Ağır Aksak Gidiyor Dünya 2

İlyas Amangeldi
Türkçesi: Hüdayi Can

(Önceki bölüm)

İkinci Bölüm


...Ölenler yerle birlikte onun altında dönerler durmadan, diriler üstünde. Bundan on asır önce yine böyle dönmekte idiler şüphesiz, bu arada kıyamet kopmazsa on asır sonra da aynı şekilde döneceklerdir, tıpkı bugünkü gibi...


Es-Samet de bütün insanlar gibi ana karnında küçük bir nokta halinde meydana gelmişti.
Sonunda ömrü de varır bir noktaya dayanır. "İşte, hesap da bu iki noktanın arasında!.." dedi ve elindeki kitabı kapattı.
Bundan on asır önce, önümüzden deçip giden milyonlarca noktanın içinde gözümüze ilişen üç noktadan seçtiğiniz nokta, Es-Samet, atalığı İbni Şefik’in şifahanesini hatırlıyordu. O zamanlar henüz on beş yaşındaydı. Adının önünden “Es” sözü getirmiyordu kimse. Hatta Samet adının tamamını söylemezler, kısaca “Sam” derlerdi. Ama bu duruma kendisi sebep olmuştu. Daha küçücükken “Adın ne?” diye sorduklarında “Sam” diye cevap vermişti. O günden sonra da öte Sam, beri Sam ... El için farkı ne, çağıracakları bir ad olsa tamam. Sam ol, Şam ol, Lam ol hiçbir şey değişmez. Sanki herkes onun da kendileri gibi bir noktacık olduğunu biliyor ve derhal bu bilgiyi kabulleniyordu.
Hastaların yanında olması gereken ilk gecesi, ilk gece nöbeti onun aklından çıkacak gibi değildi. Gece yarısından sonra onunla nöbetçiliği değişmeye İbni Şefik'in büyük oğlu Kemalettin gelmeliydi. Şifahanede ağır hasta yoktu. Onun için nöbetin pek zor olmayacağını Samet biliyordu. Gece çalışırım diye yanına Yunanca kitabını da almıştı. Hastalara içecekleri ilaçları dağıttıktan sonra, bir köşede nöbetçilere ayrılan küçük odaya geçip kitabını açtı. Biraz okuduktan sonra ilk nöbetinin verdiği heyecanla, rahat edemedi ve tekrar kalkıp hastaları dolaşmaya niyetlendi. Ama henüz hastaların yattığı odalara varmadan atalığının her zaman kilitli duran odasının açık olduğunu gördü. İbni Şefik orada yalnız geceleri çalışırdı. Hafif açık kalan kapıdan atalığının bir şeyle uğraşıp durduğu görülüyordu. Bunu gören Samet fazla tereddüt etmeden “Ata” dedi ve kapıyı açtı. Atalığı birden kendine gelemeyecek kadar şaşırıp kalmıştı. Onun kanlar içindeki ellerini gören Samet geri çekildi. İbni Şefik derhal durumu anladı ve oğulluğuna seslendi:
"Buyur Sam. Kapıyı açtın, gir içeri. Korkma ben sadece kandan ilaç yapıyorum."
Samet’i tedirgin eden kan değil de atalığının kana bulanmış oturmasıydı. Köşedeki ağaç sekinin üst tarafına çivilenmiş derinin üstündeki şekli gördüğünde ise gerçekten korktu. O insanın iç organlarını gösteren bir resimdi. Samet yukarı taraftaki yüreğin güzel şeklini, aşağıdaki böbrekleri görür görmez tanıdı.
"Sam, ben seni buraya biraz daha geç getirecektim. Ama hakkında hayır vardır. Bak oğlum, bu adamın iç yapısı. Ben ona insanın melekutu diyorum. Onu görmek benim için kolay olmadı. İnsanın bir başkasına ait her hangi bir şeyi almaya hakkının olmadığını belki sen benden daha iyi bilirsin..."
İbni Şefik on beş yaşındaki oğlana durduk yere "Benden daha iyi bilirsin." dememişti. O bir şeye çok memnun olduğu zamanlar Samet’in sırtına vurur, “Benin helalci oğlum!” derdi. Çünkü Samet’in yanında kalmasına helale harama dikkat etmesi sebep olmuştu...
İbni Şefik tam iki yıl önce uzak yurtların birinden beş deve yükü kitap ve ilaç getirmişti. Yükü indirip eve taşımak için yardım gerekiyordu. Gözü müşteri arayan, koşturup duran Samet'e ilişmişti.
"Hey oğlum, bir kişi daha bul da, buraya gel."
Samet derhal bir yoldaş buldu. İki çocuk İbni Şefik’in gösterdiği yükü indirdiler. Sonra onlar kitapları eve taşıdılar. Gün öğleye ulaştı. Öyle de olsa İbni Şefik kitaplarının yanından bir adım bile ayrılmıyor, hem çocukların çalışmalarını seyrediyor, hem de yüküne göz kulak oluyordu. İş tamamıyla bittikten sonra İbni Şefik hamalları yanına çağırıp onlara ücretlerini vermek istedi. Samet’e on beş, yanında getirdiği çocuğa da on dinar verdi. Samet kendisine verilen paranın beş dinarını geri verip:
"Bu bana haram olur." dedi.
"Sen helalı haramı nereden biliyorsun? Ben sana bu parayı içimden geldiği için, yoldaşından çok çalıştığını gördüğüm için veriyorum."
"Siz içinizden geldiği için verseniz de ben içimden gelerek alamayacağım. Biz işe aynı anda başladık aynı anda da bitirdik. Siz alim adamsınız. Herkesin helalı haramı kendi gönlüne göre ölçmesi gerekmez mi?"
"Sana bunu kim söyledi?"
"Hiç kimse söylemedi, kendim biliyorum."
Çocuğun sözüne İbni Şefik gülümsedi. Devrinin büyük din alimlerinin helalı haramı tespit etmek için ciltlerce kitap yazdıklarını biliyordu. Hatta bu kitaplardan birkaçını okumuştu da. Ama o kitaplarda Samet’in söylediği gibi sade ve anlaşılır fikre rastlamamıştı. İbni Şefik işine ihlaslı yapışmasıyla gönlünü kazanan, bunun üstüne bir de bu sözleri söyleyen Samet’i şifahanesinde işe almaya karar verdi. Daha sonra da evsiz yurtsuz, hatta anasının babasının kim olduğunu da bilmediğini iddia eden Samet’i evlatlık edindi..."
Şimdi ise, Samet atalığının en esrarlı odasında gördüklerine hayret ediyor, etrafına şaşkın şaşkın bakınıyordu. Atalığı ona çok önemli bir şeyler anlatmaya çalışıyordu. Ama hemen sonra çocuğun, etrafındaki eşyaların tesirinden kendisini anlamayacağını aklı kesti. İçinden: “İyisi mi bırakayım önce çevresindeki eşyalara bir alışsın.” dedi ve sözünü tamamlayıp, konuşmayı erteledi. Samet hayran hayran insanın iç organlarının şekline bakıyordu. Onlar iki taneydi. Biri yüzüstü, biri de sırt üstü yatan adamın şekliydi. İnsan kemiklerinin birbiriyle birleşmesini gösteren resmi o daha önce de görmüştü. Fakat... Samet farkında olmadan elleriyle kendi karnını belini yokladı. Yanında duran İbni Şefik ona resimde anlaması zor olan öd torbasını, dalağı gösterdi. Sonra mideyi, oniki parmağı, öteki bağırsakları gösterdi. Samet'in birden başı dönecek gibi oldu. Atalığı onu alıp dışarı çıktı. O atalığından bir soru sormak için izin istedi.
"Ne demek oğlum, tabii sorabilirsin. Bundan önce izin istemezdin, yoksa önemli bir şey mi?"
"Ata, gerçekten de insanın tertemiz yüreğiyle içi pislikle dolu karnı birbirine bu kadar yakın mı?"
"Evet oğlum, ama Allahu teala ikisinin arasına sağlam bir perde koymuş..."
Atalığının şifahanesinde hastalara ilaç içirmeye yardım eden, su diyene su verip, ağır hastaların pisliklerini temizlemeye varıncaya kadar her işe koşturan Samet’in günleri, birbirinden pek farklı olmaksızın su gibi akıp gidiyordu. Elinden geldiği kadar Yunanca çalışıyordu. İlaçların hazırlanması, bu işte kılı kırk yaran ölçüler onu kendine çeken işlerdendi. İbni Şefik‘in esrarengiz çalışma odasına ise artık ne zaman isterse girebiliyordu. Şimdi kimsenin aklına onu kilitlemek de gelmiyordu. Samet, İbni Şefik’in onu önceleri niçin kilitlediğini anlayamıyordu. O atalığının öğrettiği gibi elini göğsüne koyup yüreğini dinlerdi. Atar damarların atışını, nabzı sayardı. Hekimlik ona neredeyse her şeyi unutturmuştu.
Bir gün de Samet bir adamın can çekişerek, feci şekilde ölüşüne şahit olmak zorunda kaldı. Böyle korkunç bir olayı daha önce hiç görmemişti. O adam Samet'e hamallık yaptığı günleri hatırlatan Rum Folomey'di.
Şifahanede ağır hastalar ayrı bölümde yatırılırdı. Onların tedavisiyle bizzat Muhammed İbni Şefik ilgilenirdi. Folomey debelenmeye başlayınca işin nereye varacağını anlayan İbni Şefik, bir taraftan koşarak gidip diziyle sırt üstü yatan hastanın iki omzundan sıkıca basmaya başladı, bir yandan da Samet’i çağırdı. Aslında on sekiz yaşındaki büyük torunu Kemalettin, Samet’ten daha büyüktü. Kemalettin’in kardeşi Mahmut da Samet’ten bir yaş büyüktü. Samet atasının sesinin geldiği yere koştu. Aynı şekilde koşarak da Folomey’in yattığı odaya girdi. Ama hastanın haykırışı, çığlıkları onu olduğu yere çivilemişti sanki.
Dedesinin sesinden bir şeyler olduğunu anlayıp koşan Kemalettin, Samet’in yanından geçti, can korkusuna kendisini sağa sola vurup dedesini heyecanlatan Folomey'in ellerini tutmak istedi. Yapamadı. Dedesi ona “Üstüne çık!” diye bağırdı. Kemalettin onun üstüne ata biner gibi çıktı. Mahmut da koştu geldi. O gelmesiyle birlikte kendini, yatanın ayaklarının üstüne attı. Ağzından köpükler saçıp, kan ter içinde kalan Folomey’in kocaman gözleri sanki yuvasından fırlayıp çıkacak gibiydi. Onun ne Kemalettin ne Mahmut hatta ne de onların dedesi umurundaydı. Uzun uzun çığlık atıyordu, bir taraftan da kendi dilinde hızlı hızlı bir şeyler söylüyordu:
"Şimdi kim bana yardım eder? Tanrı mı? Hani onun yardımı? Eğer yapabileceği bir şey varsa daha ne bekliyor, ben ölüyorum. Öldüm, öldüm. Yoksa beni O mu öldürüyor, yoksa ben düşmanımdan mı yardım istiyorum?"
Çevresindekiler Yunancayı iyi bildiği için Kemalettin onun ağzını tutmak istedi. Ama İbni Şefik sinirle onun eline vurdu. Başını kurtaran Folomey, Kemalettin’in elinden kurtulur kurtulmaz bağırmaya devam etti:
"O bana ne belalar gösterdi. Salıncağımın iplerini yaktı. Beni bir ateşten alıp diğerine attı. Çocuğuma ise onu bile çok gördü. Kül oluncaya kadar yaktı. Yandım, yandım. Kendi günümü güzeranımı kendi kendime gördüğümü göremedin mi? Sen ahmakların ahmağısın. Kimse kıskançlıkta seni geçemez... Mesay, Mesay… Sam… Hani Sam?.. Allah beni öldürüyor aaah, Sam! Öldüm… Hani Sam? Sam… Sam…"
Atalığının gazaplı sesinden korkan Samet kendine gelip koştu. Önce atalığının yanına vardı. Hasta yattığı yerde titremeye, inlemeye başladı. O Kemalettin’in elinden kurtulmaya çalışıyordu. Mahmut can korkusuyla kendini sağa sola vuran hastanın üstüne bütün vücudunu atsa da zayıflığı belli oluyordu. Ayaklarla birlikte yukarı kalkıyordu. Ayaklar uzanınca tekrar aşağı iniyordu. Yüzü bembeyaz olan Samet’in birden gözyaşları akmaya başladı. İşte bundan sonra Samet’in dili açıldı ve “Folomey Dayı!” diye bağırdı. Koşup onun yüzünden gözlerinden öpmeye başladı. Aynı anda da yanağını koca yumrukların üstüne koydu. Folomey’in sıkı sıkıya kapanmış yumrukları açılmasa da Samet’in yanağına değer değmez hareketini bıraktı. Samet tir tir titriyordu. Kendisine hakim olamıyor, hastanın bir başını bir ayaklarını kucaklıyordu. İniltiler arasında ara sıra “Rabbim, Rabbim!”diye Tanrı’sını, “Sam, Sam” diye Samet’i çağırıyordu. Onun kapalı gözleri, Samet’in, üzerinde kendini yerden yere vuruşunu görmüyordu .
İbni Şefik vefat eden herkesin başında yaptığı gibi kelimeyi şehadet getirmeye başladı. Debelenmesi yavaşladığı, dedesi de işaret ettiği için Kemalettin son nefeslerini bütün tadını almak istiyormuş gibi ihlasla ciğerine dolduran Folomey’in üstünden indi. Folomey’in nefes alışı, ömür boyu havasız yerde kalıp, tam şu anda hayatının son anlarında temiz havaya çıkarılmış gibiydi. Ne kadar sorarsa sorsun hava ona yetmiyordu.
Kemalettin de dedesiyle birlikte hafif sesle kelimeyi şehadeti tekrarlıyordu. Mahmut da hastayı bırakıp ayağa kalktı. Yalnız Samet yüzünü yerden kaldırmaksızın hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. O son nefesini veren garibanın ayağını sıkı sıkıya kucaklamıştı. Bir yandan da incecik sesiyle “Folomey Dayı, sen güçlüydün hani. Gayret et, biraz daha dayan, ölme! Bu sefer ölme, sonra atam bir ilaç içirir, kurtulursun. Gayret et Folomey Dayı!” diye yalvarıyordu. Dışından baksan bir şey yapamaz desen de başka hamalların yanına varmaya bile cesaret edemedikleri yükleri arkasına alıp ayağa kalkan  Folomey’in ise gözünü açacak takati yoktu. Buna da kızıyordu. Bu kızgınlıkla o son defa silkindi. Her ne kadar kendini zorlasa da açmayı başaramadığı göz kapakları, can bedenden gittikten sonra kendiliğinden açıldı. Fakat, artık ona ne gözünün açılması fayda verirdi, ne sonunda bir türlü kanamadığı hava, kendisinin de hiçbir şeye faydası dokunmazdı artık. İbni Şefik, onu alnından öpüp “Razı ol.”dedi. Açılan göz kapaklarını kapattı.
Torunları da sırayla gidip dedelerinin yaptığı gibi sessiz sedasız yatan ölünün alnından öptüler. Yalvarışları ağıta dönen Samet ise yerinden kalkamamıştı. Mahmut yavaşça onu kaldırdı ve alıp odadan çıktı.
Bu olaydan sonra Samet bir hafta boyunca ağzı uçuklamış halde, ateşler içinde yattı. O Folomey’i, hamallıkta geçen günlerini tabipliğe kaptırıp unutmasına üzülüyor gibi sürekli hatırlıyordu. O zamanlar taşıdığı yükleri ağırlıklarına varıncaya kadar yattığı yerden hatırlıyordu. O yükler şimdi gelip zayıf ayaklarına dizlerine ağırlık veriyor gibiydi. Folomey Dayı ise ne güçlü adamdı.
Çalışkan, uykusuna hakim, hem de güçlü bir adam olduğu için pek müşterisiz kalmazdı. Diğer hamallar arasında onu kıskananlar da yok değildi. Özellikle de Samet’in yoldaşı ondan hoşlanmazdı. Azıcık işsiz kalsalar: “Bağdat’ın bütün yükü Rum Folomey’in sırtından geçer. Bize iş kalacak değil ya...” derdi. Folomey’in Bağdat’a nasıl düştüğünü kimse bilmiyordu. Arap dilini pek iyi bilmediği için mi, yoksa konuşkan olmadığından mı öteki hamalların sohbetine pek katılmazdı. Yalnız işini bilirdi. Onun için de omzunun yüksüz kaldığı olmazdı.
Bir defasında Folomey ya yorgunluğundan, ya da Samet’e acıdığı için zengin bir müşteriyi ona göndermişti. Samet sevinmiş, hemen koşup yoldaşını çağırmıştı. Sonra o birkaç defa da Samet’e yiyecek bir şeyler vermişti. Bunu gören yoldaşı Samet’i kıskanmaya başlamıştı. “Sen beni sinirlendirmek için buncağız yükü bile götüremiyormuş gibi yapıyorsun. Bu yolla da Rum hamalın yanına geçmek istiyorsun.” diye Samet’e söylenirdi. Samet yaşından beklenmeyecek kadar gururlu bir çocuktu. Haksız yere suçlanıp lafın altında kalmaktansa ağır yüklerin altında kalmayı tercih ediyordu. Altından kalkamayacağı yüklerin altına girip bir keresinde belini incitmiş, iki gün yerinden kalkmadan yatmıştı. Onun yatışına acıyıp yiyecek bir şeyler gönderen Folomey’i yoldaşı kovmuştu. Samet yattığı yerden Folomey’e arka çıkmak istedi ama yoldaşı:
"Sen sesini çıkarma da yat. Yoksa it gibi döverim seni. Sonra da atarım sokağa, diye bağırmaya başladı."
Samet dayaktan korkmuyordu. Aslında Folomey’in arka çıkıp dövdürmeyeceğini de kovulunca Folomey’in yanına gitse gününün şimdikinden daha kötü olmayacağını da bilmiyor değildi. Ama şimdi böyle azarlasa da Samet yanından giderse yoldaşının ne yapacağı belli değildi. Bağdat’a ilk geldiğinde gidecek yer bulamayan Samet’i yanına alan adamdı. Kervansaraya gelmiş ve Bağdat’ta ilk defa onun yanında doyuncaya kadar ekmek yemişti. Şimdi onu terk edip bir başkasının arkasına düşmek Samet’in yapabileceği şey değildi. O gerekirse beli kırılsın, dayanacak, onu terk etmeyecekti.
Folomey de Samet’in yoldaşını bir vuruşta yıkabilirdi. Onun terslik edip: “Samet’i azdırıp yanına almak istiyor.” dediğini duyunca neredeyse deve tabanı gibi yumruğunu işe sokacaktı. Başına toplanan öteki hamallar onu zorla tutmuşlardı. Her ne kadar güçlü de olsa her horoz kendi çöplüğünde öter. Folomey yerli Araplarla cedele girmeye çekindi. Belki de alttan aldı, her nedense Samet’e getirdiği şeyleri bıraktı, çabucak geri döndü ve kalabalığa karıştı gitti. Samet yattığı yerden o büyük yumrukların arkasından baktı kaldı.
Folomey gözden yitip gittikten sonra bile sövmeye devam edip gelene geçene maskara olan yoldaşını sakinleştirmek için Samet: "Büyüyünceye kadar yanından gitmeyeceğim." diye söz verdi. Gerçekte ise bu olaydan sonra onun yanında bir gün bile durmak istemedi. Yoldaşı sakinleşip onun belini ovarken "İhtiyarlık zor şeymiş, yoksa sana muhtaç olmazdım ya." dedi.
O adam Samet’i istediği an kervansarayda karnını doyurmak için öte beri koşuşan çocuklardan biriyle değiştirebilirdi. Ama onların hiç birini gözü tutmuyordu. Onların birinin tembel olduğunu düşünse, ötekini hırsız sanıyordu. Bir gün de Samet gelip hamallığı bırakıyorum dediğinde o bir şeyini yitirmiş gibi oldu."Gitsen ezilirsin." dedi. İçinden "Bana borcun var diye göndermesem nasıl olur?" diye düşündü biraz. Ama buna da gönlü razı olmadı. Tam tersine"Gitmeden önce bir güzel karnını doyur." dedi ve elinde avucunda ne varsa önüne döktü. Baba oğul gibi helalleşip, vedalaştılar. En sonunda "Bir daha buralara dönmeye kalkarsan o Rum’un yanında çalıştığını görmeyeyim." diye sözünü hatırlattı. Böylelikle o yoldaşıyla kavgasız gürültüsüz ayrılmıştı.
Yoldaşı tekrar tekrar hatırlatsa da Folomey’le yeniden karşılaşmak, hatta o can verirken de yanında olmak, yerinden kalkamadığında getirdiği bir parça ekmek hakkına, arkasında dağ olup duracak o büyük yumrukları "Allah razı olsun." deyip öpmek, ayaklarını kucaklayıp ağlamak Samet’in bahtında varmış.
Bu vakanın üstünden bir yıl geçti geçmedi Samet  Folomey’i  şifahanelerinde gördü. O Samet’i görür görmez tanıyıp kucakladı.
"Ben şimdi kurtulurum. Allah benim halime acımış, kurtulmam için buralara getirmiştir. Sam, ben şimdi kurtulurum değil mi?"
"Kurtulursun, inşallah."
"Biliyor musun, ben seni çok aradım? Yoldaşına sorsam, 'Bir adam işe almış, kim olduğunu da nerede olduklarını da bilmiyorum.' diyor."
"Beni ne yapacaktın, Folomey Dayı?"
"Şey... Beraber çalışalım demek istedim. Yoldaşından hoşlanmadığın için gittiğini sandım. Bir de zaman zaman canım sıkıldı, seni göresim geldi. Bazen tüm günümü bir yüke el vurmadan seni arayarak geçirdiğim bile oldu. Lüzumsuz yere ezilirsin, sıkıntı çekersin sanıyordum."
Folomey’in asıl yurdu Akdeniz kenarındaydı. O çiftçilikle geçinirdi. Denizin yumuşak havasında, köylerinde ekin iyi biterdi. O ekip biçtiğini satar, ailesiyle birlikte kimseye muhtaç olmadan yaşar giderdi. Kendini bu dünyanın salıncağında gibi hissederdi. Çoğu zaman “salıncağını” denizden esen yumuşak meltem mi sallıyor, yoksa o rüzgardan da yumuşak genç karısı mı sallıyor ayırt edemiyordu. Hem de hiçbir derdinin, hiçbir eksiğinin olmadığını düşünüp: “Salıncağımın bir yanında denizden esen meltem, bir tarafında nazeninim oturmuş, salıncağımı birlikte sallıyor olmasınlar.” derdi.
Folomey’in bir huyundan köylüleri pek hoşlanmazdı. Bir iş için biri kapısını çalsa, onun işini gönüllü yapmazdı. “Yok” diyerek ricacı gelenin yüzüne söylemese de başka birinin işini yapmaktan hoşlanmadığını hissettirirdi. Kendisi de kimsenin kapısına bir ricayla varmazdı. Bu yardımlaşmadan hoşlanmama huyu yüzünden köylüleri ona “tek evli” derlerdi. Bir kez köyde beraber büyüdükleri arkadaşlarından biri ona “Bu huyun boyuna göre değil.”demişti. Folomey köylüsüne saygısından “Boyumla ne işin var?” diye, gönlünden geçen gerçek cevabını vermedi de işi nezakete vurdu. “Ne yapacaksın herkesin dünyada bir konumu var. Kimseye yük olmuyorum, onun için de kimsenin yükünü çekesim gelmiyor. Herkes kendi işini halletse, herkesin işi halledilmiş olur, değil mi?” demişti. Köylüsü başını sallamış: “Herkes işini yapabilse elbette bundan daha iyisi yoktur, ne diyeyim, Allah kuvvet versin.” demiş ve kalkıp gitmişti.
İşin doğrusu, arada bir imece demezsen, ya da komşulardan tohumu yetmeyip ödünç tohum isteyen çıkmasa köylerinde öyle dilencilik edip duran, ya da iki yakası bir araya gelmeyen adam da yoktu. Ayrıca Folomey’in bu yardımlaşmadan kaçması, işi zor gördüğünden değil de kendi kendine yettiğini tasdik ettirmek için gibi görünüyordu. Onun bu hareketlerinden biraz kibir kokusu da gelmiyor değildi hani...
Ama bir kış talih Folomey’in başına büyük bir bedbahtlık getirdi ve onun salıncağını darmaduman etti. Aslında o yurtların kışları korkunç gelmezdi, geldiği gibi de yumuşakça, fark ettirmeden çeker giderdi, ama... Ne de olsa kış kıştır. O kış için de Folomey erzak mı gerek, odun mu gerek hepsini önceden hazırlayıp koymuştu. Ama bedbahtlık kapıyı bir çaldı mı, insanın hazırlığı bütün anlamını yitirirmiş.
Dört yaşındaki küçücük oğluna, neredendir bir yerlerden hastalık bulaştı. O daha yeni yataktan kalkmıştı ki, bu sefer de karısının ateşi yükseldi, yatak yorgan yatmak zorunda kaldı. Folomey karısının durumunun pek hayra alamet olmadığını anlayıp tabip çağırmaya karar verdi. Tabibi komşu köyden getirmesi gerekiyordu. Tabibi çağırıp gelinceye kadar karısına göz kulak olmasını komşu kadınlardan birine rica etse de olurdu aslında ama bu hareket Folomey’in “boyuna yakışmazdı”. "Çabucak gider gelirim, ben gelinceye kadar hiç bir şey olmaz." dedi ve gelinceye kadar evin soğumaması için sobaya doldurabildiği kadar odun doldurdu. Neyse ki tabip köydeymiş. Ama onun Folomey’e hiçbir yardımı dokunmadı. Tabibi alıp gelirken köylerinde uzaktan görünen yalını görünce Folomey’in yüreği cız etti. Yanan eviydi.
Yangını görünce fırladı, koşmaya başladı. Önünden köyün delisi Fişka çıktı. Ama Fişka’nın sözlerini o işitmiyordu bile. Fişka koşarak giden Folomey’le birlikte koşuyor, bir yandan da olayı anlatıyordu:
"Öyle bir yanıyor, öyle bir yanıyor. Böyle bir şey görülmemiştir. Alevler 'pöf ' diye kendini havaya ata ata yanıyor. Böyle bir yangın görülmemiştir. Belki on asır sonra görmeleri mümkün. Görürler, görürler. On asır sonra insanlar ateşle oynarlar. İşte o zaman bundan daha kötüsünü de görürler. Ben biliyorum, görürler. Sen ne diye koşuyorsun? Oraya varsan da seyretmekten başka bir şey gelmez elinden. Varıp oğulcuğunu kurtaracaksın. Git hadi de görelim, koşup gidip, sonra da tavuk gibi boynunu omzuna çekip kalmaz mısın? Orada ateş var ateş 'pöf' diye yanan ateş..."
Fişka’nın söyledikleri doğru çıktı. Ahşap bina söndürülecek gibi değildi. Evin çevresinde toplanan köylüler onu söndürmekten ümitlerini kesmişler, yangının kendi evlerine geçmesinden korkuyorlardı. Onların ateşe yaklaşamadan bakakalmaların sebebi Folomey’in haysiyeti değildi. Şimdi işin o tarafları kimsenin aklının ucundan bile geçmiyordu. Adamlar yangını söndüremeyeceklerini kabul etmişler, sadece temaşa ile yetiniyorlardı şu an.
Folomey’in “salıncağımı sallıyor” dediği deniz rüzgarı, şu an Folomey’e kötülük ediyor, ateşi üflüyor gibi geldi. Folomey evinin çevresinde birkaç kez dolandı ve kendini yere bırakıverdi. Bu işte kendinden başka suçlayacak kimseyi bulamadı. Fakat öyle de olsa içinden: “Kıskançlar günümü güzeranımı kıskandılar. Yoksa hiç böyle bir ateş görülmüş şey midir? Hiç yeni başlarken onu gören bir Allah’ın kulu çıkmadı mı?” diye bakışlarını çevresinde toplanan köylülerin üzerinde dolaştırdı.
Yangını çıkar çıkmaz gören biri olsa da olmasa da artık yapabilecek bir şey yoktu. Folomey, Fişka’nın tavuğu gibi bir süre boynunu omuzlarına çekip oturdu. Ancak yangının gücü azaldıktan sonra eve yakınlaşmak mümkün olmuştu. Ondan sonra Folomey kendini ateşe attı. Karısının cesedini alıp çıktı. Geri koştu. Ama oğlundan herhangi bir işaret bulamadı. Belki dışarı çıkıp kaçmıştır diye komşularının yüzüne ümitle baktı. Ama gören eden çıkmadı. Yalnız Fişka bir sözünde “Oğlunu gördüm, kaçıp gitti." diyor, biraz sonra da "Yanmıştır, yanmıştır, on asır sonra yine yanar." diyor, ipe sapa gelmez sözler söylüyordu.
Köylüleri Folomey’e sahip çıktılar. Karısını son yolculuğuna uğurladılar. Kim bilir belki içinden “Artık şimdi ele benzersin.”diyen olmuştur ama kimse yüzüne bir şey demedi. Folomey, her gecesini diken üstünde geçirse de bir hafta hemşerilerinin evlerinde misafir olmak zorunda kaldı. Herkes “Kış geçsin, yeni ev kurarız.” diye teselli etmeye çalışıyordu. Ama onun derdi yeni bir ev değildi. Ona sanki oğulcuğu bir yerlerden çıkıp geliverecekmiş gibi geliyordu. Köyün çevresindeki otların dibine kadar her yeri ümitle aradı. O oğlunun yanıp kül olduğu fikrine hiç inanmak istemiyordu. Geceleri oğlunu düşünde görüyordu. Düşünde peltek sesiyle “Ben buyada, ben buyada...” diye bağırıyordu. Böyle gecelerde Folomey irkilip kalkar, ağlamaya başlardı. Bu düş üç dört defa tekrarladı. Bir defasında da düşünde kara kömüre dönen karısını gördü. Karısı yattığı yerden oğlunu çağırıyor: “Mesay, Mesay kaç, uzaklara kaç!” diye bağırıyordu. Oğlu kaçıp geliyor, kendini babasının kucağına atıyordu...
Bu rüyasından sonra Folomey köyün papazını ziyaret etti. Papaz onu lafını kesmeden dinledi. En sonunda da teselli etti:
"Belki oğlun sağdır. Ama sen onu bu köyde bulamazsın. Bu yakınlarda olsaydı, şimdiye kadar çoktan bulunurdu. Sen onu dışarda ara, Allah’ın gücü her şeye yeter." dedi.
Folomey de bu köyden göçüp gitmenin kendisi için iyi olacağını biliyordu. Zaten bu zamana kadar onu köye bağlayan, belki oğlumu bulurum diye düşünmesiydi. Papazın sözlerinden sonra bir karara vardı ve köyü terk etti. Ama o oğlundan ümidini kesip göçmemişti. Doğrusuna bakarsan onu bu köye bağlayan bir parça tarladan başka bir şeyi kalmamıştı. Bu tarla ise onun aklına bile gelmiyordu. O oğlunu arayıp komşu köyleri gezdi. Dört yaşındaki bir çocuğun köyden kaçması ihtimalinin yanıp kül olması ihtimaline göre çok zayıf olduğunu bilse de berrak aklı bu konuda bir türlü rahatlayamayan yüreğini ikna edemiyordu.
Yine de birçok derdin dermanı eninde sonunda zaman olur. Zaman Folomey’i teselli edebildi. O çok yurtlar, çok şehirler gezdi. Vardığı yerlerde hamallık etti, evlerde çalıştı, bir şekilde karnını doyurdu, başını sokacak saçak altı buldu. Taşıyacak yük bulsa yetiyordu. Kabus görmesi de yavaş yavaş azaldı. Ama o artık eski Folomey değildi. Bu adamı şimdiki haliyle görenlerin bu bir zamanlar kendine güvenen, dünya yansa bir tutam otu yok dedirten Folomey’dir demeleri mümkün değildi. Sanki kaşları birbirine yaklaşmış, kavisli burnu daha da büyümüş gibiydi. Kakülleri alnını süsleyen kara saçları kırlaşmıştı. Omuzları da kısılmış, sanki boynu içine girmişti. Sadece eski kemikli yapısı kalmıştı o günlerden yadigar.
Ara sıra Folomey de eskisi gibi kendini salıncakta hissedip yaşamayı değilse de biraz haline çeki düzen vermeyi düşünmüyor değildi. Hatta bir yerde yanında çalıştığı bir çiftçinin kızıyla neredeyse evlenecekti. Yine de bir bahane buldu ve vazgeçti. O artık meltemden yumuşak, cana yakın, mülayim nazenin bulamam, birçokları böyle bir şansı ömründe bir kez bile yakalayamıyorken, ben kim oluyormuşum da iki defa yakalayacakmışım, diye düşünüyordu. İşin aslında ise evlenirse, bir köyde devamlı yaşarsa, bu oğlunu bulma ümidinin yitmesi demek olacaktı. Bir ev kenarda dursun, Folomey, bütün dünyayı verseler bu ümidiyle değişmezdi. Bir gün oğlunu bulacağı düşüncesi onun beyninin, yüreğinin gizli köşelerinde ilk günkü gibi duruyordu hala.
Akdeniz'in yumuşak, kumlu sahilinde sırtüstü güneşlenirken onun çıplak karnını kumla örtmeye çalışan oğulcuğu sık sık yanında gibi gözlerinin önünde canlanıyordu. Sonra birden oğlunun anasının kucağında onu emerken gözlerini oynatışı, gözünün önünde canlanan bu manzaranın yerini alırdı. Eskiden kiliseye gidip mum yakarken, dua ederken, duvarlara çizilen resimleri, oğlunu gözünün önünde canlandırdığı gibi gözünün önüne getirebilmek, yanında gibi görebilmek isterdi. Ama çalışması, istemesi boşa çıkar, bunu başaramazdı. O ikonaların önünde "Oğlumu bulmaya yardım edin." diye ettiği duaların gerçekleşmemesini buna bağlardı. Daha sonraları o kilisedeki ikonaların arasında karısıyla oğlunun resmini görmeye başladı. Bu onu korkuttu. "Acaba oğlum da öldü mü?" demesine sebep oldu. Bundan sonra kiliseye gitmeyi bıraktı. Ama bu da onun düşüncesinden kurtulmasına yetmedi. Karısıyla oğlunun şekillerini meleklerin arasında görmesi için, kiliselerin tepelerine asılan haçlara gözünün ilişmesi, kiliselerde çalınan çan seslerini işitmesi kafi idi. Aslında oğlunu meleklerin arasında görmek sevimli bir hayal olsa da Folomey'in hoşuna gitmiyordu. Onun için "Oğlumu melekler yanına almış." demenin "Oğlum kül oluncaya kadar yanmış." demekten farkı yoktu.
Folomey büyük kiliseli şehirlerden kaçmaya başladı. Üç beş hanelik kilisesiz köylerde, mezralarda da iş bulmak zordu. Böylece o kaça kaça Müslümanların yurduna vardı. Kervandaki yolculara yardım ederek, kervansaraylarda yatıp kalkarak Müslümanlara alıştı. Arapçayı az buçuk anlamaya başladı. Hayatı biraz daha zorlaşmıştı ama hiç değilse oğlunun resmini kilise ikonlarının arasında görmekten kurtulmuştu.
Sonra Bağdat’ta Samet’le karşılaştı. Samet’i görünce yüreği cız etti. Neredeyse sırtındaki yükü düşürüyordu. Kendisine ne olduğunu ise birden anlayamadı. Samet’i daha önce gördüğü birine benzetir gibi olmuştu. Ama onu ilk defa görüyordu. Belki onun yanağındaki yara izi dikkatimi çekmiştir, diyecek oldu. Ama işin aslı böyle değilmiş. Folomey o gece yine düş gördü. Düşünde oğlu gözünün önünde büyüyüp Samet'e dönüyor ve:
"Ne o, diyordu, tanımadın mı? Ben senin oğlunum." diyor, sonra yine gözünün önünden kayboluyordu.
Gördüğü rüyaya şaşıran Folomey, fark ettirmeden Samet’i izlemeye, incelemeye başladı. Onun yaşını sorup, hesapladı, oğlunun yaşına denk geliyordu. "Oğlumun bir yerinde belli bir işaret, mesela bir ben var mıydı?" diye hatırlamaya çalıştı, ama hiçbir şey hatırlayamadı. Bilakis oğlunu göz önüne getirmeye çalıştıkça o git gide daha fazla Samet'e benziyordu. Onun yanağındaki, ellerindeki yara izleri de Folomey’in bu inancını arttırıyordu. Samet'e yaraların izlerini gösterip "Bunlar ne?" diye sordu. Samet "Küçükken köpek saldırdı." dediyse de Folomey bu cevaba inanmadı. Sadece Samet’in Rumca bilmeyişi onu biraz şüphelendiriyordu.
"Ne de olsa, o daha yeni yeni konuşmaya başlamıştı o zamanlar. Kim bilir belki ana dilini unutmuştur. Öyle bile olsa buralara nasıl düşmüş olabilir ki? Peki, ben nasıl düştüm? Alın yazısına akıl yetirmek kolay şey mi?" diyen Folomey yavaş yavaş kendini Samet’in kaybolan oğlu olduğuna ikna ediyordu.
O bir şekilde Müslümanların yurduna düşmesinin de Allah tarafından oğlunu bulacağı yere gönderilmesi olduğunu düşünmeye başladı. Özellikle de Samet'in anne babası hakkında hiçbir şey bilmediğini söylemesi onu sevindiriyor, yüreğindeki heyecanlar onu çılgınlaştırıyordu. O hayalinde Samet’i durduruyor, oğlum, oğlum, diye kucaklayıp, bağrına basıyordu. Ama her nedense bir güç sanki onu göğsünden itiyor, bunu yapmaya cesaret edemiyordu. Samet’in bakışlarında evlatlık duygusunun küçük bir kıvılcımını bile göremiyordu. Tam tersine o gözlerin soğuk bakışları adamın gönlünü üşütüyordu. Bir iki kez ona iyilik ettikten sonra Samet’in bakışları biraz değişir gibi oldu. Ama yazık ki onun yoldaşının bağırıp çağırması, başlarına kalabalığı toplaması, hızını kesti. Arapçayı iyi bilseydi, o bu sefer Samet’in kendi oğlu olduğunu herkese aşikar edecekti. Onu da yapamayınca sinirlenmiş, yumruğunu sıkıp olay mahallinden uzaklaşmıştı.
Samet ile o bel ağrısından kurtulduktan sonra tenha bir yerde konuşup anlaşmayı aklına koyan Folomey’in sinirleri derhal yatıştı. Artık ağır yükün altında başını yerden kaldıramadan giderken içinden hep Samet’le konuşur olmuştu. Birbirlerini tanıyıp kucaklaştıklarını hayal ederdi. Sonra sanki Samet anlatıyormuş gibi onun Bağdat'a nasıl düştüğünü, o zamana kadar başından geçen olayları kendine göre kurgulardı. Kendisi de nasıl sıkıntılara katlandığını yanında gibi Samet'e anlatırdı. O artık onun için Samet değil de Mesay idi. Hatta oğlunun Mesay adının nasıl Sam olduğunu bile kendi kendine açıklayabiliyordu. Hep yanında biri var gibiydi artık. Hem de nasıl biri, yıllarca ayrılık acısı çekip yüzüne hasret kaldığı biricik oğulcuğu...
Folomey yolda giderken aynı yöne giden çocukları arkadan Samet sanıp kaç defa aldandı. Samet’in belinin iyileştiğini biliyordu. Onu yalnızken tenha bir yerde durdurup konuşmaya ise, nedendir bilinmez cesaret edemiyordu. Çoğu zaman yalnız başına gezen Samet’le yanında yoldaşı varken karşılaşıyordu, yüksüz olduğu zaman da Samet yalnız olmuyordu.
Sonra birden hayalinde yanından ayrılmayan Samet’le gerçekte karşılaşmamaya başladı. O günkü gürültü patırtıdan sonra birbirlerinin yüzüne bile bakmadıkları yoldaşından Samet’i sormak da ona ağır geliyordu. O adamın başka bir çocukla gezmeye başladığını gören Folomey daha da heyecanlandı. İşi gücü bırakıp Samet’i aramaya başladı. Öteki hamalların Samet hakkında söyledikleri inanılır gibi değildi. Neymiş efendim, onu biri yanına evlatlık almışmış. Şifahanede çalışıyormuş. Mış mış mış... Ama hani o şifahane nerede dese, kimse yerini gösteremiyor. Samet ile kitap indiren arkadaşı o şifahanenin yerini söyleyebilirdi. Ama o da o günkü kavganın şahidi olduğu için Samet’e iyilik yapmak istedi ve bir şey söylemedi.
Bir zamanlar kaybolan oğulcuğu gibi Samet’in de onun gözünün önünden diri diri uçup gitmesi Folomey’e kötü tesir etti. Sanki tam tutacakken bahtını tekrar elinden kaçırmış gibi oldu...
Bu vakaları Folomey İbni Şefik’e anlatırken Samet’in kendi oğlu olabileceğini tasdik ettirmek istiyordu. Onun için Samet’e bağladığı ümit, derdinden kurtulmaktan daha mühim görünüyordu. Ama Folomey bu konuda Samet’e bir şey söylememesini rica etti.
"Eğer buradan sağ salim çıkabilirsem, Sam'la kendim konuşurum. Eğer bu dediğim olmazsa 'Babam öldü.' diye boş yere üzülmesin. Fakat sizden tek ricam onun yanıma sık sık gelmesini sağlayın. Hem de birden ölürsem son nefesimde onu görerek öleyim..."
Bu zor sohbetten sonra hastasını teselli eden İbni Şefik onu rahatlatmaya çalıştı. Samet‘in onun oğlu olabileceğini birkaç kez tasdikledi. İbni Şefik adamın her ne olursa olsun yürekten istediği bir arzusunun gerçekleşmesinin derdini hafiflettiğine, hatta ölümcül hastalıklardan bile kurtardığına çok şahit olmuştu. Onun için Samet’in oğlu çıkması durumunda Folomey'in hastalıktan kurtulabileceğini düşünüp sevindi. Bir taraftan da "Bunları Sam bilmesin." demesine karşı çıkmadı. O konuda da ona hak vermişti.
İbni Şefik uzun uzun düşünüp, gerçekten bu konuda Samet'e bir şey söylemek için henüz erken olduğuna karar verdi. Kendi kendine: "Folomey biraz iyileştikten sonra Sam'a tanıtılsa faydalı netice verir. Yoksa elimizde sadece kuru kuruya Sam'ın kalbini yaralamış olmak kalır." dedi. Ama belli bir karara da varamadı. "Sam babasının kim olduğunu o dünyadan gittikten sonra bileceğine sonu nasıl biterse bitsin diriyken bilse iyi olmaz mı? Sonradan 'Ne diye vaktinde söylemediniz?' derse ne cevap veririm?"
İbni Şefik alelacele bu sırrı aydınlatmanın çaresini aramaya başladı. Ama bir çıkış bulamadı. Şimdi Folomey’in iyileşmesini bekleyecek değildi. Samet’i yanına çağırdı. Ona tüm ciddiyetiyle anne babası hakkında sorular sordu. Samet yüzünü yere eğip "Bilmiyorum"dan başka cevap vermedi. Dikkatinden hiçbir şey kaçmayan İbni Şefik Samet'in boynundaki alaca ipi, ipe takılı boncuğu eliyle gömleğin dışına çıkardı ve:
"Bunu kim taktı?" diye sordu.
Samet cevap vermedi.
"Oğlunun boynuna böyle şeyleri sadece anneler takmış olabilir. Söylemen lazım. Sen en azından anneni görmüş olmalısın. Söylemezsen beni saymıyorsun demektir."
"Ben mutlaka birinin oğlu olmak zorunda mıyım? Benim annemin babamın kim olduğu neye yarar? Eğer onlar bana lazım değilse siz ne yapacaksınız bilip? Benim babam yok dedim ya. Ben öksüzüm. Atam, yoksa siz benim atam olmak istemiyor musunuz? Bu boncuğu da... Bu boncuğu da..."
Hareketleri değişen Samet boynundaki boncuğu başından çıkarmak istedi. Ama boncuk başından geçmeyince bu sefer koparmaya çalıştı. İbni Şefik onun eline yapıştı. Samet tir tir titriyordu.
"Hadi oğlum, biraz rahatla. Tamam söylemezsen söyleme. Fakat boncuğa bir şey yapma. Hadi oğlum, biraz sakinleş..."
İbni Şefik, Samet’i zorla kendine çekip kucaklayıp durdurdu. Ağlamaya başlayan Samet:
"Atam, onlar lazım değil bana. Ben de onlara lazım değilim. Allah insanları anne babasız yaratsa ne olurdu sanki." diyordu.
"Böyle şeyler söyleme oğlum. Sakinleş biraz. Sen benim en akıllı oğlumsun. Al su iç. Şimdi yanlış şeyler söylediğin gibi belki anne baban hakkında da yanılıyorsundur. İyisi mi seninle Folomey Dayın hakkında konuşalım. O senin kendi oğlu olduğunu sanıyor."
Atalığının yumuşak sesiyle yavaş yavaş yüreği yumuşayan Samet, Folomey Dayının başından geçenleri hayretler içinde dinledi. Ama bu maceranın sonunun kendisi ile bitmesi onun yüzünü değiştirdi. İbni Şefik çocuğun yüzünü kendince yorumlayıp:
"Babanı iyileştikten sonra burada işe alırız. Böylece benden de ayrılmamış olursun, işleriniz de düzelir." dedi.
"O benim babam değil. Benim babam... Benim babam sarayda. Cellatlık yapıyor... Babam büyüyünce beni de cellat edecekmiş. Dedem de cellat imiş. Babama da işini o öğretmiş. Babamın niyetini bana annem söyledi. Biz Gürgenç’te yaşıyorduk. Annemin Gülnesibe adlı, Bağdatlı bir arkadaşı vardı. Ben onlardan Arapça öğrendim. Bir gün de Bağdat'a giden kervana takılıp evimizden kaçtım. Anne babamın kim olduğunu kimseye söylemeyeceğime dair, Kur'an'a el basıp kendi kendime ant içtim… Bana daha fazlasını sormayın lütfen." diye, başından geçenleri anlatan Samet yaş dolu gözlerini yerden kaldıramıyordu.
İbni Şefik:
"Bir seferlik Allah affeder. Yeminini ben bozdurdum. Günahı benim olsun. Allah kerimdir. O kullarını bağışlar, onlara yardım eder. Şimdi sen git, biraz dinlen. Sonra konuşuruz." dedi.
Samet atalığının yanından ayrılamadı.
"Tamam, gel öyleyse Folomey Dayına ilaç hazırlayalım."
"Atam, ben annemi de babamı da yok sayıyorum. Belki de ben kaçtım diye babam annemi öldürmüştür."
"Sen ağlama oğlum, hepsini araştırıp öğreniriz."
İbni Şefik Samet’i yavaş yavaş sakinleştirdi.
"Ata, Folomey Dayı müslüman değil ki, o kurtulursa ben nasıl onun oğlu olurum?"
"Hayır oğlum, yalan söylersek olmaz. Sam, ben senin aklına inanıyorum. Sen şimdi Folomey’e oğulluk olmaya bile hazırsın. Kendi anne babandan ise yüz çeviriyorsun. Belki onlar da Folomey’in oğlunu arayışı gibi seni arıyorlardır, neden olmasın? Sen şimdi git bu meseleleri güzelce düşün. Sonra konuşur belli bir sonuca bağlarız."
İbni Şefik hekim olduğu için adamları pek dinlerine göre ayırmaz, işin bu tarafına dikkat etmezdi. Herkesin Allah'ı bir, derdi. İbni Şefik Samet'in temiz kalbini görüp ona yapması gerekenleri söylemeye başladı. O söylemese de Samet Folomey'i babası gibi görüp, ona hizmet etmeye hazırdı. Üstelik o, Rumca öğrenmesine de yardım ediyordu.
Folomey neredeyse iyileşiyordu. Böbreği iyileşip, yüzündeki şişlikler inmeye başlamıştı. Ama İbni Şefik onun kalbindeki eksiklikten korkuyordu. Neticede onu kurtaramadılar işte...
Ölmezden bir hafta kadar önce İbni Şefik onun yanına gelip bir ricada bulundu. Ricasını söylemeden önce uzun süre şifahaneyi açış macerasını anlattı. O ise Samet’le ilgili şeyler işitmek istiyordu. Samet’in burada çalışmasını sağlayan helal haram meselesini tekrar tekrar anlattırmıştı. O bu olayı İbni Şefik'e bir kez daha anlattırdı. İbni Şefik vaktinin kıymetini çok iyi bilse de, Folomey'in kalbini kırmadı. Çünkü onun şimdi Folomey'e açacağı mesele çok önemliydi. O Folomey'den birden ölecek olursa cesedini kesmek için izin isteyecekti. Ne kadar zor olursa olsun, başkalarının hastalığını teşhis ve tedavi için zaruri olduğundan kendisini zorlayıp ricasını söyledi.
Folomey:
"Sağlığımda feleğin beni doğram doğram doğraması yetmez mi? Şimdi de öldükten sonra sen mi keseceksin?" dedi de, yattığı yerde dönüp, yorganı başına çekti.
İbni Şefik yüzüne tokat yemiş gibi yerinden kalktı. Odadan çıkar çıkmaz Folomey işaret ederek onu çağırdı. Folomey bir zamanlar köyünde "tek evli" adını aldığını hatırladı. Bu durumu o talihsiz kış gününden sonra çok hatırlamıştı. O yangın yüzünden komşularına karşı tutumunun yanlışlığını çok düşündü. Artık o zamanki düşüncelerinden dolayı insanlardan özür dilemek istiyor gibi herkese yardım etmeye çalışıyordu. Eskiden başkalarının ihtiyaçlarıyla uğraşmayı zor gören Folomey şimdi bazı şeyleri istenmeden yapıyordu artık. Hatta hamallık yaptığı zamanlarda en ucuz ve en güçlü hamal o olmuştu. Bugün yiyeceği ekmeği bulsa yarınını düşünmeyen Folomey, hamal tutmaya parası yetmeyen ihtiyarların yüklerini de para almadan, fisebilillah taşıyıverirdi. Şimdi de bu sözlerimle kibirlenmiş mi oldum acaba, düşüncesiyle İbni Şefik’i durdurmuştu. Ölmeden önce son defa kendisinden bir ricada bulunana, hem de kendisine bunca iyiliği dokunan bu adamın ricasını geri çeviremezdi. Eğer İbni Şefik’i durdurup geri çağırmasaydı yüreği iyice yufkalaşan Folomey’i ecelden beter sıkıntıya sokabilirdi.
Geri dönen İbni Şefik, onun yanına oturdu.
"Bana soracağına öldükten sonra ne yapacaksan yapsaydın sana kim engel olabilirdi? Yoksa dirilip yakana yapışacağımı mı sandın?"
"Beden sana ait Folomey, senden izinsiz onu kesemem."
"Tenden canım çıktıktan sonra onun boş bir çuvaldan ne farkı var? Çuval da bir işe yarıyor ama cesedin yaradığı bir iş yok."
"Sen iyi söyledin. Boş çuval bile bir işe yararsa bu kadar yıl en değerli şeyimizi, canımızı, ruhumuzu taşıyan cesedimizin hiçbir şeye yaramayacağını nasıl düşünebilirsin?"
"Madem öyle onu nasıl kesebileceksin?"
"Ben de onun için sahibinden izin istiyorum ya. Sonunda ben onu yine önceki haliyle dikerim. En sonunda da bu yaptıklarım için Allah’tan beni affetmesini dilerim. Hem de bu işin bir başka insanın canını kurtarmaya yardım edeceğine inanıyorum."
"Şimdi bana şunu söyle, öbür dünyaya tenim yaralı varırsam sizin dininize göre günahkar sayılır mıyım?"
"Ben bunu tam olarak bilmiyorum. Ama bildiğim kadarıyla oraya bizim ruhumuz gider."
"Madem öyle, istediğini yap. Fakat Sam bunu bilsin..."
"Eğer yanlış biliyorsam..."
"Yine de razıyım..."
İbni Şefik Folomey’in yanından çıkarken, o razı olduğu için sevincinden gözleri yaşarmıştı ve ne yapacağını bilemiyordu. İlk defa kendini bu mesleğe adadığına üzüldü. Folomey ölürse, onun cesedi keseceği ikinci ceset olacaktı.

*

Faruk uyandı. Hatta dirseğine dayanıp dikildi. Bunu gören Es-Samet konuşmasını hemen kesti ve çabucak Faruk’un yanına gitti. Şemsi de onun yanındaydı. Es-Samet Faruk’un arkasına yastık koydu, ona aç karına içirmek için hazırlayıp koyduğu ilaçları içirdi. Öğleye doğru Faruk’un durumu biraz daha iyiydi. Yolculuğa devam etmeyi arkadaşlarına kendisi teklif etti. Yiyecek içeceklerinin azalması da onları çarçabuk yola düşmeye mecbur ediyordu. Şemsi arkadaşının rahat bir yolculuk yapabilmesi için heybelerden onun uzanıp gidebileceği bir düzenek hazırladı. Faruk’u deveye bindirdiler. Es-Samet ona ağrı kesici ve uyutucu ilaçlar verdi.
Üstü yüklü develeri birbirine bağladılar ve yola revan oldular. Altlarındaki develerden başka iki deve ayakkabı, iki deve de Es-Samet’in kitaplarını ve diğer eşyalarını taşıyordu. En öne Şemsi geçti. Onun arkasına Faruk’un devesini ondan sonra da giderken hastasını görebilecek şekilde Es-Samet’in devesini bağladılar. Es-Samet, daha sonra yük taşıyan develeri bağlamaya başlayan Şemsi’yi durdurdu. O ayakkabı taşıyan develerin arkasına bağlanan kitap yüklü develerin yerini değiştirmesini söyledi. Şemsi gülümseyerek arkadaşının söylediğini yaptı. Yarım saat kadar gittikten sonra Es-Samet Faruk’un durumunu yoklamak için develeri durdurttu. Faruk dünyadan habersiz yatıyordu. Develerin yola çıktığını bile anlamamıştı.

(Devam edecek.)


Yorumlar

Popüler Yayınlar