Korkunun Renkleri 2

Hıdır Amangeldi
Çeviren: Hüdayi Can

(Önceki Bölüm)

Murat aşık yüzünden, rüya yüzünden, lüzumsuz şeyler düşünüp vakit kaybettiği için kendi kendine söylendi. ‘Gelin de şu halime bakın! Düşman başına…’ diye mırıldandı, arabayı çalıştırıp yola düştü. Ne kadar mırıldansa da, homurdansa da gözünün önünde canlanan çocukluğu, köyün ilerisinde koyun güdüşleri, aşık oynayışları, dedesiyle tarlaya aşık ekişleri uzun süre gözünün önünden gitmedi.

Çocukluğun başka bir dünyası oluyor. Ama öyle de olsa aşıklarla ilgili bir olay Murat'ın kalbinde silinmez iz bırakmıştı. Murat, bu yaşında bile hala o yarayı temizlemek istiyor, onun için çocukluğunu belleğinden kovmaya çalışıyordu.

‘Boş hayallerin karın doyurmadığını biliyorsun. Saat desen neredeyse on bir oluyor. Sabahtan beri doğru dürüst çalışamadım da… Tam yarım saate yakın ağzımı açıp aşık oynayan çocuklara bakmışım.’ diye yine kendi kendine söylendi. Gaza bastı.

Şehrin sokakları alışılmadık bir ıssızlığa bürünmüştü. Millet, evli evine, işli işine gitmiş gibiydi. Murat söylene söylene giderken biraz dikkatini dağıtmak ya da başka alana çekmek niyetiyle teybin düğmesine bastı. Arabanın içine güzel bir müzik doldu. Bu müzik maksadının aksine yine hatıralara doğru sürüklüyordu. Geçmişi hatırlamaktan, ya da geleceğini hayal etmekten pek de hoşlanmayan bu düz adam elini alnına götürdü.

“Bu nasıl iş yahu?! Acaba eve gidip biraz kestirsem mi? Yok yok tersine daha kötü olurum. Uyuyamam bile...”

Eskiden böyle durumlarda arkadaşlarının yanına giderdi.

“Şimdi artık dost dost diye kapı kapı dolaşılan yaşları da geride bıraktık. Gerçi rahmetli dedem o ihtiyar haline ‘Ben Muhammedmuratlara gidip geleyim.’ derdi de bastonunun tıkırtıları köyün öteki ucuna doğru yavaş yavaş kulaktan silinir giderdi. Muhammedmurat Ağa da dedemi bekliyor olurdu. İkisi bir araya gelince ne güzel, tatlı tatlı sohbet ederlerdi. Acaba biz de yaşımız seksene yaklaşsa keyfine dostlarımızın yanına gider miyiz? Kim bilir, Hoca Nasrettin’in dediği gibi o yaşa kadar ya dost kalmaz, ya biz…”

Küçükken aşıktan sonra ilgisini çeken şey kitap okumak olduğu için mi neden, Murat birden kendini çeşit çeşit fikirlerin içinde bulurdu. Onun bu huyundan rahmetli anası da hoşlanmazdı. “Yine başladın mı kara kara düşünmeye…” derdi. Öyle de olsa yaşı ilerledikçe fikir Murat’ın hiç de hoşlanmadığı bir şeye döndü. “Fikirden netice yok, sen istersen kendini yırt hayat senin fikrine fazla kulak asmıyor. O, eninde sonunda kendi edeceğini eder.” derdi. Aslında onun düşünceden nefret etmesinin gerçek sebebi fikirlerini bir sonuca bağlayamamasıydı. Çoğunlukla da fikirleri onu başından geçen herhangi bir üzücü olayın içine çekerlerdi. Murat, ondan sonra günlerce bu tasadan kendini kurtaramazdı. Şimdi de aklının kendi ihtiyarı olmaksızın bin türlü meselenin üstünü açmasına kızıyordu.

Teybe yeni bir kaset koydu. Bu sefer genç bir ses bağıra çağıra aşkını ilan etmeye başladı. Murat'ın bu ses de hoşuna gitmedi. Göz ucuyla diğer kasetlere baktı. Gözü, ruh haline uygun bir parça arıyordu. Tam o anda yoldan koşarak geçmek isteyen birini arabanın önünde buldu. Ani bir refleksle frene bastı, direksiyonu sağa çevirdi. Araba kaldırımı kesti, kenardaki kalın ağaca dört parmak kala motor durdu. Beti benzi kül gibi olan Murat bir süre direksiyonu kucaklayıp, hiçbir şey yapamadan oturdu. İşte neredeyse arabanın altında kalacak olan aceleci genç, ince yağmurluğunun yakasını kaldırmış, arkasına bakmadan aceleyle kendisinden uzaklaşmaktaydı. Ayaklarında derman kalmayan Murat onun yakasından tutmak bir tarafa, kendinde ona sövecek kadar bile güç bulamıyordu. Birinin kanına girmiş olma korkusu onda takat bırakmamıştı.

Bir süre sonra kendine geldi. Hala hafif hafif titreyen ayaklarını ovdu. Arabadan indi, arabanın ağaca bu kadar yaklaşsa da çarpmayışına şaşkın gözlerle baktı. Sonra başını salladı, yine dönüp arabaya bindi. Murat'ın yüreğinde fırtınalar kopuyordu. Çevresi ise, tam tersine son derece asudeydi. Her şey süt limandı. O bu devasa farklılığa hayret etti. Çoluk çocuk, iş, kazanç meşgaleleriyle kırkını nasıl geçtiğini anlayamayan bu sade insan her zaman kendinin bu dünyanın ayrılmaz bir parçası olduğunu düşünürdü. Gün doğmalı, o da uyanıvermeli. Gün batmalı, hava kararmalı, o da yorgun argın yatağına geçip uyumalı. Ertesi gün yine aynı, hayat şu minval üzerine devam etmeliydi. Şu anda ise kendinin bir çeşit yabancı olduğu, dünyaya ecnebi olduğu hissine kapılmıştı. Hiç kimsenin, hiçbir şeyin onunla alakası yoktu. Murat'ın aklından “İnsan öldüğünde de böyle oluyor olmalı. Sen yoksun, güneş ise yine önceki gibi doğup batıyor. Sen ise erkenden kalkmasan gün doğmayacak gibi, kazanç için çırpınmasan acından ölecekmişsin gibi koşuşturup duruyorsun.” düşüncesi geldi geçti.

Murat bugün kendi durumuna, başından geçen hadiselere, aklına gelen düşüncelere hayret ediyordu. Aşık dedi, dedesini hatırladı, dostluk dedi, şimdi de ölüm, ölümünden sonra da dünyanın dönmeye devam edeceği.

O:

“Neredeyse bir sersemin kanına giriyordum. İyisi mi eve gideyim, güzelce dinleneyim. Bugün benim günüm olmayacak.” dedi, arabasını geri sürüp kaldırımdan ayırmak istedi. İşte o anda yanında birinin peyda olduğunu hissetti.

"N’oldu, çok mu korktun?"

Onun sesi ne kadar yumuşak, kuş tüyü gibi hafif, güvercin kanadı gibi hafifleten de olsa Murat irkildi, bütün tüyleri ayrı ayrı ürperdi sanki. Başını çevirip bu bir türlü tanıyamadığı adama baktı.

Yanında oturan yirmi beş otuz yaşlarındaki güler yüzlü gençten etrafa değişik bir şefkat yayılıyor gibiydi. Onun görünüşünde hiç korkulacak bir şey olmasa da Murat'ın kalbini farklı bir korku kapladı. Belki de habersiz geldiğinden…

"Sen kimsin?"

Yabancı cevap vermeden gülümsüyordu. Sanki "Cevabı benim yerime güzel gözlerimden, inci gibi dizilmiş sağlıklı dişlerimden al." diyor gibiydi. Yabancının cevap vermeden oturuşu Murat'ın yüreğinde önce ehemmiyetsiz bir sivilce gibi ortaya çıkan korkunun daha da büyümesine sebep oldu. Murat ne yapıp edip duygularını bastırmaya çalışarak zar zor gülümsedi ve:

"Arkadaşım, dedi, senin nasıl geldiğini, arabaya ne zaman bindiğini anlayamadım. Biraz önce biri heyecanlanıp kendini arabanın altına attı. Ezileyazdı. Neyse ki verilmiş sadakası varmış, Allah korudu. Direksiyonu nasıl çevirdiğimi, frene nasıl bastığımı anlayamadım."

"Evet, sana kalsa direksiyonu çevirecek fırsat bulamazdın."

Murat parmaklarının tekrar titremeye başladığını hissetti. Kavisli burnunun üstünde küçük ter damlacıkları görünmeye başladı. Eskiden beri ne zaman korksa hemen burnu terlerdi. Burnunda ter görmeyegörsün o kendini kaybeder daha fazla korkardı. Yabancı ise sanki Murat’ın kırk yıllık dostuymuş gibi gayet rahattı. Şaşırtıcı şekilde Murat’ın fikrine katılıyor aşırı derecede samimi konuşuyordu:

"Esasen benim arkadaşın olduğumu, dostluğumu bilsen yeter. Herkes beni düşmanı sayıyor. Aslında insanlara hiçbir kötülüğüm de değmedi ya." dedi. O konuşurken, dilinden çok gözleriyle konuşur gibiydi. Göz çukurlarını dolduran iri ela gözleri sanki bir şefkat, bir sevgi ırmağıydı. Yabancının güzel iri gözlerinden gözünü alamasa da anlattıklarından hiçbir şey anlamayan Murat kendi içinde tartışmasını sürdürüyordu:

“Ben bunun nasıl geldiğini de anlamadım. Bakışı gülümseyişi de bir garip. Konuşmasına gelince anlaşılır gibi değil. Gözüme görünüyor olmasın. Yoksa korkudan aklımı mı yitirdim?”

Yabancı Murat’ın içinden geçirdiği fikirleri biliyormuş gibi seslendi:

"Yapma yahu, hiç aklını yitiren adam araba sürebilir mi? Sen arabanı kolayca yola çıkardın işte."

Murat zar zor konuşabildi. Kekeleyerek:

"Se-se-sen kimsin? Ne-ne-nereden çıktın? Melek misin, yoksa peri ecinni mi?"

Yabancı bu sefer hafif sesle güldü.

“Gülüşü de bir tuhaf. Cin olsa herhalde biraz daha korkunç olurdu. Bu kekemelik de nerden geldi.”

Yabancı önceki durumundan daha kötü hale düşen, yüzü kireç gibi olan Murat’ın heyacanını yatıştırmaya çalışıyordu. Murat’ın şu anki korkusu arabayla bir adama çarpacağı zamankiyle bile karşılaştırılamayacak derecedeydi. Tüm bedeni titremeye başlamıştı. Bu adamın önceden yanında olmadığından, sonradan geldiğinden emindi. "Hiç değilse arabanın kapısının açılıp kapandığını hissederdim. Gerçekten de benim aklıma bir şeyler oldu. Etraf da sanki bir çeşit ıssızlaşmış, değişmiş gibi. Yoksa bu gerçekten cin mi, ya da melek mi?"

"Hey, benim hiç cine benzeyen yerim var mı?!" Yabancı hafif dalgalı dağınık saçlarını eliyle taradı.

"Melek de değilim."

Yabancının hiçbir hareretini gözden kaçırmayan Murat kendi kendine onu bir yerde görüp görmediğini düşündü. Birden geçenlerde bir yerde oturup konuştukları şair aklına geldi. Yazarlarla şairlerle pek düşüp kalkmasa da bir düğünde onlarla karşılaşmıştı. Bu yabancı da onların içinden birine çok benziyordu. Onun da böyle şefkat, sevgi deryası gözleri vardı. Coşkulu şiirler okuyor, sonra da saçlarını tam bu yabancının tarayışı gibi parmaklarıyla tarıyordu. Omzunu biraz yukarda tutuşu, gözlerini hafifçe süzüp uzaklara bakışı da o şairi hatırlatmıyor değildi hani.

Murat kendisi de farkına varmadan: "Sen şair misin?" diye sordu. Yabancı Murat'ın kendisini şaire benzetmesine sevindi.

"Bilmem ki, şiir-miir de yazmıyorum ama şairlerden hoşlanırım, gerçek şairlerden. Sence ben gerçekten şaire benziyor muyum?"

"Bi-bi-birine benzettim de…"

Murat yine duygularını zorlayıp gülümsemeye çalıştı.

"Kusura bakma biraz önce çok korktum da… Siz yolcusunuz. Sizi nereye götüreyim?"

"Ben senin yanına geldim. Ben Korku’yum."

Murat elektrik çarpmış gibi oldu. Kekemeliğinin filan nereye gittiğini anlayamadı.

"Ne korkusu?"

Yabancı, tüm samimiyetiyle, ellerini açıp ileri geri hareket ettirerek Murat'a sözlerini açıklamaya çalışıyordu. Bukle bukle saçları alnına düştü. Yine saçlarını eliyle arkaya taradı.

"Biraz önce sen korktun ya. Ben de geldim. Frene bastırdım. Direksiyonu sağa çevirttim."

Murat’ın bu olanları bir türlü aklı almıyordu. Bu başından geçenler düş dese düş değildi, hayal dese hayal değildi, gerçek dese gerçeğe asla benzemiyordu. Lazım olur diye yanında taşıdığı sudan bir yudum içti.

Murat "Kendi kendimi aldatayım, kim bilir belki de kendisine böyle ihlasla tutunduğumu görse yalanım gerçeğe döner." der gibi yapmacık bir gülümseme takındı. O yanına gelenin sıradan bir insan olmadığını anlamıştı. Onun cin olduğuna tam anlamıyla inanmış olsa da kendini zorlayıp:

"İyisi mi sen nereye götürmem gerektiğini söyle, ben bedava götüreyim. Zaten yeterince korkmadım mı? Bari bir de sen korku-morku diyerek korkutma. Mutlaka benim yanıma gelmek zorunda değilsin ya, benden başka da bir sürü insan var. Onlardan birinin yanına gitsen olmuyor mu?"

Her şeye rağmen artık kekelemiyordu. Korku ise kendini bir türlü tanıtamadığına üzülüyordu. Şu anda ne kadar çalışsa çabalasa da Murat’ın anlayamayacağı belliydi.

"Ne yaptın ya… Sana nasıl anlatacağımı bilemiyorum ki…"

"Hayır hayır, hiç anlatmaya çalışma. Adresini söyle. Kendim bulurum. Ben şehri iyi bilirim. Ciddi söylüyorum. Senin bir kuruşun bile lazım değil. Bırak, başımın sadakası olsun. Bir beladan sağ salim kurtuldum. Senden de Allah kurtarsın…"

Murat'ın halini gören Korku'nun yüreği acıyla burkuldu. O kendini kabul ettirmenin zor olacağını Murat'ın yanına gelmeden de biliyordu.

(Devam edecek.)

Yorumlar

Popüler Yayınlar