GÖÇMEN HÜZÜN / Ahmet HALMIRAT

Ahmet Halmırat
Çeviren: Hüdayi Can

Turna denilen kuşu, bir zamanlar hakkında birçok şiir yazmış olsam da, o zamana kadar öyle yakından görmemiştim. Aslında o kocaman bir kuşmuş ve bir büyüsü varmış gibi insanı hayretler içinde bırakıyormuş.
Turnanın kendinden evvel sesi gelir. Sonra sesi takip ederek turna katarını bulursun. Bulduktan sonra tekrar kaybedersin. İşte böyle, bir bulup bir kaybederek bu esrarengiz göç gökyüzünün enginliklerinde gözden kaybolur gider. Bu arada işin varsa elin işe de varmaz, sanki ihtiyarın da uçup elden gidiyormuş gibi olur…
O sefer de yeşil yeşil yaylaların üstünden kervan kurup turna sürüleri geçmişti. Onların hali bu yakınlara konacak gibi de değildi. Fakat göçten geri mi kaldı, kayıp mı oldu, yoksa yaralandı mı anlayamadık, her neyse, bizim kampın yakınlarında bir turna görünmeye başladı. O kuşcağız ilerdeki yeşil düzlükte tek başına duran, üstünde ot bitmeyen ak tepenin yanından yarı gövdesini çıkarıp bize doğru bakıyordu. Biz de kadimi kümbeti restore etmek için buraya gelmiş bir grup adamız. Bu bozkırın ortasındaki ıssız yerde, çevrede bir değişiklik olsa hemen dikkat çeker. Yalnız ben mi gördüm desem, arkadaşlar da çoktan görmüşler. Biz, kendi aramızda onu ürkütmemeye, rahatsız etmemeye karar verdik. Sırayla dürbün tutup, film izler gibi doya doya izlemeye başladık. Kudreti güçlünün yarattığı bu nefis ziyneti hayretler içinde izliyorduk. Onun uzun ayakları, gümüş yaldızlı kanatları, neşter gibi gagası, salına salına yürüyüp sağa sola dönüşü… Biz güya gökten uçup gelmiş bir periyi izliyor gibiydik. Öğle yemeğini atıştırdıktan sonra hemen yastıklara uzanıp dürbüne yapışıyorduk. İçimizde en gencimiz Mekan’dı. O hepimizden önce dürbünü kapmak için yemeğini de alelacele yiyordu. Sonra hemen elini yüzüne götürüp “Amin” diyordu ve dürbünün merceklerini mendiliyle silmeye başlıyordu. Yalkap onu kızdırmak için her seferinde bir şeyler buluyor: “Hadi Zibagüzel’i izle bakalım… Ama ‘eve gideceğim’ diye tutturma emi!”
…Böylece biz turnamıza alışmaya başladık. O hayvancık da bizden zarar gelmeyeceğini anladıysa anlamıştır belki, artık eskisi gibi fazla saklanmaya çalışmıyordu. Çevreden ot çöp topluyor, ak tepenin eteğindeki çukura biriken yağmur suyundan da su ihtiyacını görüyor, yaşayıp gidiyordu.
O tepeye ses yetecek uzaklıkta Murat amcanın kulübesi vardı. Kulübenin bitişiği de koyun ağılı. İşin şaşılacak yeri, ihtiyar koyunları kaldırıp meraya doğru sürüyor, akşamüstü mallarını tekrar ağıla sürüyor ya da eline ibriğini alıp abdest almaya gidiyor. Hâsılı, girip çıkıp ortalıkta gezip duruyor, ama turna ondan da pek bir çekinmiyor gibi görünüyordu. Yoksa, acaba Murat amca onu görmüyor mu? Hiç kimse görmese bile, Murat amca mutlaka görüyor olmalı. Yahu, neredeyse yanı başında toklu gibi salına salına gezip duran şeyi Murat amca görmez mi hiç? Fakat, kısa süre sonra hepsini öğrendik. Meğer, bu kuş sadece bizim kuşumuz değil, bizden fazla Murat amcanın kuşu imiş…
… Ben artık her gün ilginç bir ânı seyrediyordum. Çocuklar kümbetin üstünde veya içinde işleriyle meşgul, ben de kitap okumakla, yazmak çizmekle… Fakat her gün öğle namazından sonra, Murat amca elma çiçekli kırmızı termosuyla beyaz çay kâsesini eline alıp çıkınca, ben de dürbünümü elime alıyordum… Ta orada, Murat amca cübbesini omzuna atar, aksak adımlarıyla, yavaş yavaş turnanın konakladığı ak tepeye doğru beş on adım atar da yere oturur. Ondan sonra kocaman tüylü kalpağına yastıkmış gibi yaslanır, sol tarafına uzanır, termosundan kâsesine çay koyar. Sonra kendi “ilginç misafirini” izlemeye başlar.
… Nerelerden gelip, nerelere gidiyorsun garip kuş? Allah seni ne böyle acayip, ne böyle güzel yaratmış. Sen kimsin? Melek misin, ferişte misin? Bizim evliyamızı ziyarete mi geldin? Yaralı isen yarana merhem süreyim… Hayır, sana yaklaşsam ürker gidersin. Sen iyisi mi gitme, buralarda gezmeye devam et. Biz de senin gibi bu dünyadan gelip geçecek bir misafiriz nihayetinde. Misafir dediğine hürmet edilir. Biz de bir yere gitsek, şükür saygı gösteren, hürmet edenler oluyor. Belki ahirette de öyle olur… Sen biliyor musun bunları?
… Ben bu ihtiyarla turnanın esrarlı sohbetini izlerken uyukluyorum. Bir zaman sonra turnaların ötüşüyle irkilip uyanıyorum. Rüya mı görüyorum?! Hayır, rüya değil. Murat amca kulübesine doğru aksaya aksaya gidiyor. Bizim yalnız turnamız da ak tepeye çıkmış. Turna katarına uzanıp ulaşmaya çalışıyor sanki. Boynu, kopacak gibi uzanmış kuşcağızın. Ben ellerimi sallayıp, onu uçurmak istiyorum.
- Uçsana be… Uç! Uç!
Bizim turnamız uçmadı. Bir kez niyetlenip, kanatlarını açıp, çırpacak gibi etti de duruverdi. O göçmen kuşlara katılıp gidemedi diye, ona hiçbir yardımım dokunmayacak diye yüreğim kıyıldı. Bu yüzden, ben onun bu çaresiz durumunu görmek istemediğim için çalışan gençlere doğru gittim. Böyle şeyleri görmektense görmemek iyi… Sonra güneş battı, karanlık düştü. Turna da karanlığa sinip bir yerlere kayboldu gitti.
Ertesi gün her nedense uzun süre turna görünmedi. Ama öğleyin yine de Murat amcanın kırmızı termosunu koltuğuna alıp güneye doğru yöneldiğini gördüm. Hani benim dürbün neredeydi? Bir tümseğe yaslanıp, kalpağını dirseğinin altına alan ihtiyar yine esrarlı misafiriyle sözsüz sohbetine başladı.
… Sen daha önce buradan çok geçmişsin. İşte, bugün de kalman gerekti. İşte bak, eşin dostun geçip gidiyor…
… Göçünden kalan bu yalnız turna ile ihtiyar kocanın arasında her nasılsa bir benzerlik var gibiydi. Yoksa bu yalnız turna da Murat amca gibi yaşlandı da yalnızlık mı çekiyor?
Bu durum alışılmış bir durum değildi, bahar rüyası gibi bir ândı. Onun için de bu tuhaf durumun her nasılsa bir esrarlı, ağır finalinin olacağını içimden bir yerden hissediyordum. Bu belirsiz korku beni hiç rahat bırakmıyordu.
Sonra bir gün erkenden “Moskviç” marka yeşil bir araba geldi. Murat amcayı köye doğru aldı gitti. Fazla vakit geçmeden bu sefer motorunun egzoz sesi eşliğinde Murat amcanın oğlu Cebbar geldi. Tuttuğunu koparan bu genç hızlı hızlı çevreyi, ağılı, kulübeyi düzenleyip toparlamaya başladı. Sonra birden o taraftan bir tüfek sesi geldi. Çevrede yankılandı gitti… Biz üç arkadaş, üçümüz de durduğumuz yerde donup kaldık. “İşte bu olmadı bee…” Yazık, artık geçti. Artık yapacak bir şey yoktu. Onun için de bir kelime konuşmadan hepimiz kaldığımız yerden işimize devam ettik. Ağır duyguları ağır iş yener…
Akşama doğru “ganimet”ini koyduğu heybesini motorunun arkasına bindiren Cebbar yine egzozunu gürleterek köye doğru hareket etti. Kısa süre sonra sabah gelen “Moskviç” Murat amcayı yerine bırakıp geri döndü. Elbette, ihtiyarın, Cebbar’ın iş başarıp gittiğinden haberi yoktu…
…Yine parıldayarak gün doğdu. Yine gün öğleye kaydı. Murat amca da yaslanıp çay içerek turnasını izlemek için evinden çıktı. İşte ta orada deminden beri alçak ak tepenin üstünde kımıldamadan duruyor. Çevreyi izleyerek uzun süre durdu. O anda bizim göçmen kuşlara katılmak isteyip, uçmaya çalışan ama uçamayıp arkada kalan turnamıza benziyordu… Sonunda bize doğru yöneldi. Biz geçen akşam, belli mi olur birden kuş hakkında bir soru sorarsa ihtiyarı üzmeyelim, diye konuşmuştuk.
- Eeee, yeğenler, diyorum ki, benim şuralarda bir turnam vardı ama, hiç sizin haberiniz var mı?
Onun rengi soluk, ıstırap dolu gözlerine bakmak için taştan katı yürek lazım, o da bizde yok. Sanki bu olan iş bizim suçumuzmuş gibi başımızı önümüze eğmiş oturuyoruz. Ama her halükarda ihtiyarı sakinleştirmek lazım. Onun için ben:
- Dün mü evvelki gün mü bir turna görmüştüm Murat amca. Ama sanırım o uçup gitmiştir. Sanki yerden kalkar gibi olduydu, diye yalan söylemeye başladım. Konuştukça da şu an gerçeği söylememenin ne kadar önemli olduğunu anlıyordum. “Senin turnayı dün oğlun vurdu.” denir mi? Nasıl diyeceksin! İşin aslı bu ama söyle hadi söyleyebileceksen! Söylememek gereken yerde gerçeği söylememek gerek. Bu da bir gerçektir.
…Zavallı Murat amca bizim yanımızda da uzun süre oturamadı. Yavaş yavaş kulübesine doğru yürüdü…
***
Aylar yıllar geçti gitti. Rahmetli Murat amcanın dünyadan geçeli de uzun zaman olmuş. Fakat şimdi bile her yıl bahar ya da güz mevsiminde dünyayı avazlarıyla doldurup turnalar gelince nasılsa bir sebeple göçünden geri kalan yalnız turnayla yalnızlık çeken yaşlı kocanın bir anlık buluşmasını hatırlayıp bir tuhaf oluyorum.
Sonra benim bu hüzünlü hatıram turna katarına katılıp gökyüzünün enginliklerinde kaybolup gidiyor…

Mehne, 2004


Yorumlar

Popüler Yayınlar