi, başımızın tacı” deyip övdükleri hükümdarlarının didarını görüp öyle bir sevindiler ki... Kadimden kalan töreye göre, iç oğuz beyleri padişahın sağ gerdanını tavaf ettiler, dış oğuz beyleri onun sol gerdanını öptüler. Sonra altın kaftanlı, koca börklü, iri yarı adamlar kendi mertebelerine göre eskiden belli yerlerine haşmet ve azametle oturdular. Öncelikle özel olarak sövüş için bakılan genç kısrağın buğulanıp pişirilen suluca eti ve patırdayan, bıcır bıcır kaynayan, burnunu kapan kımız getirildi. Bunların yanısıra başka da çeşit çeşit meyveler, çerezler, tatlılar şerbetler taşındı.
Padişah, sevgili oğlu Kuzu Tekin’i ak sakallı, kır sakallı tecrübeli beylere ayakta ziyafet verişine, lafının sözünün yerli yerindeliğine, davranışlarının yakışıklılığına kıvanıp dikkatle süzüyordu. Aklın evi kabul edilen baş vezir de, padişahın gönlünden geçenleri seziyormuş gibi, onun fikrine katılıp, bir kelime konuşmadan, başının hafif hareketleriyle onu tasdikliyordu. Padişahın gözüne Kuzu Tekin’in görkemli boyunda posunda anası Mehripür Hatun’u hatırlatan alametler görünüyorsa da onun mert, bahadır görünüşü gerçek bir Oğuz yiğidi olduğunun şüphesiz şahidi idi. “Yüz hanımla daha evlensem kim bilir bunun gibi oğul olur mu olmaz mı?” diye Nerbuğra Han gönlünden geçirmekteydi. “Aman sen de, raiyyetimin gönlü toy özlediyse, bırakalım, kız seçiversinler. Elliyle altmışın arasında bana da bir süre meşgale olur. Avda şikarda yazıda yabanda yatılanda döşeğini ısıtır...”
Vezirler, vekiller, beyler yemeden içmeden iyice şişip gözleri süzülüp otururlarken Kuzu Tekin onlara:
- Ey Oğuz ilinin muhterem, saygıdeğer uluları! diye hitap etti. Yediğiniz içtiğiniz size kalsın, şimdi kız seçme meselesinin istişaresine başlayalım! Bizim evlenecek yiğidimize bir münasip yar gerek!
- Kim o yiğidiniz? diye Oğuz devletinin sütun direkleri şaşkınlık içinde sordular.
- Kıble-i alem! Ben öz babamı evlendirmek istiyorum!
Her biri bir dağ olup oturan altın kaftanlı vakur beyler, yerlerinden kendilerinden beklenmeyecek hafiflikle kalkıp padişah-ı aleme baş eğdiler. Onların ben diyen, yağlı yumru yüzleri memnuniyetten aydınlandı gitti.
- Hayırlı olsun! Kutlu mübarek olsun! diye, asilzade baş vezir Nerbuğra Han’a başını eğe eğe söyledi. Babası oğlunu evlendirse bu alışılmış birşey, ama babasını evlendiren oğul Tanrı taalanın Oğuz iline indirdiği bir yahşizadesidir. Padişah-ı aleme münasip kız elbette, yer yüzünde varsa, bir ya da iki tanedir. Onu arayıp bulmak bizim mukaddes borcumuz.
Sonra danışılan beyler, türlü memleketlerin han u sultanlarının hangi birinde yetişen kız var diye düşünüp onlar hakkında işittikleri övgüleri söylemeye başladılar. Çin Maçinli Sarıgül’ün taam pişirmede elinin tatlılığı, Tangutlu Sovsangül’ün konuştuğu zaman dilinin tatlılığı, Neseli Almazehendan’ın ziba yüzü, Ürgençli Bibican’ın aklı düşüncesi tarif edildi. Daha bir çoklarının adı anıldı. Ama “Dikensiz gül olmaz.”dedikleri gibi her birinden bir eksiklik buldular. Böylelikle hepsini bir tarafa bıraktılar. “Üçün biri hana da olurmuş” denilen söz bu yerde uygulanacak gibi değildi. Oğuz ilinin hanı Nerbuğra çok büyük padişahtı. Ona münasip olacak hanım da dünyada benzeri olmayan hatun olmalıydı.
Şimdi kimden bahsetsek acaba derlerken, yakınlarda Rum ülkesinden uzak yollar aşıp gelen, sonra da gelip Oğuzların arasında canına rahat bulan ve hoşsohbetliğiyle padişahın güvenini kazanan Merrivez adlı seyyah, sanki, çok terbiyeli bir adammış gibi, konuşmak için izin istedi. Bu yabancıdan hoşlanmayan Oğuz beyleri: “Yaa, şimdi fikir vermek buna mı kaldı?”diye gönüllerine getirdiler. Merrivez ise, alışkın olduğu şekilde, tilki burun ince yüzünü oynatıp, sivri çenesini uzatıp, ilginç bir konuşma yaptı:
- Kıble-i alem! Yer yüzünün en göz alıcı padişahı! Kuzey ülkesinde yaşayan sarıca milletin padişahında bir ziba sanem boy almış nihal gibi yetişmiş. Hüsn ü cemalini görenler de pişman, görmemişler de. Boynu zemheri karı gibi. İçtiği su boğazından görünüyor. Gözleri sanırsın kurumuş menekşe yaprağı. Arkasını, döşünü kapayan bir kucak zerrin saçı, sanki dersin ergin altına batırılıp çıkarılmış. Konuştuğu zaman onun tatlı avazına hayran kalan bülbüller şakımalarını bırakıp onu dinlemeye koyuluyorlarmış. Frengistan şehzadelerinin arkası kesilmeyen kız isteyicileri yüzünden bunların tavlasında at tezeği kurumuyormuş. Ama babası tarafından şımartılıp ihtiyarı kendi eline alan kız: “Ben dünyada ancak en güçlü devletin padişahıyla evlenirim, ufak tefeklerle işim yok.”dermiş.
Görüyor musunun kızdaki aklı! Bir taraftan kocaya varırken, bir taraftan da en kuvvetli yurdu, kendi doğduğu yurda arka edecek. Sonra, bu kızı almanın bir faydası daha var padişahım!
Deminden beri ağzını açıp konuşmadan, sessiz sedasız dinleyen Oğuz padişahı:
- O nasıl bir fayda? diye seslenirken, onun yüzünde merak alameti göründü.
- Bunun faydası Oğuz devletini, Oğuz ilini sınırsız bülente kaldırmasında! Elbette, o olmasa da Oğuz diyarının başı göre direnmiş. Ama başına altın taç koyan ulu hükümdarların hiç birine gönlü olmayan altın kaküllü periveşin sadece size heves bildirmesi bütün aleme dolup, sizin mertebenize mertebe katar. Kadın yüreğini yenmek, düşmanların koca ordularını yenmekten ehemmiyetlidir. Kimsenin elinin yetişmediği yerde duran cananı alamayan hükümdarlar elleri koyunlarında kalırlar. Oğuzlara göre kendilerinin küçük olduğunu tamamen kabullenmek zorunda kalırlar.
Seyyah Merrivez’in tatlı konuşması padişahın hoşuna gitmiş olmalı. Nerbuğra Han’ın yavban yüzü aydınlandı, çekik gözlerini örten ince göz kapakları titreyip canlandı.
- Breh breh, bir kucak altın saçı var, dedin mi? diye, hevesle soran hükümdar devam etti:
- Öyleyse, hoş bir şey olmalı, zahir.
Kuzu Tekin toy işinin gerçekleşmeye doğru gittiğine sevinip, beylerin yüzüne gülümseyip bakıyordu. Beyler ise işi gücü o ülke senin, bu ülke benim gezip durmak olan seyyahın sözünün padişahın yanında geçmesini çekemiyor, sinirleniyorlardı. Özellikle de devletin iç emniyetinden sorumlu vezaretinin başındaki: “Bu Merrivez denilen kişi seyyah değil de, casus olmasın.” diye su-i zanda bulunuyordu. Zaten su-i zanda bulunmak onun mesleği olduğu için bunda şaşıracak bir durum da yoktu.
İstişarenin sonunda kuzey hanının yurduna kız isteyici elçi heyeti göndermeli diye karar alındı. Kız isteyiciler kafilesine başkanlık etmek vazifesi de baş vezir ile Kuzu Tekin’e verildi.
**
Her zaman olduğu gibi, sözcüler, görücüler gelip gelip gittiler ve sonunda düğün için uğurlu gün tesbit edildi. Uğurlu gün geldiğinde beri yanından öte yanına dört ay kervanla gitsen ancak ulaşılan koca Oğuz yurdunda – Abeskun denizinin kenarında, Nisa’da, Margiana’da, Karakum deştinde, Ceyhun ile Seyhun boyunda, Balakış gölü ile Bay gölün arasında, İdil’den ta Aykara Müren’e dek, Avar’da ve Sibir’de- Nerbuğra Han’ın sınırsız ülkesinde dünya kurulalı beri görülmemiş, çok büyük toy tutuldu. Bin vilayetli diyarın her vilayetinde al elvan, pembe kırmızı, mor sarı çadırlar sıra sıra kurulup, sahra çölistan ipeğin yumuşak dalgalanmasından lalezarlığa döndü. Körpe atların, develerin, davarların binlercesi kesildi. Bir çok havuzlar kımızla, şerbetle, şarapla dolduruldu. Yeni gelen gelinin her yaşı için bir gün denilip yirmibir gün düğün yapıldı. Nerbuğra Han, istese altın saçlı cananının saçının her teli için de bir gün düğün yapabilecek güçteydi.
Sahra oğulları olan iri yarı, heybetli, katı kara saçlı, ateşli kara gözlü, buğday renkli Oğuzlarla karşılaştırdığında yeni gelen gelin yumurta gibi bembeyaz, sevimli, çıtkırıldım bir şeydi. O sanki insanların arasına cadılar dünyasından yanlışlıkla düşmüş bir peri kızı gibiydi. Onun öz yurdundan alıp geldiği tavır ve davranışları da Oğuzlar için çok şaşırtıcıydı. İşte, o sarayın en süslü kabulhanesinde, Çin-Maçin’den hediye gelen değerli tahtın üstünde, padişahın yakın akrabalarının arasında, hiç utanma alameti göstermeden, altın saçını önüne döküp, kısa elbisesinin eteğinden çıplak bacaklarının baldırlarını parlatıp, hayadan bihaber oturmaktaydı.
Bu sevimli kadın, tatlı avaz ile, kendine güvenli çen çen çene çalıp, iri dudaklarını yazıp büzüp, gülümsese gülse dürdane dişlerini gösterip, yanaklarının elmasını kızartıp, menekşe gözlerinden mavimsi ışık saçıp, dinleyicilerin, seyircilerin ağzını açık bırakıyordu. Onun ana dilinde söylediği sözleri seyyah Merrivez Türkçeye tercüme ediyordu. Altınsaç gelinin konuşmalarında sık sık “Bizim yurdumuzda öyle ederler”, “Bizim yurdumuzda böyle ederler.”sözleri geçiyordu.
Altınsaç Begüm’ün Kuzu Tekin’le konuşması ise asla anlatılacak gibi olmadı ve onu dinleyen delikanlı bir taraftan ne yapacağını bilemezken, bir taraftan da son derece utandı. Padişahın taze zeni boyu posu meşe gibi, yüzü mertlik heykeli, bu yakışıklı koç yiğidi yanına oturttu da, zavallı bir çocuğuz yüzünü okşuyormuş gibi onun alnını okşadı:
- Şimdi siz benim oğlum oluyorsunuz, öyle ya, dedi. Ben senden, daha seni kız istemeye gelenlerin arasında gördüğüm zaman hoşlanmıştım. “Şu serdar görünüşlü yiğit kim olur?”diye sordum. “Evlenmek isteyen padişahımızın oğlu Kuzu Tekin.” diye cevap verdiler. Ben de “Bunun gibi yakışıklı yiğidi dünyaya getiren padişah sıradan biri olamaz. O artık kartlaşmış da olsa sevgiye münasiptir.” diye düşündüm. Görüyor musunuz, çoğu zaman babası oğlunun bahtını açar ama, burada bunun tersi oldu. Siz babanızın bahtını açtınız.”
Kuzu Tekin’in yüzü utançtan bomboz olmuştu. Uzak yurdun terbiyesini alan gelinin söyledikleri, nasıl desek, bir çeşit yakışıksızdı. Oğlu babasından ileri göstererek konuşmak Oğuzların ananelerine uymuyordu. Ama Altınsaç Begüm bununla da yetinmeyip, daha beterini yaptı:
- Eğer sen şimdi bir iki yaşındaki bebek olmuş olsaydın, o zaman ben seni ak göğsümden süt emdirerek büyütürdüm. Sorduruversem, sorduruversem, süt inerdi ya memelerime. Öyle değil mi nineciğim?
“Nineciğim” diye hitap ettiği, kendisiyle birlikte getirdiği dadısıydı. Cin ebesine benzeyen bu çiğ sarı kocakarı kartlaşıp ejderhaya dönmüş yılanı andıran ak yüzünü çevirip çirkin bir kahkaha attı ve başını salladı. Yeni gelin bundan başka da yüzlerce kişiyi nedime, hizmetçi, aşçı, bekçi diye, öz yurdundan alıp gelmişti. Hizmetçilerin biri sadece hanım sultanın altın saçını taramak için getirilmişti. Bir başkasının işi gücü onun güzel tırnaklarını tımarlayıp boyamaktan ibaretti. Bütün bunlar da hiç önemli değil ama şu anda Kuzu Tekin’in ahvali hiç överlik değildi doğrusu. Biraz önce “göğsümden sorduruversem, sorduruversem” diyen gelin şimdi narin ellerinin ayasıyla göğüslerini okşamaktaydı. Yani, şimdi o “Bizim memlekette öyle ederler.” deyip de memesini yakasından çıkarıp sunuverse ne yaparsın?! Böyle beklenilmedik skandal aklına gelince, şehzade kemerine ildirilmiş hancerini şakırdadıp birden kalktı ve kocaman, sinirli adımlarla ayak vurup çıkıverdi. O henüz saraydan çıkmadan baş vezirin gönderdiği adam biraz oyalanmasını rica etti. O sırada koca vezir kendisi de yetişip ona şunları söyledi:
- Bugünkü Oğuz ilinin göz kıvancı, gelecekte bütün ümidi sizsiniz yakışıklı koçum. Benim tavsiyeme uyun da daha geniş, daha hoşgörülü olun! Varı yoğu bir kadın işte. Kadınlar içinse saçı uzun, aklı kısa denilmiş. Kıble-yi alemin gönlü hoş ya o da bize yeter. Bırak, yaşlı kurt akça kuzucuğu çiyneyiversin, çiyneyiversin! Bu kadın od yalın olup her tarafa atılsa bile bize ne ziyanı olabilir? Bu olsa olsa eskiden bir sivrisineğin Hindistan filine meydan okuması gibi olur. Büyük oğuz devleti sarsılmamışken, böyle küçük şeylere eyvallah denmez. Yurdun kuvveti de senin kılıcının gücüne bağlı. Sen tümenini alıp yaz eğitimine gitsen, şu an için en iyisini yapmış olursun. Sonra bir de burada bir başka durum daha sözkonusu. Senin hoşnutsuzluğunu işitenler terse yorarlar. “Delikanlı annesinin makamını kıskanıyor yahu!” derler. Bu laf sana itibar getirmez.
Kuzu Tekin tüm kalbiyle saygı gösterdiği yaşlı vezirin tavsiyesini kabul etti. On bin atlıdan ibaret bir tümen askerini tatbikat seferine alıp gitmeyi uygun gördü. Tümen, Seyhun’dan, Ceyhun’dan geçip, Karakum deştini aşıp, bir ay yol söktükten sonra Nisa kalesini “zapt edecekti”. Gerçekte ise at koşturup alınacak bir şey yoktu. Nisa zaten Oğuzların kendi mülkü idi. Seferin maksadı, yatmaktan yağ bağlayan askerlerin ellerinin ayaklarının uyuşukluğunu gidermek, semizleyen atların vücudundaki yağı inceltmekti.
Şehzade sefere çıkmak üzereyken onu yeni analığı saraya çağırttı. Omzu zırhlı, başı tolgalı, beli kılıçlı yer sarstırıp vardı bu yandan. Bir çok saray adamlarının arasında oturmakta olan hanım sultan Kuzu Tekin’in selamını aldı ve ona öfkesini alayla örtmeye çalıştığı bir tonda hitap etti:
- “Tekin” diye adı sevgiyle ağza alınan yakışıklı yiğidin yüzünde kar savrulup, buz donup dursa hayreti mucip değil midir? Kıble-yi alem Nerbuğra Han her ne zaman bana mihrini lutfetse, ben sizin yakışıklı suretinizi göz önüme getiriyorum. Oğuzların padişahı gençliğinde tıpkı sizin gib olmuştur diye hevesleniyorum. Sizin, sizi doğuran ananın makamında oturan ve de sizi canından çok seven kadının huzuruna sevinip kıvanarak, gülüp oynayarak gelmeniz gerekmez mi? Sonra da gelip benim elimi, boynumu, yüzümü, gözümü öpmeli, öpmeli! Bizim yurdumuzda böyle ederler...
- Bizde ise buna sululuk derler! diyen Kuzu Tekin öfkeyle taşı gediğine koydu. Sululuk, hafifmeşreplik Oğuzlara yaraşmaz! Sonra bir de... – Sözün burasında şehzadenin sesinin titrediği işitildi- Evet, sonra bir de Oğuzların aygır atlarıyla, esrik buğraları bile anasına sırnaşmaz! Bunu asla aklınızdan çıkarmayın ve bir daha ağzınıza almaya yeltenmeyin!
Kuzu Tekin öfkesinden titriyor, kara gözlerinden kıvılcım saçıyordu. O bu söyledikleriyle de yetinmeyip: “Siz beni doğuran ananın adını ağzınıza almayın! Mehripür Hatun’un yerine hiç bir kadın münasip olamaz.” demeye de niyetlendi. Ama sevgili validesinin mukaddes adını ortaya atmayı doğru bulmadı.
Tam tersleşiliverilecek durum yüze çıkmıştı. Ama Altınsaç Hatun gerginliği yumuşatmak için, içinden gelmese de kahkahayla güldü ve kabulhanede oturanlara seslendi:
- Görüyor musunuz benim Oğuz oğlumun sertliğini, öfkesini! Ben şu an ona: “Var, ordunun önüne düş de, Rumistanı, Frenkistan’ı, Hind u Habeş’i, Çin-Maçin’i, bütün dünyayı dize getir, gel.” desem, dediğimden de beter eder gelir. Ama bütün dünyaya boyun eğdirmeye gerek var mı? Zaten dünyanın yarısı Oğuzların ihtiyarında. Bu koca devletin bir başında gök yıkılıp, yer delinse de diğer ucunun haberi bile olmuyor diyorlar. Bu koca ülkeyi bir merkezden, bir payitahttan idare etmek çok çok ağır. Biz kıble-yi alem Nerbuğra Han’ı ağır azaptan kurtarmak için onun kardeşlerini emmioğullarını vilayet valilerini, işte gördüğünüz gibi payitahta çağırıp getirdik: Erbuğra Han, Zorbuğra Han, Şirbuğra Han, Nurbuğra Han, Çağrıbuğra Han, Doğrubuğra Han ve diğer asılzade hanlar...
Adı anılan koca koca altın kaftanlı adamlar yerlerinden kalkıp, kocaman börklü başlarını eğip, hanım sultana tazim ettiler. Altınsaç Hatun onlara doğru elini uztıp “oturun” diye işaret etti ve söylemeye başladığı meseleyi iyice açıkladı:
- Bundan sonra yurdu idare etmenin ağır yükünü kıble-yi alemin omzundan indirip, ona dinlenme fırsatı vermek zerur. İzin verelim, o hayatın işretini görüp uzun yaşasın! Şimdi Çin-Maçin tabiblerinin işleri güçleri onu gençleştirmenin yollarını aramak. Cenşen içiriyorlar, serçe beyni yediriyorlar, başka da gizli emlerini ediyorlar. Esas mesele ise o hiç bir şeyi dert etmemeli. Vaktini şadiyanlıkta, keyf u safada, avda şikarda geçirmeli. Hekimler, onu yirmibeş yaşına getirmeyi va’d ediyorlar. O zaman o benden dört yaş büyük olur. Erkek adam için layığı da budur zaten. Oğuzlar biraz kaba saba insanlar dersem, Kuzu Tekin alınmasın, elbette, cesaret, bahadırlık iyi bir şey. Fakat, barışta, birbirine mülayim, hoşniyetli olmalı, iyilikle muamele etmeli. İşte, bu günden itibaren ben kıble-yi alemin kardeşlerini, amcazadelerini, akrabalarını kendi hısımlarım olarak ziyafete çağırıyorum. Mertebeli serdarlar: Erbuğra Han, Zorbuğra Han, Şirbuğra Han, Nurbuğra Han, Çağrıbuğra Han, Doğrubuğra Han ve büyük Oğuz Kağan’ın diğer evlatları! Siz benden çok iyilikler bekleyin, çok iyilikler!
Sevinen beyler tekrar yerlerinden kalkıp, iri yarı bellerini zar zor eğerek tazim ettiler. Kuzu Tekin ise, sevinen amcalarının tersine, vakarla göğsünü gerip, başını dimdik tuttu. Hanım sultanın karışık sözleri onun kalbine şüphe tohumları saçıyordu. Bu konuşmaların arkasında şimdilik ne olduğunu tam anlayamasa da bir hiyanet gizli gibiydi. Şehzadenin öfkeden gazaptan yarılacak hale geldiğini gören baş vezir, onu yatıştırmak için alelacele yanına geldi. Ama yetişemedi. Kuzu Tekin kılıcını heybetle şakırdadıp sıyırdı ve parlatarak öne uzattı.
- Benim bu sözlerimi işitenler asla aklından çıkarmasın! İşitmeyenlere de haber verilsin! Her kim Oğuzların kadimden gelen töresine kast etmeyi aklından geçirirse, işte, şu kılıcın kıl yalayan keskin parıltısına cevap vermek zorunda kalır!
Şehzade yalın kılıcını geri kınına da koymadan, onu elinde parlatıp, geniş ve sert adımlarla kabulhaneden çıktı gitti. Bir ara hekimlerin elinde gençleşme tedavisi gören padişahın yanına gitmeyi de düşünmedi değil: “Bu nasıl iş oldu atam?! Hiç, bütün Oğuz milletinin yazgısını gayrıdin bir yabancı karıya teslim etmek olur mu?” diyerek. Ama babası ona: “Kendi ellerinle bulup getirdiğin ya işte! Şimdi ne demek istiyorsun?” dese, şehzadenin bu soruya verecek cevabı yoktu. Bunu bildiği için, atını tümeninin ordugahına sürdü. Derhal, uzun bir yolculuğa çıkılacağını malum etti.
**
Altınsaç hatunun vilayet hanlarına köşkte ettiği izzet u ikramı görülmüş duyulmuş şey değildi. Ziyafet süresince arkası kesilmeden taşınıp duran tatlı taamların, şirin şerbet içkilerin, çeşit çeşit meyvelerin bazılarını bozkırlı hanlar ömürlerinde ilk defa tadıyorlardı. Onlar ağızlarını şapırdadıp, hayretlerinden başlarını sallayıp ağızları bir karış açık bir birlerinin yüzlerine bakışıyorlardı.
Özel olarak görevlendirilen bekçi Kuzu Tekin’in kendi ordusuyla payitahttan çıkıp yola düşmüş olduğunu işittirdiği zaman, o an şarap içmekte olan hanım sultan keyiflenip, yerinden kalktı ve:
- Erbuğra Han, Zorbuğra Han, Şirbuğra Han, Nurbuğra Han, Çağrıbuğra Han, Doğrubuğra Han! diye debdebeyle hanlara seslendi. Geçen ben size büyük bir ihsanda bulunacağımı söylemiştim değil mi?! Söylediğim gibi, sizin bahtınız geldi. Talihiniz feleğe çifte toynak vurdu. Bu günden itibaren sizin önceki vilayetleriniz kendi başına devlet oluyor, siz her biriniz kendi tahtınızda hiç kimseye bağlı olmayan tam yetkili padişah oluyorsunuz. Kıble-yi alem Nerbuğra Han, fermana tuğrasını çektirip, önceki sınırsız Oğuz Devleti’nin yerine bir çok ayrı ayrı bağımsız hanlıklar kurdu. Ecdadınız Oğuz Han’dan size kalan helal payı adillikle size üleştirdi. Yurtlarınıza sahip çıkın! Kutlu olsun! İşrette yaşayın!
Yaa... Yatsan kalksan aklına gelmeyecek şey oldu yahu! Birdenbire bir solukta padişahlık tacına münasip olan hanların sevinçten dilleri tutuldu. Ne yapacaklarını, ne diyeceklerini bilemediler. Merrivez onlara hanım sultanın elini öpmelerini söyledi. Yeni padişahlar Altınsaç Hatun’un küçücük elini öperlerken, baş vezir bu küçücük elde nasıl bir gücün olduğunu düşündü. Gerçeği söylemek gerekirse bu zen eli bütün dünyayı lerzan eden koca Oğuz ilini küçük küçük parçalara bölmüş, lokma lokma etmişti. Şimdi bir de bu padişah olan hanların aralarını bozabilirsen, tamamdır. Dışardan ayrıca bir düşmanın gelmesine bire gerek yok. İki kel toklu için birbirine saldırmaya başlasalar ne yapacaksın! Baş vezir işitip gördüğü bu hadiseler karşısında ne yapacağını bilemiyordu. Dokunsan ağlamaya, feryat edip bağırmaya hazırdı. Ama şu anda tersine bir kelime konuşsan kelleni su kabağı gibi yuvarlamaları işten bile değildi. Hanım sultanın memleketinden getirdiği muhafızları, fedaileri gök gözlü, sarı bıyıklı insan azmanları elleri kılıçlarının kabzasında ortalıkta volta atıyorlardı. Şimdi tehlikeli ve hilekar düşman tarafından yeraltında yapılan anlaşmayı korkmadan, ürkmeden ilan ediyorlardı. Vah, şu an tam da Kuzu Tekin’in gerekli zamanıydı. Çıkarlarının esiri olup, ikbal güneşinden gözleri kamaşmış bu hanlar ise (“sen padişahsın” denilen adamlarmış da...) Oğuz devletine vurulan bu yıkıcı darbenin sonunun nereye varacağını düşünmek bile istemiyorlardı.
Düşman casusu Merrivez’in yardımıyla Nerbuğra Han’ın başına musallat olan ve onun ihtiyarını elinden alan büyücü haysiyetli Altınsaç Hanım yaptıklarını daha da sağlamlaştırmak için, vezirlere vekillere, özellikle de devlet iç emniyetinin başındaki Hafiye Bey’e nasihatlar etti. Kulaklarına küpe olacak şekilde altını çizerek konuştu.
- Bizim bu gün başladığımız adaletli ve sevap işimize dil uzatanların dilini kesmeye tam hazır olun! Gerici kötü niyetlilerden baş kaldırmaya kalkışanı bile bulunabilir. Kötü fiilli ziyankarları onlar daha ziyan veremeden faş etmek lazım. Onların boynunu tersinden kesip, malını talan edip, evini ateşe verip, çoluk çocuğunu köle pazarında satmak lazım. Bütün bunlar emniyet divanının şu anda en önemli vazifesidir. Muhaliflere kesintisiz darbe vurup durmalı. Bırak, ayrı meyilliler, titreyip dursunlar!
Devlet emniyet divanının başında bulunan Hafiye Bey’in bir ömür arzu ettiği hal gerçek olmuştu. Çakalı gündüz uludu. Şimdiye kadar o istediğini yapamıyor, dişini sıkıp duruyordu. Hafiye Bey, tutuklamaya baskına iki ordu komutanından başladı ki, Merrivez ile hanım sultan onun bu hareketini çok makul buldular. Öncelikle en güçlüleri yok edip, sonra onların arkasından gelenlere geçmek zaruriydi. Eski düzende çok saygı gören, zat-ı şahanenin hediyelerine münasip olan ordu kamutanlarını hainlikle suçlayıp, cellada teslim ettiler. Bundan sonra Oğuz beylerine karşı bir linç, bir katliam başladı ki, tıpkı koyuna kurt girmiş gibi oldu. Eskiden komşulukta çocuklar yüzünden karıları ağız dalaşına girenler, sürüleri birleştirildiği zaman bir iki davar yüzünden davalaşanlar, kocaya verdikleri kızları küsüp kocalarının evinden dönenler, at yarışında, it dövüşünde tersleşenler, ya da birbirinin malına zenginliğine kıskanç gözlerle bakanlar şimdi kanlı düşmana dönüp, rakibinin tutuklanmasına ve kılıçlanıp öldürülmesine sevinmeyi, kıs kıs gülmeyi adet edindiler. Pirler, sufiler: “Vaesefa! Oğuzlardan devlet döner oldu gerek.” deyip ıstırap çektiler.
Baş vezirin anadan doğma adı Taciman Hayrıyar Gürgenci idi. Yaşı seksene dayanan bu akıldar kişi elli yıldır Oğuz Devleti’nin direği sayılıyordu ve Fehmi Aydın Hayrıyar Bey diye saygıdeğer bir ad kazanmıştı. Ömür boyu bir çok karman çorman meseleyi çözen Hayrıyar vezirin şimdi ömrünün sonunda fehim kabağında tozlu topraklı kara yel, küçük hortumlar halinde dolaşıyordu. O bu yaman beladan Oğuz ilini halas edecek hiç bir çare bulamıyordu. Padişah Nerbuğra’nın yanına varmaya kalkışmak, eceline el etmek demekti. Hanım sultanın gök gözlü, sarı bıyıklı, meymenetsiz muhafızlarının ne maksatla geldiğini anlamalarıyla götürüp cellada teslim etmeleri bir olacaktı. Yurdu paylaşan yeni padişahımtıraklar da, onların adamları da çıkarları için hanım sultanın beterden beter buyruklarını onun söylediğinden beter yerine getiriyorlardı.
“Vah, Kuzu Tekin!” diyen yaşlı vezir şehzadeyi özeliyordu. Oğuz ilinin dayanağı, halaskarı! Tez yetişmesen, yurdun harap olup dağılacak. Geliben gözün ile görseydin: tilki-çakal şir oldu, koca beyler kara yer oldu! Altın güneşli Nisa ilinde tatlı tatlı meyveleri yiyip, kımız içip yatmakta mısın? Bizim başımıza musallat olan bela senin kulağına ulaşmıyor mu?” Hayrıyar vezir, Çağrıbuğra padişah ile Doğrubuğra Padişah’ın arasında gazaplı savaşın başladığı haberine içi kıyılıp, daha beter gam-kaygıya daldı. Hanım Sultan Altınsaç, savaşanların arasını bulmak bir tarafa, bilakis onların yaralarını kaşıyıp, birbirine karşı iki tarafı da kışkırtıyordu.
Şimdi kıble-yi alem Nerbuğra Han’dan haber almanın vakti geldi. Çin-Maçin tabiblerinin gençlendirici dermanlarını canına sindirip, ayş u işrette bigam yatan eski yurt sahibi, bir gece değişik bir düş gördü. Düşünde Mehripür Hatun, tıpkı sağlığındaki gibi hoş suret, hoş tavırla gelip, abanıp durmuştu.
- Kalk, kıblem! Uyan uykundan! dediğinde, onun avazı tıpkı diriliğindeki gibi cana sevimli, mülayimdi. Gaflette yatma! Taciman Hayrıyar Fehmi Aydın vezir seni görsem diyor. Ver elini, ben seni yeraltı yoluyla saraydan çıkarayım.
Nerbuğra Padişah, gerçekten de elinden çekildiğini hissedip, uykuda mı uyanık mı bilmeden, sadece kendinin bildiği yeraltı yolundan yürüyüverdi. O namazlığının üstünde tesbih çekip duran Hayrıyar Koca’nın odasına yavaşça ayak basınca vefalı vezir, haykırıp kendini padişahın ayağına attı. Nakışlı çizmesini kucaklayıp hıçkıra hıçkıra ağladı. Nerbuğra Han yavaşça aşağı oturdu da sarığını düşüren vezirin ak başını okşadı ve padişahların raiyetine hiç bir zaman söylemediği sözleri söyledi:
- Ey mihribanım! Babamla eşit gördüğüm ikrardarım! Seni bu kadar üzen şey nedir? Yerinden kalk da anlat bana. Çaresine bakayım.
Hayrıyar vezir bütün olanları bir bir saydığı zaman, padişah kendinin hilekar düşmanların ağına düştüğünü ve onların hilesine aldandığını anladı. O eski alışkanlığına göre öfkeden kuduracak gibi olup, hepsini kırayım, diye haykırdı. Ama vezir şu anda gücün onların tarafında olduğunu izah etti. O zalimlerin hürmet edip yurt sahini de koymayacaklarını malum etti. Yapılacak istişare yapılıp, görülecek çare görüldükten sonra, saray hizmetkarları kıble-yi alem Nerbuğra Padişah’ın birden kaybolduğunu hanım sultan Altınsaç Hatun’a haber verdiler. Hanım sultan hükümdarın yittiğini en mühim devlet sırrı olarak saklayıp, bu pinhan sırrı ile çıkarmamayı buyurdu. Devlet emniyet divanının başı Hafiye Bey’e yitiği ne yapıp edip, öküzün boynuzunda da olsa bulmak emredildi. Hükümdarın yitmesi bir bakıma hanım sultan için iyi de olmuştu: olmayan padişaha var deyip, onun adına eskisinden de zebun hükümler çıkarıp, yapacağını yapıp durmalıydı. Fakat, bu olan sırlı durum bir taraftan da içine dert olmuştu. O gizli gizli asileri çevresine topluyorsa ne yapacaksın? Tehlikenin önünü almak için, Hafiye Bey eski devirde hükümdara yakın olan adamları toplu halde tutsak ettirdi ve “Sizin mutlaka bilmeniz lazım!”diye sorgulattı. Öncelikle ihtiyar vezir sorguya çekildi. Onun tırnaklarının altına çivi çaktılar, vücuduna ateş bastılar, elini ayağını azgın köpeklere çiğnettiler. “Söyle, söyle” diye vura vura linç ettiler. Oğuzların büyük veziri Taciman Hayrıyar Gürgenci Fehmi Aydın Bey, ölüm anından hemen önce düşmanların kalbine korku salacak bir kaç söz söyleyip can verdi. “Kıble-yi alem Nerbuğra Han Yaradan Perverdigar’ın emri ile arş-ı alaya yükseltildi. Oradan da o melek ordularının önünde ruy-u zemine inecek. Ateşli gürzleriyle silahlanan melaikeler sarı karının taraftarlarını yer ile yeksan edip, Oğuz yurdunu düşmandan temizleyecekler.” Merhametsiz cellatlar koca vezirin başını kesip, şehrin tam ortasındaki Pazar meydanının tepesine asıp koydular.
**
Oğuz sahrasından yüzünü kıbleye doğru çevirmiş gitmekte olan sırtı hırkalı, başı keçe külahlı, kolu himmet asalı iri gövdeli kalender:
- Ya Hû! Ya Hakk! Ya Yaradan! Senden medet! deyip kırık ve kalın sesiyle hayvanın insanın dikkatini kendine çekiyordu.
Türk-imanların uçsuz bucaksız ülkesinde bunun gibi çölü bir baştan bir başa kat eden dervişler, divaneler kıt mı? Dışardan baksan hepsi aynı dersin. Bir parça ekmek, bir parça çökelek uzatsan, yanındaki betbaht su kabağına atar, yayılmış yayıktan bir tas ayran versen başına diker de yine kendi bitmez tükenmez yoluna revane olur. Ama bu kez böyle olmadı. Yeni eşikli evin kapısında güzel dualar okuyup duran iri kalenderin yüzüne birden ev sahibi Topuk Bay’ın nazarı öylesine düşmesin mi? Gözü düşünce hayran kaldı, bakışı eğlendi. Onu hayran eden şey, divanenin gür sakallı, beyazı çok ala gözlü, heybetli çehresinde göze batan bir başkalık olmasıydı. Kalender dönüp yola düşmek istediği zaman Topuk Bay onu geri çağırdı. Evinde oturtup, sövüş koyun kesti. Divanenin ekmekle eti avurduna dolduruşu, yedikleriyle, gevişiyle, sakal bıyığının kabarıp kımıldayışı bir lokma bir hırka terk-i dünya dervişlerin yemek yiyişine benzemiyordu.
- Ey Tanrı bendesi! Siz kim olursunuz? diye Toluk Bay ince ince sordu. Sizin mübarek yüzünüzden Allah’ın keremi saçılmakta. Siz Allahın bir sevgili kulu, güzel bir insan olmalısınız. Söyleyin, yıkılan yurdumuz ne zaman düzelir?! Bütün millet Kuzu Tekin canın askeriyle gelmesini ve de sarı cadıyı tahttan indirip yok etmesini dört gözle bekliyor. Söyler misiniz, ne zaman bizim bu zavallı yurdumuz arzusuna yeter?
Kalender, avurdunda çiğnediğini zor bela yutup, başını aşağı eğmiş oturuyordu, soruya cevap bile vermedi. Fakat Bayın bu kez söyledikleri onun yüreğine bir ürperti salmıştı.
- Nisa ülkesinden işitilen dedikoduya göre, Şehzade Kuzu Tekin can babasının üstüne asker sevketmeyi kendisine yakıştıramıyormuş. Vah, Yıldız atanın zürriyeti asilzade beyim! Oğuzların tek ümidi, başımızın tacı, gözümüzün ruşeni! Yazık, babası sarı cadının büyüsü altında bî-ihtiyar oturuyormuş. O bahtı kara hakikati anlasa, oğluna: “Saldır, balam! Vakit geçirme de hücum et!” demez miydi?!
Kuzu Tekin’in babasına olan saygısıyla kalenderin yüreği cız etti ve Oğuz milletinden gizlenen garip bir hali Bay’a işittirmeye onu mecbur etti:
- Bırak, Kuzu Tekin babasının hatırına vakit kaybetmesin! Çünkü Nerbuğra Han saraydan birden kayboldu. Onun nereye gittiğini kendisinden başka bilen yok.
Topuk Bay geniş alınlı yassı yüzünü hayretinden değiştirip, dudağını geveleyip, ala mor sakalının ucuna elini uzattı. Karşısında oturan başı keçe külahlı, sırtı hırkalı kalenderin kıble-yi alem Nerbuğra Han olduğu birden Bay’a ayan olmuştu. Bay diz üstü emekleyip geldi de divanenin çok yol yürümekten yarık yarık olmuş ayaklarına yüz sürdü. O bozulup, ağlayacak gibi olup yürek derdini döktü:
- Vah, vah, vah! Canım sizin yalın ayak yürüdüğünüz yola kurban olsun! Padişahı geda kılan Perverdigar’ın kudretine bakın. Demek siz şehzade Kuzu Tekin’e arzıhalinizi söylemek için yayan yapıldak gidiyordunuz. Kademiniz mübarek olsun! Biz Nisa kalesine çapar üstüne çapar göndeririz!
- Ben kendi ayağımla yürüyerek gitmeyi kalbime koymuştum, deyip başı külahlı padişah gönlünün isteğini bildirdi. Uzun yolun cevrini çekip varayım. Ben bu diyarın sahibiyim diyorum ama henüz onun azabını çekip görmedim.
Kalender altı aylık yolu “Hû, Hakk” diyerek yayan yapıldak geçinceye kadar, tahttaki sarı cadı ülkeyi tamamen yok ederse ne yapacaksın... Topuk Bay, padişaha bu durumu anlatıp Nisa kalesine ivedi çapar gönderdi. Bütün Oğuz iline de haber yaydı. O Nerbuğra Han’a:
- Siz şimdi oturup Tekin oğlunuzun gelmesini ve Oğuz ilinin ayağa kalkmasını bekleyin, dedi.
Ama ruhu kalenderlikten paklık bulan padişah:
- Ben gitmezsem olmaz! Vatanın rencini çekmezsem olmaz! diyerek yine yayan yapıldak yola düştü. O Topuk Bay’ın vermek istediği attan deveden de yüz çevirdi.
Bir ay daha yol yürüyen kalender Seyhun ırmağıyla Ceyhun’un arasındaki çöllükte giderken, karşıdan gelen çölü doldurmuş büyük bir orduyla karşılaştı. Yanından geçmekte olan atlı silahlı neferler ona:
- Hey, Tanrı kalenderi! diye bağırdılar. Dön geriye! Yürü bizimle birlikte sarı cadıyı tahttan indirmeye!
Nerbuğra Han’ın aziz evladı Kuzu Tekin’le karşılaşması boş, kuru bir kırda oldu. Omzu zırhlı, beli şemşirli, uzun boylu yakışıklı yiğit, başındaki tolgasını çıkarıp, babasının göğsüne başını koydu. Padişah: “Canım balam! Aziz ferzendim!” diye, oğlunu bağrına bastı. Bülent mertebeli koca koca ordu serdarları padişahın önünde dize çöktüler.
Kuzu Tekin’in askeri yurdun merkezine yaklaştıkça, köylerin şehirlerin güçleri de, merkezi ordunun hainlere hizmet etmek istemeyen askerleri de gelip onlara katılmaya başladı. Sarı cadının hilesine düştüğünü anlayan Erbuğra Han, Zorbuğra Han, Şirbuğra Han, Nurbuğra Han, Çağrıbuğra Han, Doğrubuğra Han ve diğerleri de aman dileyip geldiler. Onlara aman verildi. Ondan sonra yurda sahip olan hainlerin gücü azaldı. Onların sarı bıyıklı askerleri kırılıp, kendileri esir düştü. Altınsaç kendisi de, casus merrivez de, onlara hizmet eden cellatlar da atlara sürütülüp öldürüldü. Leşleri yurdun kenarına çıkarılıp, sınır dışına atıldı.
Kuzu Tekin babasını eski tahtına çıkarmak istediği zaman, Nerbuğra Han alt dudağını ısırıp başını salladı.
- Aziz balam! Bana tahta çık demeyin! Oğuz Devleti’nin başı asumana değiyorken ben kibirlendim. “Benim tükenmez yurdumun bir parçasını yer yutsa da, bir parçasını sel alsa da, bir başka parçasını yıldırım çakıp yandırsa da, yine de yurdum azalacak, eksilecek gibi değil.” dedim. O kibrim de benin devletimi yıktı. Merhametsiz felek bahtımızın baş gevheri Mehripür Hatun’u aramızdan aldı gitti. Sarı aycın başımıza musallat oldu. Bundan sonra altın tahtın sahibi sen olursun! Bütün yer yüzüne hükümdar olsan da büyük konuşma! Benim tabanlarım ise Oğuz toprağından sevgi şefkat almaya alıştı. Pakize toprakta yalın ayak gezmenin lezzetini sadece “Hû! Hakk!” deyip yola çıkanlar bilir. Sen Kuzu Tekin’im, Oğuzların padişahı oluyorsun, ben ise kalenderlerin, dervişlerin, divanelerin; maneviyat arayan gedaların padişahı olurum. Hoşça kal, Tekin Kuzum!
26 Kasım 1999
“Edebiyat ve Sanat” gazetesi
Sapargeldi Annasehet İneroğlu
Türkmence’den aktaran: Hüdayi Can
Nerbuğra Han devrinde Oğuz saltanatı iyice kuvetlenip aleme belli oldu. Yılkıcıların yılkısı, çobanların davarı bozkırlara, meralara sığmadı, ruy-ı zemine ağırlık vermeye başladı. İkbali yücelen milletin asilzade beyleri, nefesiyle dağ deviren serdarları evlerinin bacasını altın gümüşle kaplattılar.
La’l ü cevahir, yakut zümrüt taşarla süslenen altın tahtın sahibi Nerbuğra Han başı göre yeten bahtiyar devletiyle olabildiğince kıvanıp: “Benim tükenmez mülkümün bir parçasını yer yutsa da, bir parçasını sel alsa da, bir diğer parçasını yıldırım düşüp yakıp kül etse de mülküm azalacak, eksilecek gibi değil.” diyerek, gönlünü ulu tutup kendi kendine övünürdü. Ama önce tamah ateşini ölçerip akıbet hilesini gösteren gözbağcı felek gafil adamı hangi hareketiyle daha fazla dağlayacağını kendisi daha iyi bilir. O, Oğuz padişahının tükenmez mülkünden de çok sevdiği canına cananına demir tırnaklı pençesini vurup, kanırıp koparıverdi. Hükümdarın sevgili eşi Akmaya Mehripür Begüm, ağır bir derde düşüp, dünyaya veda etti. “Yazıklar olsun! İçimden vuruldum of!” deyip, Nerbuğra Han bağrını yere sürtüp, ağlayıp inleyip, figan etti. “Oğuz ilinin şefkatli anası” ismine münasip olan Akmaya Hatun, acı ölümüyle geniş ülkeyi matem gecesine bürüdü. Bir can bir ten raiyetin suratları asıldı, benizleri sararıp soldu. Hint mihracesinin kızı olan Mehripür Hatun’un görenleri hayran eden güzelliği, kail edici mülayimliği, kadirle dolu misafirperverliği yakın uzak hanlıklarda da meşhurdu. “Milletin şefkatli anası” kuvvetli ve kanı kaynayan Oğuzların serdarı Nerbuğra Han’ı çevredeki gücü nisbeten zayıf hanlıklara zor salmaktan da, zulüm etmekten de saklıyormuş derdiler. Çölde gezen gaip erenler ve de eli himmet asalı, başı külahlı terkidünya kalenderler: “Vah, Oğuz ilinin sehavet nuru sönmediyse ne iyi, sevap çeşmesi kurumadıysa ne iyi!”diye ah ettiler.
Nişabur’dan, Nese ve Merv’den, Hive ve Ürgenç’ten, Buhara ve Semerkant’tan, Çin Maçin’den, Hint ve Habeş’ten, Aykara Müren ötesinden ve de Orman Kut’tan bir çok hanlar sultanlar Oğuz ilinin yasında ağlamaya, derdini paylaşmaya geldiler. Dönerlerken de: “Eyvah! Bu kanları kaynayan Oğuzları şimdi kim durdurur ki?”diye kaygı ile döndüler.
Eşini kaybedince yaşama sevinci kalmayan Nerbuğra Han altın tahtına çıkmasını bıraktı, ordularına tertip vermesini unuttu, Cuma mescidine Cuma namazına çıkmasını koydu. Neyse ki mehripür Hatun ona Kuzu Tekin adlı güzel yüzlü, tatlı sözlü yakışıklı bir oğul doğuruvermişti. Yakında onsekiz yaşını dolduracak şehzade ismine münasip, yakışıklı, sözü sohbeti dinlenir, ciddi bir yiğitti. Babasının karamsar, halsiz mecalsiz çağı, devleti idare etme hizmeti Kuzu Tekin’in başına düşmüştü. Sevgili anasına çeken bu iyi huylu yiğit kısa süre içinde kendini Oğuz iline sevdirmiş, komşu hanların beğlerin de gönlünü almayı bilmişti. Şahlar sultanlar Oğuz şehzadesine kendi kızlarını verip, bu güçlü ülkeyle aralarında akrabalık bağları kurmak arzusundaydılar. Bu niyetle de ona “evlen de evlen” deyişip, öğüt nasihat vermek konusunda hiç bir fırsatı kaçırmıyorlardı. Ama Kuzu Tekin kendisi evleneceğine, öncelikle babası Nerbuğra Han’ı evlendirmek niyetindeydi. Bir periveş hoşsuret canana gönlü mail olsa, belki o eski sevgisini ve gam tasasını unutur, yaşayışa hevesi artar da yeniden altın tahtına çıkar.
Mehripür Hatun’un baki dünyaya gidişinin üzerinden bir yıl geçip, hayırla yadedilip ziyafetle anıldıktan sonra, Kuzu Tekin babası Nerbuğra hana meseleyi açtı:
- Ey, Oğuz ilinin kıblegahı, muhterem atam! Senin reayan hep matemde, kimsede mecal kalmadı. Milletin gönlü toy-düğün özlüyor. Padişahımızın yüzünün aydınlandığını görebilseydik diye arzu ediyorlar. Oğuzlara kötümserlik, mahzunluk yaraşmaz. Reayanızı sevindirseniz, peygamber sünnetini bercay kılsanız, çok sevap kazanırdınız!
Padişahın, soylu, asil yüzünde, mahzun gözlerinde şaşırmışlık alameti göründü.
- Vah, Tekin baklam! Ben nasıl evleneyim? Senin anan dirilip gelmez ki! Dünyada onun yerini tutabilecek hatun mu var? Olsa da sen ona “ana” diyebilir misin?”
- Babacığım ben anasız da yaparım, ama Oğuz ili hanım sultansız zorluk çeker. Senin evlenmen Hakk’ın buyruğudur.
- Bal tekin, koç kuzum! Bu aklın firasetin ve hatipliğinle yurdu sen yönetiversen de olurdu. Fakat, ilim günüm toy özlemiş ise, o zaman vezirleri, vekilleri maslahata çağırın. Siz hangi kızı seçip alsanız, ben o kızla evlenirim.
Padişah oğlunun söylediklerine kail olup, bir yıldır boş duran altın tahtına çıktı. Maslahata toplanan vezirler, vekiller “Gözümüzün kerimesi, başımızın tacı” deyip övdükleri hükümdarlarının didarını görüp öyle bir sevindiler ki... Kadimden kalan töreye göre, iç oğuz beyleri padişahın sağ gerdanını tavaf ettiler, dış oğuz beyleri onun sol gerdanını öptüler. Sonra altın kaftanlı, koca börklü, iri yarı adamlar kendi mertebelerine göre eskiden belli yerlerine haşmet ve azametle oturdular. Öncelikle özel olarak sövüş için bakılan genç kısrağın buğulanıp pişirilen suluca eti ve patırdayan, bıcır bıcır kaynayan, burnunu kapan kımız getirildi. Bunların yanısıra başka da çeşit çeşit meyveler, çerezler, tatlılar şerbetler taşındı.
Padişah, sevgili oğlu Kuzu Tekin’i ak sakallı, kır sakallı tecrübeli beylere ayakta ziyafet verişine, lafının sözünün yerli yerindeliğine, davranışlarının yakışıklılığına kıvanıp dikkatle süzüyordu. Aklın evi kabul edilen baş vezir de, padişahın gönlünden geçenleri seziyormuş gibi, onun fikrine katılıp, bir kelime konuşmadan, başının hafif hareketleriyle onu tasdikliyordu. Padişahın gözüne Kuzu Tekin’in görkemli boyunda posunda anası Mehripür Hatun’u hatırlatan alametler görünüyorsa da onun mert, bahadır görünüşü gerçek bir Oğuz yiğidi olduğunun şüphesiz şahidi idi. “Yüz hanımla daha evlensem kim bilir bunun gibi oğul olur mu olmaz mı?” diye Nerbuğra Han gönlünden geçirmekteydi. “Aman sen de, raiyyetimin gönlü toy özlediyse, bırakalım, kız seçiversinler. Elliyle altmışın arasında bana da bir süre meşgale olur. Avda şikarda yazıda yabanda yatılanda döşeğini ısıtır...”
Vezirler, vekiller, beyler yemeden içmeden iyice şişip gözleri süzülüp otururlarken Kuzu Tekin onlara:
- Ey Oğuz ilinin muhterem, saygıdeğer uluları! diye hitap etti. Yediğiniz içtiğiniz size kalsın, şimdi kız seçme meselesinin istişaresine başlayalım! Bizim evlenecek yiğidimize bir münasip yar gerek!
- Kim o yiğidiniz? diye Oğuz devletinin sütun direkleri şaşkınlık içinde sordular.
- Kıble-i alem! Ben öz babamı evlendirmek istiyorum!
Her biri bir dağ olup oturan altın kaftanlı vakur beyler, yerlerinden kendilerinden beklenmeyecek hafiflikle kalkıp padişah-ı aleme baş eğdiler. Onların ben diyen, yağlı yumru yüzleri memnuniyetten aydınlandı gitti.
- Hayırlı olsun! Kutlu mübarek olsun! diye, asilzade baş vezir Nerbuğra Han’a başını eğe eğe söyledi. Babası oğlunu evlendirse bu alışılmış birşey, ama babasını evlendiren oğul Tanrı taalanın Oğuz iline indirdiği bir yahşizadesidir. Padişah-ı aleme münasip kız elbette, yer yüzünde varsa, bir ya da iki tanedir. Onu arayıp bulmak bizim mukaddes borcumuz.
Sonra danışılan beyler, türlü memleketlerin han u sultanlarının hangi birinde yetişen kız var diye düşünüp onlar hakkında işittikleri övgüleri söylemeye başladılar. Çin Maçinli Sarıgül’ün taam pişirmede elinin tatlılığı, Tangutlu Sovsangül’ün konuştuğu zaman dilinin tatlılığı, Neseli Almazehendan’ın ziba yüzü, Ürgençli Bibican’ın aklı düşüncesi tarif edildi. Daha bir çoklarının adı anıldı. Ama “Dikensiz gül olmaz.”dedikleri gibi her birinden bir eksiklik buldular. Böylelikle hepsini bir tarafa bıraktılar. “Üçün biri hana da olurmuş” denilen söz bu yerde uygulanacak gibi değildi. Oğuz ilinin hanı Nerbuğra çok büyük padişahtı. Ona münasip olacak hanım da dünyada benzeri olmayan hatun olmalıydı.
Şimdi kimden bahsetsek acaba derlerken, yakınlarda Rum ülkesinden uzak yollar aşıp gelen, sonra da gelip Oğuzların arasında canına rahat bulan ve hoşsohbetliğiyle padişahın güvenini kazanan Merrivez adlı seyyah, sanki, çok terbiyeli bir adammış gibi, konuşmak için izin istedi. Bu yabancıdan hoşlanmayan Oğuz beyleri: “Yaa, şimdi fikir vermek buna mı kaldı?”diye gönüllerine getirdiler. Merrivez ise, alışkın olduğu şekilde, tilki burun ince yüzünü oynatıp, sivri çenesini uzatıp, ilginç bir konuşma yaptı:
- Kıble-i alem! Yer yüzünün en göz alıcı padişahı! Kuzey ülkesinde yaşayan sarıca milletin padişahında bir ziba sanem boy almış nihal gibi yetişmiş. Hüsn ü cemalini görenler de pişman, görmemişler de. Boynu zemheri karı gibi. İçtiği su boğazından görünüyor. Gözleri sanırsın kurumuş menekşe yaprağı. Arkasını, döşünü kapayan bir kucak zerrin saçı, sanki dersin ergin altına batırılıp çıkarılmış. Konuştuğu zaman onun tatlı avazına hayran kalan bülbüller şakımalarını bırakıp onu dinlemeye koyuluyorlarmış. Frengistan şehzadelerinin arkası kesilmeyen kız isteyicileri yüzünden bunların tavlasında at tezeği kurumuyormuş. Ama babası tarafından şımartılıp ihtiyarı kendi eline alan kız: “Ben dünyada ancak en güçlü devletin padişahıyla evlenirim, ufak tefeklerle işim yok.”dermiş.
Görüyor musunun kızdaki aklı! Bir taraftan kocaya varırken, bir taraftan da en kuvvetli yurdu, kendi doğduğu yurda arka edecek. Sonra, bu kızı almanın bir faydası daha var padişahım!
Deminden beri ağzını açıp konuşmadan, sessiz sedasız dinleyen Oğuz padişahı:
- O nasıl bir fayda? diye seslenirken, onun yüzünde merak alameti göründü.
- Bunun faydası Oğuz devletini, Oğuz ilini sınırsız bülente kaldırmasında! Elbette, o olmasa da Oğuz diyarının başı göre direnmiş. Ama başına altın taç koyan ulu hükümdarların hiç birine gönlü olmayan altın kaküllü periveşin sadece size heves bildirmesi bütün aleme dolup, sizin mertebenize mertebe katar. Kadın yüreğini yenmek, düşmanların koca ordularını yenmekten ehemmiyetlidir. Kimsenin elinin yetişmediği yerde duran cananı alamayan hükümdarlar elleri koyunlarında kalırlar. Oğuzlara göre kendilerinin küçük olduğunu tamamen kabullenmek zorunda kalırlar.
Seyyah Merrivez’in tatlı konuşması padişahın hoşuna gitmiş olmalı. Nerbuğra Han’ın yavban yüzü aydınlandı, çekik gözlerini örten ince göz kapakları titreyip canlandı.
- Breh breh, bir kucak altın saçı var, dedin mi? diye, hevesle soran hükümdar devam etti:
- Öyleyse, hoş bir şey olmalı, zahir.
Kuzu Tekin toy işinin gerçekleşmeye doğru gittiğine sevinip, beylerin yüzüne gülümseyip bakıyordu. Beyler ise işi gücü o ülke senin, bu ülke benim gezip durmak olan seyyahın sözünün padişahın yanında geçmesini çekemiyor, sinirleniyorlardı. Özellikle de devletin iç emniyetinden sorumlu vezaretinin başındaki: “Bu Merrivez denilen kişi seyyah değil de, casus olmasın.” diye su-i zanda bulunuyordu. Zaten su-i zanda bulunmak onun mesleği olduğu için bunda şaşıracak bir durum da yoktu.
İstişarenin sonunda kuzey hanının yurduna kız isteyici elçi heyeti göndermeli diye karar alındı. Kız isteyiciler kafilesine başkanlık etmek vazifesi de baş vezir ile Kuzu Tekin’e verildi.
**
Her zaman olduğu gibi, sözcüler, görücüler gelip gelip gittiler ve sonunda düğün için uğurlu gün tesbit edildi. Uğurlu gün geldiğinde beri yanından öte yanına dört ay kervanla gitsen ancak ulaşılan koca Oğuz yurdunda – Abeskun denizinin kenarında, Nisa’da, Margiana’da, Karakum deştinde, Ceyhun ile Seyhun boyunda, Balakış gölü ile Bay gölün arasında, İdil’den ta Aykara Müren’e dek, Avar’da ve Sibir’de- Nerbuğra Han’ın sınırsız ülkesinde dünya kurulalı beri görülmemiş, çok büyük toy tutuldu. Bin vilayetli diyarın her vilayetinde al elvan, pembe kırmızı, mor sarı çadırlar sıra sıra kurulup, sahra çölistan ipeğin yumuşak dalgalanmasından lalezarlığa döndü. Körpe atların, develerin, davarların binlercesi kesildi. Bir çok havuzlar kımızla, şerbetle, şarapla dolduruldu. Yeni gelen gelinin her yaşı için bir gün denilip yirmibir gün düğün yapıldı. Nerbuğra Han, istese altın saçlı cananının saçının her teli için de bir gün düğün yapabilecek güçteydi.
Sahra oğulları olan iri yarı, heybetli, katı kara saçlı, ateşli kara gözlü, buğday renkli Oğuzlarla karşılaştırdığında yeni gelen gelin yumurta gibi bembeyaz, sevimli, çıtkırıldım bir şeydi. O sanki insanların arasına cadılar dünyasından yanlışlıkla düşmüş bir peri kızı gibiydi. Onun öz yurdundan alıp geldiği tavır ve davranışları da Oğuzlar için çok şaşırtıcıydı. İşte, o sarayın en süslü kabulhanesinde, Çin-Maçin’den hediye gelen değerli tahtın üstünde, padişahın yakın akrabalarının arasında, hiç utanma alameti göstermeden, altın saçını önüne döküp, kısa elbisesinin eteğinden çıplak bacaklarının baldırlarını parlatıp, hayadan bihaber oturmaktaydı.
Bu sevimli kadın, tatlı avaz ile, kendine güvenli çen çen çene çalıp, iri dudaklarını yazıp büzüp, gülümsese gülse dürdane dişlerini gösterip, yanaklarının elmasını kızartıp, menekşe gözlerinden mavimsi ışık saçıp, dinleyicilerin, seyircilerin ağzını açık bırakıyordu. Onun ana dilinde söylediği sözleri seyyah Merrivez Türkçeye tercüme ediyordu. Altınsaç gelinin konuşmalarında sık sık “Bizim yurdumuzda öyle ederler”, “Bizim yurdumuzda böyle ederler.”sözleri geçiyordu.
Altınsaç Begüm’ün Kuzu Tekin’le konuşması ise asla anlatılacak gibi olmadı ve onu dinleyen delikanlı bir taraftan ne yapacağını bilemezken, bir taraftan da son derece utandı. Padişahın taze zeni boyu posu meşe gibi, yüzü mertlik heykeli, bu yakışıklı koç yiğidi yanına oturttu da, zavallı bir çocuğuz yüzünü okşuyormuş gibi onun alnını okşadı:
- Şimdi siz benim oğlum oluyorsunuz, öyle ya, dedi. Ben senden, daha seni kız istemeye gelenlerin arasında gördüğüm zaman hoşlanmıştım. “Şu serdar görünüşlü yiğit kim olur?”diye sordum. “Evlenmek isteyen padişahımızın oğlu Kuzu Tekin.” diye cevap verdiler. Ben de “Bunun gibi yakışıklı yiğidi dünyaya getiren padişah sıradan biri olamaz. O artık kartlaşmış da olsa sevgiye münasiptir.” diye düşündüm. Görüyor musunuz, çoğu zaman babası oğlunun bahtını açar ama, burada bunun tersi oldu. Siz babanızın bahtını açtınız.”
Kuzu Tekin’in yüzü utançtan bomboz olmuştu. Uzak yurdun terbiyesini alan gelinin söyledikleri, nasıl desek, bir çeşit yakışıksızdı. Oğlu babasından ileri göstererek konuşmak Oğuzların ananelerine uymuyordu. Ama Altınsaç Begüm bununla da yetinmeyip, daha beterini yaptı:
- Eğer sen şimdi bir iki yaşındaki bebek olmuş olsaydın, o zaman ben seni ak göğsümden süt emdirerek büyütürdüm. Sorduruversem, sorduruversem, süt inerdi ya memelerime. Öyle değil mi nineciğim?
“Nineciğim” diye hitap ettiği, kendisiyle birlikte getirdiği dadısıydı. Cin ebesine benzeyen bu çiğ sarı kocakarı kartlaşıp ejderhaya dönmüş yılanı andıran ak yüzünü çevirip çirkin bir kahkaha attı ve başını salladı. Yeni gelin bundan başka da yüzlerce kişiyi nedime, hizmetçi, aşçı, bekçi diye, öz yurdundan alıp gelmişti. Hizmetçilerin biri sadece hanım sultanın altın saçını taramak için getirilmişti. Bir başkasının işi gücü onun güzel tırnaklarını tımarlayıp boyamaktan ibaretti. Bütün bunlar da hiç önemli değil ama şu anda Kuzu Tekin’in ahvali hiç överlik değildi doğrusu. Biraz önce “göğsümden sorduruversem, sorduruversem” diyen gelin şimdi narin ellerinin ayasıyla göğüslerini okşamaktaydı. Yani, şimdi o “Bizim memlekette öyle ederler.” deyip de memesini yakasından çıkarıp sunuverse ne yaparsın?! Böyle beklenilmedik skandal aklına gelince, şehzade kemerine ildirilmiş hancerini şakırdadıp birden kalktı ve kocaman, sinirli adımlarla ayak vurup çıkıverdi. O henüz saraydan çıkmadan baş vezirin gönderdiği adam biraz oyalanmasını rica etti. O sırada koca vezir kendisi de yetişip ona şunları söyledi:
- Bugünkü Oğuz ilinin göz kıvancı, gelecekte bütün ümidi sizsiniz yakışıklı koçum. Benim tavsiyeme uyun da daha geniş, daha hoşgörülü olun! Varı yoğu bir kadın işte. Kadınlar içinse saçı uzun, aklı kısa denilmiş. Kıble-yi alemin gönlü hoş ya o da bize yeter. Bırak, yaşlı kurt akça kuzucuğu çiyneyiversin, çiyneyiversin! Bu kadın od yalın olup her tarafa atılsa bile bize ne ziyanı olabilir? Bu olsa olsa eskiden bir sivrisineğin Hindistan filine meydan okuması gibi olur. Büyük oğuz devleti sarsılmamışken, böyle küçük şeylere eyvallah denmez. Yurdun kuvveti de senin kılıcının gücüne bağlı. Sen tümenini alıp yaz eğitimine gitsen, şu an için en iyisini yapmış olursun. Sonra bir de burada bir başka durum daha sözkonusu. Senin hoşnutsuzluğunu işitenler terse yorarlar. “Delikanlı annesinin makamını kıskanıyor yahu!” derler. Bu laf sana itibar getirmez.
Kuzu Tekin tüm kalbiyle saygı gösterdiği yaşlı vezirin tavsiyesini kabul etti. On bin atlıdan ibaret bir tümen askerini tatbikat seferine alıp gitmeyi uygun gördü. Tümen, Seyhun’dan, Ceyhun’dan geçip, Karakum deştini aşıp, bir ay yol söktükten sonra Nisa kalesini “zapt edecekti”. Gerçekte ise at koşturup alınacak bir şey yoktu. Nisa zaten Oğuzların kendi mülkü idi. Seferin maksadı, yatmaktan yağ bağlayan askerlerin ellerinin ayaklarının uyuşukluğunu gidermek, semizleyen atların vücudundaki yağı inceltmekti.
Şehzade sefere çıkmak üzereyken onu yeni analığı saraya çağırttı. Omzu zırhlı, başı tolgalı, beli kılıçlı yer sarstırıp vardı bu yandan. Bir çok saray adamlarının arasında oturmakta olan hanım sultan Kuzu Tekin’in selamını aldı ve ona öfkesini alayla örtmeye çalıştığı bir tonda hitap etti:
- “Tekin” diye adı sevgiyle ağza alınan yakışıklı yiğidin yüzünde kar savrulup, buz donup dursa hayreti mucip değil midir? Kıble-yi alem Nerbuğra Han her ne zaman bana mihrini lutfetse, ben sizin yakışıklı suretinizi göz önüme getiriyorum. Oğuzların padişahı gençliğinde tıpkı sizin gib olmuştur diye hevesleniyorum. Sizin, sizi doğuran ananın makamında oturan ve de sizi canından çok seven kadının huzuruna sevinip kıvanarak, gülüp oynayarak gelmeniz gerekmez mi? Sonra da gelip benim elimi, boynumu, yüzümü, gözümü öpmeli, öpmeli! Bizim yurdumuzda böyle ederler...
- Bizde ise buna sululuk derler! diyen Kuzu Tekin öfkeyle taşı gediğine koydu. Sululuk, hafifmeşreplik Oğuzlara yaraşmaz! Sonra bir de... – Sözün burasında şehzadenin sesinin titrediği işitildi- Evet, sonra bir de Oğuzların aygır atlarıyla, esrik buğraları bile anasına sırnaşmaz! Bunu asla aklınızdan çıkarmayın ve bir daha ağzınıza almaya yeltenmeyin!
Kuzu Tekin öfkesinden titriyor, kara gözlerinden kıvılcım saçıyordu. O bu söyledikleriyle de yetinmeyip: “Siz beni doğuran ananın adını ağzınıza almayın! Mehripür Hatun’un yerine hiç bir kadın münasip olamaz.” demeye de niyetlendi. Ama sevgili validesinin mukaddes adını ortaya atmayı doğru bulmadı.
Tam tersleşiliverilecek durum yüze çıkmıştı. Ama Altınsaç Hatun gerginliği yumuşatmak için, içinden gelmese de kahkahayla güldü ve kabulhanede oturanlara seslendi:
- Görüyor musunuz benim Oğuz oğlumun sertliğini, öfkesini! Ben şu an ona: “Var, ordunun önüne düş de, Rumistanı, Frenkistan’ı, Hind u Habeş’i, Çin-Maçin’i, bütün dünyayı dize getir, gel.” desem, dediğimden de beter eder gelir. Ama bütün dünyaya boyun eğdirmeye gerek var mı? Zaten dünyanın yarısı Oğuzların ihtiyarında. Bu koca devletin bir başında gök yıkılıp, yer delinse de diğer ucunun haberi bile olmuyor diyorlar. Bu koca ülkeyi bir merkezden, bir payitahttan idare etmek çok çok ağır. Biz kıble-yi alem Nerbuğra Han’ı ağır azaptan kurtarmak için onun kardeşlerini emmioğullarını vilayet valilerini, işte gördüğünüz gibi payitahta çağırıp getirdik: Erbuğra Han, Zorbuğra Han, Şirbuğra Han, Nurbuğra Han, Çağrıbuğra Han, Doğrubuğra Han ve diğer asılzade hanlar...
Adı anılan koca koca altın kaftanlı adamlar yerlerinden kalkıp, kocaman börklü başlarını eğip, hanım sultana tazim ettiler. Altınsaç Hatun onlara doğru elini uztıp “oturun” diye işaret etti ve söylemeye başladığı meseleyi iyice açıkladı:
- Bundan sonra yurdu idare etmenin ağır yükünü kıble-yi alemin omzundan indirip, ona dinlenme fırsatı vermek zerur. İzin verelim, o hayatın işretini görüp uzun yaşasın! Şimdi Çin-Maçin tabiblerinin işleri güçleri onu gençleştirmenin yollarını aramak. Cenşen içiriyorlar, serçe beyni yediriyorlar, başka da gizli emlerini ediyorlar. Esas mesele ise o hiç bir şeyi dert etmemeli. Vaktini şadiyanlıkta, keyf u safada, avda şikarda geçirmeli. Hekimler, onu yirmibeş yaşına getirmeyi va’d ediyorlar. O zaman o benden dört yaş büyük olur. Erkek adam için layığı da budur zaten. Oğuzlar biraz kaba saba insanlar dersem, Kuzu Tekin alınmasın, elbette, cesaret, bahadırlık iyi bir şey. Fakat, barışta, birbirine mülayim, hoşniyetli olmalı, iyilikle muamele etmeli. İşte, bu günden itibaren ben kıble-yi alemin kardeşlerini, amcazadelerini, akrabalarını kendi hısımlarım olarak ziyafete çağırıyorum. Mertebeli serdarlar: Erbuğra Han, Zorbuğra Han, Şirbuğra Han, Nurbuğra Han, Çağrıbuğra Han, Doğrubuğra Han ve büyük Oğuz Kağan’ın diğer evlatları! Siz benden çok iyilikler bekleyin, çok iyilikler!
Sevinen beyler tekrar yerlerinden kalkıp, iri yarı bellerini zar zor eğerek tazim ettiler. Kuzu Tekin ise, sevinen amcalarının tersine, vakarla göğsünü gerip, başını dimdik tuttu. Hanım sultanın karışık sözleri onun kalbine şüphe tohumları saçıyordu. Bu konuşmaların arkasında şimdilik ne olduğunu tam anlayamasa da bir hiyanet gizli gibiydi. Şehzadenin öfkeden gazaptan yarılacak hale geldiğini gören baş vezir, onu yatıştırmak için alelacele yanına geldi. Ama yetişemedi. Kuzu Tekin kılıcını heybetle şakırdadıp sıyırdı ve parlatarak öne uzattı.
- Benim bu sözlerimi işitenler asla aklından çıkarmasın! İşitmeyenlere de haber verilsin! Her kim Oğuzların kadimden gelen töresine kast etmeyi aklından geçirirse, işte, şu kılıcın kıl yalayan keskin parıltısına cevap vermek zorunda kalır!
Şehzade yalın kılıcını geri kınına da koymadan, onu elinde parlatıp, geniş ve sert adımlarla kabulhaneden çıktı gitti. Bir ara hekimlerin elinde gençleşme tedavisi gören padişahın yanına gitmeyi de düşünmedi değil: “Bu nasıl iş oldu atam?! Hiç, bütün Oğuz milletinin yazgısını gayrıdin bir yabancı karıya teslim etmek olur mu?” diyerek. Ama babası ona: “Kendi ellerinle bulup getirdiğin ya işte! Şimdi ne demek istiyorsun?” dese, şehzadenin bu soruya verecek cevabı yoktu. Bunu bildiği için, atını tümeninin ordugahına sürdü. Derhal, uzun bir yolculuğa çıkılacağını malum etti.
**
Altınsaç hatunun vilayet hanlarına köşkte ettiği izzet u ikramı görülmüş duyulmuş şey değildi. Ziyafet süresince arkası kesilmeden taşınıp duran tatlı taamların, şirin şerbet içkilerin, çeşit çeşit meyvelerin bazılarını bozkırlı hanlar ömürlerinde ilk defa tadıyorlardı. Onlar ağızlarını şapırdadıp, hayretlerinden başlarını sallayıp ağızları bir karış açık bir birlerinin yüzlerine bakışıyorlardı.
Özel olarak görevlendirilen bekçi Kuzu Tekin’in kendi ordusuyla payitahttan çıkıp yola düşmüş olduğunu işittirdiği zaman, o an şarap içmekte olan hanım sultan keyiflenip, yerinden kalktı ve:
- Erbuğra Han, Zorbuğra Han, Şirbuğra Han, Nurbuğra Han, Çağrıbuğra Han, Doğrubuğra Han! diye debdebeyle hanlara seslendi. Geçen ben size büyük bir ihsanda bulunacağımı söylemiştim değil mi?! Söylediğim gibi, sizin bahtınız geldi. Talihiniz feleğe çifte toynak vurdu. Bu günden itibaren sizin önceki vilayetleriniz kendi başına devlet oluyor, siz her biriniz kendi tahtınızda hiç kimseye bağlı olmayan tam yetkili padişah oluyorsunuz. Kıble-yi alem Nerbuğra Han, fermana tuğrasını çektirip, önceki sınırsız Oğuz Devleti’nin yerine bir çok ayrı ayrı bağımsız hanlıklar kurdu. Ecdadınız Oğuz Han’dan size kalan helal payı adillikle size üleştirdi. Yurtlarınıza sahip çıkın! Kutlu olsun! İşrette yaşayın!
Yaa... Yatsan kalksan aklına gelmeyecek şey oldu yahu! Birdenbire bir solukta padişahlık tacına münasip olan hanların sevinçten dilleri tutuldu. Ne yapacaklarını, ne diyeceklerini bilemediler. Merrivez onlara hanım sultanın elini öpmelerini söyledi. Yeni padişahlar Altınsaç Hatun’un küçücük elini öperlerken, baş vezir bu küçücük elde nasıl bir gücün olduğunu düşündü. Gerçeği söylemek gerekirse bu zen eli bütün dünyayı lerzan eden koca Oğuz ilini küçük küçük parçalara bölmüş, lokma lokma etmişti. Şimdi bir de bu padişah olan hanların aralarını bozabilirsen, tamamdır. Dışardan ayrıca bir düşmanın gelmesine bire gerek yok. İki kel toklu için birbirine saldırmaya başlasalar ne yapacaksın! Baş vezir işitip gördüğü bu hadiseler karşısında ne yapacağını bilemiyordu. Dokunsan ağlamaya, feryat edip bağırmaya hazırdı. Ama şu anda tersine bir kelime konuşsan kelleni su kabağı gibi yuvarlamaları işten bile değildi. Hanım sultanın memleketinden getirdiği muhafızları, fedaileri gök gözlü, sarı bıyıklı insan azmanları elleri kılıçlarının kabzasında ortalıkta volta atıyorlardı. Şimdi tehlikeli ve hilekar düşman tarafından yeraltında yapılan anlaşmayı korkmadan, ürkmeden ilan ediyorlardı. Vah, şu an tam da Kuzu Tekin’in gerekli zamanıydı. Çıkarlarının esiri olup, ikbal güneşinden gözleri kamaşmış bu hanlar ise (“sen padişahsın” denilen adamlarmış da...) Oğuz devletine vurulan bu yıkıcı darbenin sonunun nereye varacağını düşünmek bile istemiyorlardı.
Düşman casusu Merrivez’in yardımıyla Nerbuğra Han’ın başına musallat olan ve onun ihtiyarını elinden alan büyücü haysiyetli Altınsaç Hanım yaptıklarını daha da sağlamlaştırmak için, vezirlere vekillere, özellikle de devlet iç emniyetinin başındaki Hafiye Bey’e nasihatlar etti. Kulaklarına küpe olacak şekilde altını çizerek konuştu.
- Bizim bu gün başladığımız adaletli ve sevap işimize dil uzatanların dilini kesmeye tam hazır olun! Gerici kötü niyetlilerden baş kaldırmaya kalkışanı bile bulunabilir. Kötü fiilli ziyankarları onlar daha ziyan veremeden faş etmek lazım. Onların boynunu tersinden kesip, malını talan edip, evini ateşe verip, çoluk çocuğunu köle pazarında satmak lazım. Bütün bunlar emniyet divanının şu anda en önemli vazifesidir. Muhaliflere kesintisiz darbe vurup durmalı. Bırak, ayrı meyilliler, titreyip dursunlar!
Devlet emniyet divanının başında bulunan Hafiye Bey’in bir ömür arzu ettiği hal gerçek olmuştu. Çakalı gündüz uludu. Şimdiye kadar o istediğini yapamıyor, dişini sıkıp duruyordu. Hafiye Bey, tutuklamaya baskına iki ordu komutanından başladı ki, Merrivez ile hanım sultan onun bu hareketini çok makul buldular. Öncelikle en güçlüleri yok edip, sonra onların arkasından gelenlere geçmek zaruriydi. Eski düzende çok saygı gören, zat-ı şahanenin hediyelerine münasip olan ordu kamutanlarını hainlikle suçlayıp, cellada teslim ettiler. Bundan sonra Oğuz beylerine karşı bir linç, bir katliam başladı ki, tıpkı koyuna kurt girmiş gibi oldu. Eskiden komşulukta çocuklar yüzünden karıları ağız dalaşına girenler, sürüleri birleştirildiği zaman bir iki davar yüzünden davalaşanlar, kocaya verdikleri kızları küsüp kocalarının evinden dönenler, at yarışında, it dövüşünde tersleşenler, ya da birbirinin malına zenginliğine kıskanç gözlerle bakanlar şimdi kanlı düşmana dönüp, rakibinin tutuklanmasına ve kılıçlanıp öldürülmesine sevinmeyi, kıs kıs gülmeyi adet edindiler. Pirler, sufiler: “Vaesefa! Oğuzlardan devlet döner oldu gerek.” deyip ıstırap çektiler.
Baş vezirin anadan doğma adı Taciman Hayrıyar Gürgenci idi. Yaşı seksene dayanan bu akıldar kişi elli yıldır Oğuz Devleti’nin direği sayılıyordu ve Fehmi Aydın Hayrıyar Bey diye saygıdeğer bir ad kazanmıştı. Ömür boyu bir çok karman çorman meseleyi çözen Hayrıyar vezirin şimdi ömrünün sonunda fehim kabağında tozlu topraklı kara yel, küçük hortumlar halinde dolaşıyordu. O bu yaman beladan Oğuz ilini halas edecek hiç bir çare bulamıyordu. Padişah Nerbuğra’nın yanına varmaya kalkışmak, eceline el etmek demekti. Hanım sultanın gök gözlü, sarı bıyıklı, meymenetsiz muhafızlarının ne maksatla geldiğini anlamalarıyla götürüp cellada teslim etmeleri bir olacaktı. Yurdu paylaşan yeni padişahımtıraklar da, onların adamları da çıkarları için hanım sultanın beterden beter buyruklarını onun söylediğinden beter yerine getiriyorlardı.
“Vah, Kuzu Tekin!” diyen yaşlı vezir şehzadeyi özeliyordu. Oğuz ilinin dayanağı, halaskarı! Tez yetişmesen, yurdun harap olup dağılacak. Geliben gözün ile görseydin: tilki-çakal şir oldu, koca beyler kara yer oldu! Altın güneşli Nisa ilinde tatlı tatlı meyveleri yiyip, kımız içip yatmakta mısın? Bizim başımıza musallat olan bela senin kulağına ulaşmıyor mu?” Hayrıyar vezir, Çağrıbuğra padişah ile Doğrubuğra Padişah’ın arasında gazaplı savaşın başladığı haberine içi kıyılıp, daha beter gam-kaygıya daldı. Hanım Sultan Altınsaç, savaşanların arasını bulmak bir tarafa, bilakis onların yaralarını kaşıyıp, birbirine karşı iki tarafı da kışkırtıyordu.
Şimdi kıble-yi alem Nerbuğra Han’dan haber almanın vakti geldi. Çin-Maçin tabiblerinin gençlendirici dermanlarını canına sindirip, ayş u işrette bigam yatan eski yurt sahibi, bir gece değişik bir düş gördü. Düşünde Mehripür Hatun, tıpkı sağlığındaki gibi hoş suret, hoş tavırla gelip, abanıp durmuştu.
- Kalk, kıblem! Uyan uykundan! dediğinde, onun avazı tıpkı diriliğindeki gibi cana sevimli, mülayimdi. Gaflette yatma! Taciman Hayrıyar Fehmi Aydın vezir seni görsem diyor. Ver elini, ben seni yeraltı yoluyla saraydan çıkarayım.
Nerbuğra Padişah, gerçekten de elinden çekildiğini hissedip, uykuda mı uyanık mı bilmeden, sadece kendinin bildiği yeraltı yolundan yürüyüverdi. O namazlığının üstünde tesbih çekip duran Hayrıyar Koca’nın odasına yavaşça ayak basınca vefalı vezir, haykırıp kendini padişahın ayağına attı. Nakışlı çizmesini kucaklayıp hıçkıra hıçkıra ağladı. Nerbuğra Han yavaşça aşağı oturdu da sarığını düşüren vezirin ak başını okşadı ve padişahların raiyetine hiç bir zaman söylemediği sözleri söyledi:
- Ey mihribanım! Babamla eşit gördüğüm ikrardarım! Seni bu kadar üzen şey nedir? Yerinden kalk da anlat bana. Çaresine bakayım.
Hayrıyar vezir bütün olanları bir bir saydığı zaman, padişah kendinin hilekar düşmanların ağına düştüğünü ve onların hilesine aldandığını anladı. O eski alışkanlığına göre öfkeden kuduracak gibi olup, hepsini kırayım, diye haykırdı. Ama vezir şu anda gücün onların tarafında olduğunu izah etti. O zalimlerin hürmet edip yurt sahini de koymayacaklarını malum etti. Yapılacak istişare yapılıp, görülecek çare görüldükten sonra, saray hizmetkarları kıble-yi alem Nerbuğra Padişah’ın birden kaybolduğunu hanım sultan Altınsaç Hatun’a haber verdiler. Hanım sultan hükümdarın yittiğini en mühim devlet sırrı olarak saklayıp, bu pinhan sırrı ile çıkarmamayı buyurdu. Devlet emniyet divanının başı Hafiye Bey’e yitiği ne yapıp edip, öküzün boynuzunda da olsa bulmak emredildi. Hükümdarın yitmesi bir bakıma hanım sultan için iyi de olmuştu: olmayan padişaha var deyip, onun adına eskisinden de zebun hükümler çıkarıp, yapacağını yapıp durmalıydı. Fakat, bu olan sırlı durum bir taraftan da içine dert olmuştu. O gizli gizli asileri çevresine topluyorsa ne yapacaksın? Tehlikenin önünü almak için, Hafiye Bey eski devirde hükümdara yakın olan adamları toplu halde tutsak ettirdi ve “Sizin mutlaka bilmeniz lazım!”diye sorgulattı. Öncelikle ihtiyar vezir sorguya çekildi. Onun tırnaklarının altına çivi çaktılar, vücuduna ateş bastılar, elini ayağını azgın köpeklere çiğnettiler. “Söyle, söyle” diye vura vura linç ettiler. Oğuzların büyük veziri Taciman Hayrıyar Gürgenci Fehmi Aydın Bey, ölüm anından hemen önce düşmanların kalbine korku salacak bir kaç söz söyleyip can verdi. “Kıble-yi alem Nerbuğra Han Yaradan Perverdigar’ın emri ile arş-ı alaya yükseltildi. Oradan da o melek ordularının önünde ruy-u zemine inecek. Ateşli gürzleriyle silahlanan melaikeler sarı karının taraftarlarını yer ile yeksan edip, Oğuz yurdunu düşmandan temizleyecekler.” Merhametsiz cellatlar koca vezirin başını kesip, şehrin tam ortasındaki Pazar meydanının tepesine asıp koydular.
**
Oğuz sahrasından yüzünü kıbleye doğru çevirmiş gitmekte olan sırtı hırkalı, başı keçe külahlı, kolu himmet asalı iri gövdeli kalender:
- Ya Hû! Ya Hakk! Ya Yaradan! Senden medet! deyip kırık ve kalın sesiyle hayvanın insanın dikkatini kendine çekiyordu.
Türk-imanların uçsuz bucaksız ülkesinde bunun gibi çölü bir baştan bir başa kat eden dervişler, divaneler kıt mı? Dışardan baksan hepsi aynı dersin. Bir parça ekmek, bir parça çökelek uzatsan, yanındaki betbaht su kabağına atar, yayılmış yayıktan bir tas ayran versen başına diker de yine kendi bitmez tükenmez yoluna revane olur. Ama bu kez böyle olmadı. Yeni eşikli evin kapısında güzel dualar okuyup duran iri kalenderin yüzüne birden ev sahibi Topuk Bay’ın nazarı öylesine düşmesin mi? Gözü düşünce hayran kaldı, bakışı eğlendi. Onu hayran eden şey, divanenin gür sakallı, beyazı çok ala gözlü, heybetli çehresinde göze batan bir başkalık olmasıydı. Kalender dönüp yola düşmek istediği zaman Topuk Bay onu geri çağırdı. Evinde oturtup, sövüş koyun kesti. Divanenin ekmekle eti avurduna dolduruşu, yedikleriyle, gevişiyle, sakal bıyığının kabarıp kımıldayışı bir lokma bir hırka terk-i dünya dervişlerin yemek yiyişine benzemiyordu.
- Ey Tanrı bendesi! Siz kim olursunuz? diye Toluk Bay ince ince sordu. Sizin mübarek yüzünüzden Allah’ın keremi saçılmakta. Siz Allahın bir sevgili kulu, güzel bir insan olmalısınız. Söyleyin, yıkılan yurdumuz ne zaman düzelir?! Bütün millet Kuzu Tekin canın askeriyle gelmesini ve de sarı cadıyı tahttan indirip yok etmesini dört gözle bekliyor. Söyler misiniz, ne zaman bizim bu zavallı yurdumuz arzusuna yeter?
Kalender, avurdunda çiğnediğini zor bela yutup, başını aşağı eğmiş oturuyordu, soruya cevap bile vermedi. Fakat Bayın bu kez söyledikleri onun yüreğine bir ürperti salmıştı.
- Nisa ülkesinden işitilen dedikoduya göre, Şehzade Kuzu Tekin can babasının üstüne asker sevketmeyi kendisine yakıştıramıyormuş. Vah, Yıldız atanın zürriyeti asilzade beyim! Oğuzların tek ümidi, başımızın tacı, gözümüzün ruşeni! Yazık, babası sarı cadının büyüsü altında bî-ihtiyar oturuyormuş. O bahtı kara hakikati anlasa, oğluna: “Saldır, balam! Vakit geçirme de hücum et!” demez miydi?!
Kuzu Tekin’in babasına olan saygısıyla kalenderin yüreği cız etti ve Oğuz milletinden gizlenen garip bir hali Bay’a işittirmeye onu mecbur etti:
- Bırak, Kuzu Tekin babasının hatırına vakit kaybetmesin! Çünkü Nerbuğra Han saraydan birden kayboldu. Onun nereye gittiğini kendisinden başka bilen yok.
Topuk Bay geniş alınlı yassı yüzünü hayretinden değiştirip, dudağını geveleyip, ala mor sakalının ucuna elini uzattı. Karşısında oturan başı keçe külahlı, sırtı hırkalı kalenderin kıble-yi alem Nerbuğra Han olduğu birden Bay’a ayan olmuştu. Bay diz üstü emekleyip geldi de divanenin çok yol yürümekten yarık yarık olmuş ayaklarına yüz sürdü. O bozulup, ağlayacak gibi olup yürek derdini döktü:
- Vah, vah, vah! Canım sizin yalın ayak yürüdüğünüz yola kurban olsun! Padişahı geda kılan Perverdigar’ın kudretine bakın. Demek siz şehzade Kuzu Tekin’e arzıhalinizi söylemek için yayan yapıldak gidiyordunuz. Kademiniz mübarek olsun! Biz Nisa kalesine çapar üstüne çapar göndeririz!
- Ben kendi ayağımla yürüyerek gitmeyi kalbime koymuştum, deyip başı külahlı padişah gönlünün isteğini bildirdi. Uzun yolun cevrini çekip varayım. Ben bu diyarın sahibiyim diyorum ama henüz onun azabını çekip görmedim.
Kalender altı aylık yolu “Hû, Hakk” diyerek yayan yapıldak geçinceye kadar, tahttaki sarı cadı ülkeyi tamamen yok ederse ne yapacaksın... Topuk Bay, padişaha bu durumu anlatıp Nisa kalesine ivedi çapar gönderdi. Bütün Oğuz iline de haber yaydı. O Nerbuğra Han’a:
- Siz şimdi oturup Tekin oğlunuzun gelmesini ve Oğuz ilinin ayağa kalkmasını bekleyin, dedi.
Ama ruhu kalenderlikten paklık bulan padişah:
- Ben gitmezsem olmaz! Vatanın rencini çekmezsem olmaz! diyerek yine yayan yapıldak yola düştü. O Topuk Bay’ın vermek istediği attan deveden de yüz çevirdi.
Bir ay daha yol yürüyen kalender Seyhun ırmağıyla Ceyhun’un arasındaki çöllükte giderken, karşıdan gelen çölü doldurmuş büyük bir orduyla karşılaştı. Yanından geçmekte olan atlı silahlı neferler ona:
- Hey, Tanrı kalenderi! diye bağırdılar. Dön geriye! Yürü bizimle birlikte sarı cadıyı tahttan indirmeye!
Nerbuğra Han’ın aziz evladı Kuzu Tekin’le karşılaşması boş, kuru bir kırda oldu. Omzu zırhlı, beli şemşirli, uzun boylu yakışıklı yiğit, başındaki tolgasını çıkarıp, babasının göğsüne başını koydu. Padişah: “Canım balam! Aziz ferzendim!” diye, oğlunu bağrına bastı. Bülent mertebeli koca koca ordu serdarları padişahın önünde dize çöktüler.
Kuzu Tekin’in askeri yurdun merkezine yaklaştıkça, köylerin şehirlerin güçleri de, merkezi ordunun hainlere hizmet etmek istemeyen askerleri de gelip onlara katılmaya başladı. Sarı cadının hilesine düştüğünü anlayan Erbuğra Han, Zorbuğra Han, Şirbuğra Han, Nurbuğra Han, Çağrıbuğra Han, Doğrubuğra Han ve diğerleri de aman dileyip geldiler. Onlara aman verildi. Ondan sonra yurda sahip olan hainlerin gücü azaldı. Onların sarı bıyıklı askerleri kırılıp, kendileri esir düştü. Altınsaç kendisi de, casus merrivez de, onlara hizmet eden cellatlar da atlara sürütülüp öldürüldü. Leşleri yurdun kenarına çıkarılıp, sınır dışına atıldı.
Kuzu Tekin babasını eski tahtına çıkarmak istediği zaman, Nerbuğra Han alt dudağını ısırıp başını salladı.
- Aziz balam! Bana tahta çık demeyin! Oğuz Devleti’nin başı asumana değiyorken ben kibirlendim. “Benim tükenmez yurdumun bir parçasını yer yutsa da, bir parçasını sel alsa da, bir başka parçasını yıldırım çakıp yandırsa da, yine de yurdum azalacak, eksilecek gibi değil.” dedim. O kibrim de benin devletimi yıktı. Merhametsiz felek bahtımızın baş gevheri Mehripür Hatun’u aramızdan aldı gitti. Sarı aycın başımıza musallat oldu. Bundan sonra altın tahtın sahibi sen olursun! Bütün yer yüzüne hükümdar olsan da büyük konuşma! Benim tabanlarım ise Oğuz toprağından sevgi şefkat almaya alıştı. Pakize toprakta yalın ayak gezmenin lezzetini sadece “Hû! Hakk!” deyip yola çıkanlar bilir. Sen Kuzu Tekin’im, Oğuzların padişahı oluyorsun, ben ise kalenderlerin, dervişlerin, divanelerin; maneviyat arayan gedaların padişahı olurum. Hoşça kal, Tekin Kuzum!
26 Kasım 1999
“Edebiyat ve Sanat” gazetesi
Yorumlar
Yorum Gönder