DAĞ YERE SİNİNCE

Orazgılıç Çarı
Çeviren: Hüdayi Can

1878 ocağının gazaplı kış gecelerinin biri daha tükenip, dünyanın aydınlanmasına az bir zaman kalmıştı ki bir kadın Govşut Han’ın kapısının önünde belirdi.

- Hu, Humsagül, hu, Humsagül, bir parça köz versene, sönmyesice ocağın közü kalmamış.

Humsagül eskiden beri tan atmadan uyanırdı. Dünya alacakaranlıktayken ocağın külünü arıtırdı, akşamdan kalan közün üstüne odun atıp, abdest suyu ısıtmak da onun her gün yaptığı işlerdendi.

- Ah, yatakalmışım. Bir karabasan abanmış gibi, deyip, dışardan gelen kadın sesiyle birden uyanan Humsagül derhal ayağa kalktı.

- Hu, kız, eyvanda bekleyiver, dışarının soğuğu çok fena. İşte, hemen ateş alır gelirim.

Maşa aramak için evin içini dören ev sahibesi topaç gibi şuursuz dönmete olduğunu hissetti. Ah, evin başköşesinde maşanın ne işi var, desene. İşte, her zamanki yerinde duruyor.” Sonra ocağı temizlediği küçük küreğiyle biraz kül aldı, maşayla ocaktan üç dört parça köz alıp, külün üstüne koydu, sonra yine külle üstünü örttü. Humsagül, ateş istemeye gelen kadının işini bitirmek için eyvana doğru yürüdü. Elindeki küreği ateş istemeye gelen kadının kabına boşaltır boşaltmaz o kadın kapıya yöneldi. Alacakaranlıkta Humsagül onun kim olduğunu bile anlayamadı. “Uyurgezer gibi oldum kız bugün, kimdi acaba o kadın? Sesi Mamagül’ün sesine benziyordu. O Mamagül olsaydı böyle yüzünü göstermeden gider miydi ki? Acaba çok acele bir işi mi vardı?” Bu olay üzerinde uzun uzun düşünmeye Humsagül’ün vakti yoktu. Su ısıtmaya, yiyecek içecek birşeyler hazırlamaya çalışırken sabah gelen kadını tamamen unutmuştu.

Dışarı çıkıp abdest alıp gelen Govşut Han namazını kılıp, çay içmek için sofranın başına oturdu. Aslında bugün onun pek rahat çay içtiği de söylenemez. Ayağının tabanındaki sızıya başlarda pek ehemmiyet vermemeye çalıştı. Öyle az bir ağrıya sen misin demek Govşut Han’a yakışır mıydı. Ama dediği gibi olmadı. Başta bir sızı dediği şey, keskin bir ağrıya döndü, ağrı adeta kemiklerini kemirmeye başladı. Aman Rabbim, bu da nesi? Böyle karışık günlerde böyle bir olmayacak dert yüzünden kenarda oturmak mı gerekecek şimdi? Acısı gittikçe güçlenen sol ayağının tabanına bakan Govşut Han’ın tüyleri ürperdi. Tabanında oluşan kanlı yara oldukça genişlemiş, kıpkırmızı duruyordu. “Akşam yatarken benden sağlam adam yoktu. Sabah kalktığımda da turp gibiydim. Bu nasıl iş oldu ki böyle?” Birden Govşut Han’ın kalbinde bir yerlerden bir korku girip çöreklendi. Uzun yıllardan beri bu duygudan habersiz olduğundan mı nedendir, bu duygu onu biraz heyecanlandırdı da. Ömründe birkaç kez ölümle buru buruna gelmişti. O anlarda bile böyle bir duygu yaşamamıştı. Doğrusu o ölüme alışmıştı. Dosdoğru üstüne gelen ecelin ondan savulması, helak olacağı anlarda da burnu bile kanamadan tehlikeyi atlatması ölümün aslında hakkında düşünmeye bile değmeyecek bir şey olduğu düşüncesinin güçlenmesini sağlamıştı. Herkes kendisine verilen nefesi sonuna kadar sayacaktı. Şahidi olduğu ölümlerin çoğunu sadece kaderle izah edebilir. Kader inancı olmasaydı o peşine düşüp genç yaşta bu dünyayla vedalaşan delikanlıların ailelerinin gözüne nasıl bakabilirdi? Savaşta vefat eden babalarının müşfik yüzünü seyretmekten mahrum olan çocukların yüreklerinden çıkan ahlar onu çoktan yere sokmuş olmaz mıydı? Bu müslüman kulların içinde kim bu dediklerinin tersini söyleyebilir? Hanlığın canının istediği gibi hareket etmek olduğunu zanneden bir iki hafifmeşrepten başka onun hanlık yüküne heves edebilecek kimse var mıdır? Halkın önüne düşmek uğruna işlediği günahlarla sevapların hesabını karıştıranın yazık gününe! “Allah şahittir, ben kendi menfaatim için bu yola girmedim. Ben halkıma huzur istedim. Türkmen’in başı eğik gezmemesini istedim...”

Govşut Han’ın tabanında oluşan yara gittikçe büyüyordu. O böyle bir yarayı daha önce görmemişti. Her türlü dert olacak anlaşılan. Sanki lazım olacağını biliyormuş gibi Kara Tabip de uzak akrabalarını ziyarete gitmiş. Her halükarda onu bulmaya çalışmak lazım. Govşut Han yüksek sesle boğazını temizledi. Onun huyunu bilen Humsagül hemen oturduğu odaya girdi.

- Yaylım’a söyle Kara Tabip’ten haber tutsun. Eğer o akrabalarından döndüyse yanıma bir gelsin.

Kocasının sesinde hiç endişeli bir hal hisstmeyen Humsagül oğlunu Kara Tabip’in evine göndermek için dışarı çıktı. “Sabah sabah tabibi ne yapacak acaba, neyse, hayır olsun.”

Govşut Han tabiplerden sadece Kara Tabib’e güveniyordu. Sen kim olursan ol mutlaka sağın solun ağrır. Han’ın da seyrek de olsa tabibe müracaat etmesi gereken zamanlar oluyordu. Kara Tabip’in ağzı sıkı olduğu için Han’ın hastalığından kimsenin haberi olmazdı. Hatta karısı bile bunca yıl aynı yastığa baş koymuş olsalar da onun ne zaman neresinin sızladığını bilmez. Govşut Han ömründe kendi karısından mert kadına rastlamamıştı. Nereye giderse gitsin, geride bıraktıklarından emindi. Kendisi yokken misafir de gelse karısı onu kocasının yerine ağırlar, derdini dinler. Kısacası hanın yokluğunu ona hissettirmez. Ama yine de kadın kadındır. Tüm anaların anası Havva anamız şeytanın lafına inanıp her şeyi karıştırmadı mı? Bunlar ne ki onun yanında? Karısına ne kadar güvense de Govşut Han hiç bir zaman ona sonuna kadar içini dökmemiştir. Sen halkın önüne düştükten sonra, artık fikirlerin de, duyguların da, sırrın da sadece sana ait olmaktan çıkıyor. Sırrın halkın sırrı haline geldikten sonra onu kime açabilirsin? Han zayıflarsa, halkı ne yapsın? Hanlarının rahatsızlandığını duyan halkın bedeni üşümez mi?

Kara Tabip’in akrabalarından dönmediğini öğrendikten sonra, Govşut Han bir süre ne yapacağını bilemeyecek gibi oldu. Ayağındaki yara da yavaş yavaş büyüyordu. Yara büyüdükçe ağrı da güçleniyor gibiydi. Sonra birden uykudan uyanmış gibi oldu. Sakın bu düşmanlarından gelen bir zarar olmasın? O, Sarı Han’ı zehirlemeye çalıştıklarını biliyordu. Bir defasında Govşut Han’a geldiği zaman ayakkabısını eyvanda bırakmamış, yanına alıp, keçenin altına sokmuştu. Sonra Govşut Han’ın soran gözlerini görünce:

- Han Ağa, bu can artık bize ait değil ya, hatta giydiğimiz ayakkab bile halka ait, emanet de gözünün önünde olsa iyi, demişti.

Govşut Han o zaman arkadaşının bu hareketiyle alay etmediyse de kendisi için bir ders çıkarmak da aklına gelmemişti. İnşallah bu ecelin onu kendine alıştırıp gözünü bağlaması değildir. Yoksa o kader diye tevekkülde aşırı gidip tedbiri elden mi bıraktı? Şu an aklına gelen şeylere bak işte.

Kara Tabip birçok hastalığı üzerliğin yardımıyla tedavi ederdi. O: “Bu ot bir mucizedir.” derdi. Savaş meydanında yiğitler yaralandığında da ilk işi yaranın üzerini üzerliğin suyuyla yıkamak olurdu. Artık Govşut Han’ın derdini eşiyle paylaşmaktan başka çaresi kalmamış gibiydi. Başına gelen bu belayı ondan her ne kadar gizlemeye çalışsa da olmaz. Başına bir şey geldiğini karısı en azından öğle namazı girince anlar. Govşut Han genellikle öğle namazı kılmak için abdestini tazelerdi. Abdest suyunu hazırlamak da Humsagül’ün adet haline gelmiş görevlerinden biriydi. Ayağındaki yara böyle büyümeye devam ederse abdest alabileceği alamayacağı da şüpheli. Abdest almadı diyelim, bu sefer de karısının soran gözlerinden kurtulamaz. Sanki bir derde yarayacağını biliyormuş da tersine yapıyormuş gibi Kara Tabip’in olmayışı vardı bir de. Oğullarına da pek güvenemiyor... Tekrar öksürdü. Sanki kapıda bunu bekliyormuş gibi duran Humsagül hemen odaya girdi. Govşut Han kendi kendine “Bak şuna, bir şey anlamış gibi, evin yanından ayrılmıyor.” diye düşündü.

- Humsagül, hadi, bir leğen sıcak suyla bir tutam üzerlik getir, ne yani biz Kara Tabip kadar yok muyuz?

Karısı yüzüne şaşırarak baktı. “Şaka nereden aklına geliyor şimdi bunun, baksana sesi de biraz kibarlaşmış gibi.”

- Üzerlik neye lazım oldu, efendi?

- Ayağımda bir yara çıkmış. Kara Tabip’in esas ilacı bu. Sanki üzerlik suyuyla yıkasam faydası olacakmış gibi geliyor.

Kocasının sözleriyle nedense Humsagül’ün yüreği cız etti. Sanki bu sözlerde bir çeşit çaresizlik hissediliyordu. O şimdiye kadar kocasını hiç bu durumda görmemişti. O kocasıyla dertleşip, havadan sudan sohbet ettiğini de hiç hatırlamıyor. Öyle de olsa o bir an bile buna üzülmemişti. Arkasında bir dayacak dağı vardı ve bunu hissetmesi ona yetiyordu. Humsagül de öyle nazmış, edaymış hoşlanmazdı böyle şeylerden. Hiç dile gelmese de her şey ikisi için de açıktı. “Ah, bugün bana bir şey oluyor. Kalktım kalkalı bir şey içimi kemiriyor sanki, neyse, sonu hayır olsun.” Humsagül, buğusu tüten bir leğen sıcak suyla bir tutam üzerlik alıp döndüğü zaman Govşut Han eski alışkanlığı üzerine halini belli etmemeye çalıştı. Yoksa ayağındaki yara onda hiç rahat bırakmamıştı. O bir baksan sulanıyor gibiydi de. Birçok işi onu beklerken böyle evde oturup kalmış olmasına da canı yanıyordu. Onun çalışma sistemine de herkes alışmış. Kendisi başında olmasa işler bir türlü ilerlemeyecek gibi.

- Elindekileri bırak da işinin başına git, kendim bir çaresine bakarım, ne yani biz Kara Tabip kadar yok muyuz? İnşallah herşey iyi olur.

Govşut Han, kendi haline kızmaya başlamıştı. “Teselli etmeye çalışmak neyine gerekti? Kadın milletinin sezgisi güçlü olur. Bunlar bir ağlayıp sızlamaya başlarlarsa, herşey karıştı demektir.” Govşut Han karısının öyle kadınlardan olmadığını bilse de aklından farkında bile olmadan böyle sözler geçirmişti işte. Kim bilir...

Humsagül tekrarlatmadan çıkıp gittikten sonra Govşut Han tabiplik etmeye başladı. Kuru üzerlik demetini sıcak suda iyice yumuşattı. Sonra yumuşayan üzerliği alıp yarasına sürtmeye başladı. Bundan da bir sonuç alamadı. Tersine üzerlik sürterken yaraların yüzünü sıyırmış gibiydi. Yaralar gittikçe daha sulanıyordu. Govşut Han ayağındaki yaranın şakaya gelmeyeceğini anlamaya başlamıştı. Kara Şeytan’ı çağırtmaya karar verdi...

Kara Şeytan dedikleri bu civarda feleğin çemberinden geçmiş adamlardan biriydi. Bir kan davasına karışıp genç yaşta Buhara’ya göçmüştü. Ona bunu kocaların tavsiyesiyle Govşut Han da tavsiye etmişti. Buhara’ya yerleştikten sonra Kara Şeytan ticaretle uğraşmış, iyice zenginleşmişti. Emirin güvenini kazanmayı da başarmıştı. Onu Buhara’da Kara Dadho adıyla tanıyorlardı. Govşut Han Rus ordusuyla savaşan Buhara emirine yardıma gittiği zaman görüşmüşler, Kara Şeytan yurduna dönmek istediğini hissettirmişti. Sonunda da köyüne dönmüş, biraz Govşut Han’ı arkasına alarak, biraz paranın gücüyle davacıları vaz geçitmeyi başarmıştı.

Kara Şeytan Govşut Han’ın ayağındaki yarayı görür görmez durumun iyi olmadığını anladı. Bu basit bir yaranın oyunu değildi. Yine de endişesini dışına çıkarmadan olayı tahkik etmeye çalıştı.

- Han Ağa, ayağına ne oldu? Daha dün sapasağlandın sanırım.

- Abdest almaya çıktığımda da bir şey hissetmedim, namazımı da rahatça kıldım sonra tabanımda bir çeşit kaşıntı hissettim. Sonra da bu yara oluştu, büyümeye başladı.

Kara Şeytan, gayri ihtiyari başını salladı, acaba endişesi doğru mu çıkıyordu?

- Han Ağa, yengeyi çağır, bir şey sormak istiyorum.

Kocasının öksürüğünü duyan Humsagül içeri girip, ne denilecek diye beklemeye başladı. Kara Şeytan endişesini belli etmeyen sesiyle ona sordu:

- Yenge, bugün sabahleyin evinizin çevresinde yabancı biri göründü mü?

Kara Şeytan’ın sesi her ne kadar endişeden uzak çıksa da Humsagül’ün yüreği cız etti. Bu soru durduk yere sorulmuş olamazdı.

- Kara kardeş, hiç yabancı görmedim. Sadece erkenden Mamagül köz alıp gitti.

- Başka kimseyi görmedin mi?

- Hayır, ezandan beri bu civarda hiç yabancı görmedim.

Kara Şeytan düşünmeye başladı. Bu olaylarla Mamagül’ün ilgisi olamazdı. Her halükarda onun da gözüne bir doğrudan bakmak gerekti. Şeytanın hilesi kıt değil ki...

Kara Şeytan birden uykudan uyanmış gibi oldu. Kulağında geçen akşam karısının söylediği sözler yankılandı: “Zavallı Mamagül de ağır hastaymış. Bir haftadır ateşi düşmüyormuş. Küçücük çocuklarını arkada bırakıp gidecek mi acaba talihsiz?” Dün ölüm döşeğinde yatan birinin bugün gün doğmadan köz almaya gelmiş olması gerçekten de tuhaftı.

- Sabah gelen gerçekten Mamagül müydü?

Kara Şeytan’ın bu sorusu bir kazan kaynar su gibi Humsagül’ün başından döküldü. O an sabahleyin Mamagül’ün hareketlerini garipseyişini hatırlamıştı. “Vah, o zavallı ağır hasta değil miydi?” Humsagül kendisine yöneltilen soruya cevap vermeye de gerek görmeden dışarı fırladı. O çoktan Mamagüllerin kapısındaydı. Yerinden kalkamayan Mamagül’ü görünce daha da telaşlandı. Hiçbir şey söylemeden geldiği gibi geri döndü. Hastayla uğraşan kadınlar onun geldiğini bile anlamadılar.

Şimdi Humsagül’ün yüreği ağzından çıkacaktı neredeyse. O geri dönüp, kocasıyla Kara Şeytan’ın yüzlerindeki rahatlığa aldanmak istediyse de kalbi bu işte bir terslik olduğunu sezmişti. Kara Şeytan sabahki kadın hakkında daha detaylı bilgi aldıktan sonra kimseye hissettirmemesini tenbih edip Govşut Han’a işaret etti. Han’ın sesi rahattı:

- Humsagül, işinin başına dön. Benden habersiz birine bir şey söylemeye ya da bir şey yapmaya kalkma.

Humsagül çıktıktan sonra Kara Şeytan, Govşut Han’a:

- İş karışık, Han Ağa, dedi. Bu işte düşmanın eli olalı. Ayağındaki sıradan bir yara değil, zehirin işi olmalı. Zehire karşı üzerliğin yapabileceği bir şey yoktur. Bunun başka bir çaresini bulmak lazım.

Birden birşey aklına gelmiş gibi Kara Şeytan birden yerinden kalktı da odadan çıkıp elinde Govşut Han’ın dışarı çıkarken giydiği ayakkabı, dönüp geldi.

- Zehir ayakkabına dökülmüş olmalı. Hem de sol eşine. Bunu başka biri ayağına sokmasın, arkada koy, Han Ağa.

Govşut Han düşmanlarından böyle bir namertlik beklemiyordu. Acaba büyük savaş meydanlarında kazandığı zaferler onun gözünü mü kapadı? Sarı Han’ın tedbirini aşırı bulan kendisi değil miydi? Sarı Han giyip geldiği ayakkabıyı oturduğu keçenin altına soktuğu zaman ona birşey söylemediyse de içinden: “Üstüne gelen ecelden böyle kurtulmak olur mu ki?” diye düşünmüştü. Yoksa Sarı Han’ın hareketi onun için bir uyarı mıydı? Olacak işe çare yoktur ama böyle eli kolu bağlı oturmak da olmaz. Kara Tabip’in de bulunamayışını desene. Bir terslik gelirse, tersliği yine terslik takip eder dedikleri gibi bu gün her iş ters gidiyordu.

Govşut Han’ın ayağının ağrısı gittikçe güçleniyordu. Artık tabanının eti su olup akmaya başlamıştı. Bunu görüp, önceden nice yaralar görmüş han bile bir tuhaf oldu. Savaşta alınan yara tamamen başkaydı. O yara ölüm tehlikesi taşıyor mu, yoksa kendi kendine bitmesi mümkün mü bir bakışta anlaşılırdı. Ayağıdaki bu yara ise daha önce gördüğü işittiği şey değildi. Yabancı bela her zaman korkutur. Kendi haline de yanmıyor değildi. Sonunda olacağı bu muydu? Tüm işini bir kenara koyup, sadece kendi derdiyle ilgilenmek ona kötü tesir ediyordu. Kendisi yüzünden halkın içinde yayılacak endişeden, karışıklıktan utanıyordu. Lüzumsuz yere halkı endişelendirmeye hakkının olmadığını iyi biliyordu. Bu uygun fırsattan faydalanıp bazı düşmanlarının halkın içinde karışıklık çıkarmaya çalışmaları da mümkündü. Zaten halk ikiye bölünmüş gibi. Ruslarla savaşmayı faydasız bulanlar da epey var. Govşut Han bu adamların durumunu da iyi anlıyor. Onlar ne kadar gözüpek olsalar da sonunda bir gün kanlı savaşlardan mutlaka bıkarlar. İnsanın yaratılışı böyle. Birden aklına Hocamşükür Han geldi. O, komşu devletlerle barış yolları arıyordu. Halkın çapulculuğu bırakıp geçimini çiftçilikle sağlamasını, okumasını istiyordu. Aslında, bütün bunları kim istemez ki? Ama bu işleri gerçekleştirmek için uzun yıllar gerekecek. Düşmanlar o kadar yıl aşına ağu katmadan durabilir mi? Onları hoş tutmaya kalksan daha da iştahlarını kabartmış olmaz mısın? İşte, onların bugün yaptıkları da hiçbir zaman kötülükten vazgeçmeyeceklerini göstermiyor mu? Belki de onlar şu anda Govşut Han’a ne olacak diye beklemektedirler. Hayır hayır, iyice çaresiz kalmadığın müddetçe düşmana sırrını açman doğru olmaz. Govşut Han’ın fikrini Kara Şeytan’ın endişeli sesi böldü.

- Han Ağa, böyle eli kolu bağlı oturamayız. Yakındaki tabiplere, hanlara haber gönderelim. İstişareli biçilen don kısa olmaz demişler.

- O zaman halkın içine bir top gibi düşmez mi bu haber, devrin ne kadar karışık olduğunu kendin de biliyorsun.

- Öyle yapsak nasıl olur, böyle yapsak nasıl olur diye düşünmek için pek uzun vaktimiz olduğunu sanmıyorum. Hanlara beylere Govşut Han bir meseleyi görüşecek deriz. Tabiplerin seslerini çıkarmamalarını sağlamayıysa bana bırakın. Yaran iyileşinceye kadar onları bir adamın bile görmemesini sağlarız. Karşına gelinceye kadar niçin geldiklerini de anlamazlar.

Govşut Han kabul etmek zorunda kaldı. Halkın ileri gelenlerine Han adına buyruk vermek için çıkan Kara Şeytan’ın arkasından düşüncelere dalan han, bir olayı hatırlayıp öfkeyle yutkundu.

Goşut Han o gün eşraftan birkaç kişiyi yanına alıp Merv pazarına çıkmıştı. Halkın durumunu öğrenmek için buraya gelmek yeterliydi. Pazarı kontrol eden özel görevliler de vardı. Onlar da olanı biteni sıcağı sıcağına haber verirlerdi. Öyle de olsa, insanların gözlerine bakmak, göz göze gelmek han için çok önemliydi. Ne de olsa bu inişli çıkışlı ömürde, ona güç kuvvet veren şey, bu adamların ona ümit bağlamış olmalarıydı, ona güvenmeleri, gösterdikleri saygıydı. Arada bir hoşa gitmeyecek şeyler söyleyenler de çıkmıyor değil. Halk bu. Onların şikâyetinden, dudak bükmelernden ders çıkarmak da hanın görevi. Hoşlanmadıkları şeyi doğrudan yüzüne karşı söyleyebilen adamların olmasına da şükür. Bu tür adamlara han kızmazdı, tersine yaptıkları hatırlatmalar için onlara kendi kendine minnet duyardı. Minnettar bakışların güç kuvvet verdiği gibi, bildirilen memnuniyetsizlikler onu daha fazla çalışması için kamçılıyordu. Bir keresinde onun dikkatini başka bir şey çekti. Arkasında kırba tezgâhlar arasında dolaşan: “Fisebilillah su var, fisebilillah...” diyerek, kalabalığa bedava su dağıtan bir adam Govşut Han’ın dikkatini çekmişti. Onun buraların insanı olmadığı her hareketinden belliydi. Govşut Han onun gelmekte olduğu sıraya yöneldi. Nedense Govşut Han onun gözüne bakmak istemişti. Önündeki orta boylu, etine dolu, geniş omuzlu, yuvarlak yüzlü, turgay gözlü, geniş alınlı, üstü başı düzgün adamı gören yabancı, o gözünü kendine çevirince birden ürperir gibi olup, başka bir tarafa doğru adımlarını sıklaştırdı. Bakışı bir an için onun bakışıyla karşılaşan Govşut Han’ın kalbini ise nefrete benzer bir duygu kaplamıştı. Onun, Ahal’daki Türkmenlerin han beylerinin özel bir istişareyle Ahal sınırları içinde görülen her yabancının sorgusuz sualsiz görüldüğü yerde öldürülmesini kararlaştırdıklarından haberi vardı. Böyle bir kararın Merv’de de çıkarılması konusunu da düşünmüyor değildi. Onu bundan alıkoyan, bu kararın komşu ülkelerle yapılan ticaretin kesilip, halkın durumunun daha da kötüleşebileceği korkusuydu. Govşut Han yanındaki kocalara:

- Bakın, şu yabancıyı görüyor musunuz? O mutlaka casustur. O bize kastetmek için gönderilmiş adamdır. Onu yakalayıp öldürsek, ne dersiniz? dedi.

Aman Mirab bütün hazirunun fikrini beyan ettiğini hissettirecek şekilde:

- Buna pazarda daha önce de birkaç kez rastlamıştım. Bunun böyle sersefil dolaşmaktan başka bir iş yaptığını görmedik biz. Belki de bir kabahat işlemiştir, şimdi de onun günahını yıkamaya çalışıyordur. Ayrıca “Yalnızın çanı çalmaz.” demiş eskiler. Ateş olsa cirmi kadar yer yakar. Her önümüze çıkan miskini öldürmekle bir yere varamayız, demişti.

Diğerlerinin yüzünden Aman Ağa’nın sözlerini doğru buldukları anlaşılıyordu. “Ah, şu çöllü Türkmen’in sadeliği... Kanına işlemiş...” diyen Govşut Han dişini sıktı. “Yoksa onun sütten ağzı kaç kez yanmıştır ama...” Govşut Han bu konuda ileri gelenleri razı etmenin zor olacağını anlamıştı. Bunun için mutlaka şura toplamak gerekir. Şuranın da neye karar vereceği belli değil. Belki, sonunda herkesi ikna etmek mümkün olur ama, kim bilir bunun için ne kadar zaman gerekir.

Govşut Han o gün bunun gibi düşüncelerle yoluna devam etmişti. Böylece o derviş kılıklı adam onun aklından çıkmıştı. Han’ın derdi başından aşkındı. Her başıboş avareye bu kadar zaman ayırsa esas işlerin üstüne kar yağmaz mı?

Kara Şeytan’ın dönüşünü beklerken düşüncelere dalan Govşut Han, o an aklına o dervişin gelmesine şaşırdı. Yoksa o pazardaki karşılaşmadan sonra onu bir kez olsun hatırmamıştı. Yoksa o an başında dönen ecel kuşunu tedbirsiz davranıp elinden mi kaçırdı? Bu tahmin kendi kendine inanca döndü. Artık şu an düştüğü hale kimin sebep olduğundan emindi. Yenilmişti. Yazgısına yenilmişti.

- Han Ağa, çaparları yola saldım. Önce tabipleri getirteceğiz. Hanlar beylerle istişareye sonra başlarız.

Bu Kara Şaytan’ın sesiydi. Onun sesinden de yüzünden de çok endişeli olduğu anlaşılıyordu. Hanın ayağındaki yaraya şimdi gelecek tabiplerin bir çare bulabileceklerine hiç inanmıyordu. Acele etmek, hem de çok acele etmek gerektiğini fazlasıyla biliyordu. Başka zaman bundan iş bitirici adam bulmak da kolay değildi. Şimdiyse o kendisini ne yapacağını bilemeden volta atan beceriksiz gibi hissediyordu. O Han’ın yarasına bir kez daha bakınca daha fazla telaşlandı. Yaralı ayak su olmuş akıyordu.

Birden Govşut Han’ın aklına oğulları geldi. Şimdi nerelerde dolaşıyor acaba onlar? Acaba içlerinden babalarının düştüğü durumu hissedeni var mı? Nereden hissetsinler, avdan eğlenceden başka derdi olan yok ki içlerinde. Büyük oğlu Baba Han aklına gelince daha fena oldu. Onunla ilgili bir olay aklına geldiğinde ise Han’ın şu an bile yüzü kızarıyordu. Hive hanının, İran şahının ordularını darmadağın eden Merv Türkmenleri artık neredeyse yirmi yıldır kimseye paç vermiyorlardı. Şimdi bu civarda onlara karşı gelebilecek bir güç yoktu. Buhara emiri Govşut Han’a devlet başkanı gözüyle bakıyordu. İran hanlarının da ona olan bakışları değişmişti. Hatta İran şahı bile onu bizzat kendinin muhatap alması gerektiğini anlamış gibiydi. Bir keresinde Meşhed’in hanı Govşut Han’ın büyük oğlu Baba Han’ı misafirliğe çağırdı. Bu onun şehzade olarak kabul edildiğini gösteriyordu. Govşut Han durumu hemen anladı. İran şahı çok uzun planlar yapıyordu. Sonunda Türkmenlerle eşit seviyede muhatap olacaklarsa onun gelecekteki liderini başından tanımak lazım. Govşut Han o zamanlar oğlunun öyle pek ipiyle kuyuya inilmeyecek biri olduğunu bilse de o kadar yüzünü kızartacağını da tahmin etmemişti. Yoksa hiç Meşhed’e gitmesine göz yumar mıydı! Böyle olacağını bilse elleriyle onun ayağını kesmekten de geri kalmazdı...

Meşhed’in hanı Baba Han’ı çok debdebeli karşıladı. Nerde görmüş böyle şatafatı, Baba Han’ın koltukları kabarmaya başladı. Han onun bazı hareketlerini tuhaf bulsa da kendini bu kadar kaybedeceğini tahmin etmiyordu. Baba Han’ın şerefine akşam yemeği verdi. Çeşit çeşit yemeklerle, rengarenk içkilerle karnını dolduran Baba Han’ın ağzı kulaklarındaydı. Yiyecek halleri kalmayınca sofra toplandı, havadan sudan sohbet başladı. Meşhed’in hanı Baba Han’ın telpeğini işaret edip:

- Güzel telpeğin varmış, bir üstadın elinden çıkmış olmalı, dedi.

- Kel Sapar’ın diktiği telpek bu. Bizim oralarda çoğu onun diktiği telpeği giyer, dedi de hanın yüzüne baktı.

- Ne dersen de, sıradan bir telpek değil bu. Belki onu bana satarsın?

Baba Han’ın sağlam gözü kısıldı. Onun br gözü biraz problemliydi. İçinden: “Bu adam telpeğime böyle alıcı gözüyle bakıyor ya, gel şunun bir içini yakayım, geri dönünce arkadaşlara anlatacak bir şeyler çıkar.” diye düşünüp, telpeğin fiyatını yükseltmenin derdine düştü.

- Han Ağa, pahalı telpektir bu. Kendin söyledin ya iyi diye. Senin buna paran yetmez.

- Söyle fiyatını, biz de burada bir hanız. Belki ağzından çıkanı önüne atabiliriz.

Baba Han bir süre telpeğe ne kadar fiyat biçeceğine karar veremedi. Yüksek fiyat söylese hanın o kadar parası olmasa, telpeği satılmadan kalsa bir dert; az fiyat söylese, “Sen de bir cambaza aldanmışsın.” dense, başka dert. Sonunda ne olursa olsun deyip:

- Bunun fiyatı beşyüz tümendir, Han Ağa, dedi.

Han pazarlık etmeye de gerek görmeden onun söylediği fiyatı verip telpeği satın aldı. Sonra o misafirine kalesini gezdirdi. Kalenin bir köşesine sıralanmış topları gösterip Baba Han’a:

- Sizin yurdunuzda da böyle toplar var mı, diye sordu.

Baba Han şişip:

- Ohoo, böyle topların içinde bizim bizim memlekette köpek enikliyor, diye cevap verdi.

Baba Han ertesi gün yola hazırlandı. Meşhed’in hanı onu uğurlamaya gelip, akşam satın aldığı telpeği geri verdi. Sonra da:

- Bizde adet böyle, dedi.

Sonra da Baba Han’ın eline bir mektup verip:

- Bunu Govşut Han’a ver, hem de çok selam söyle, dedi.

Meşhed hanının mektubunu okuyan Govşut Han’ın yüzü değişti. Mektupta: “Govşut Han, bundan başka oğlun varsa ne iyi. Baba Han’dan başka oğlun yoksa, yazık, neslin kaybolmuş.” yazıyordu. Govşut Han o zaman oğluna çok kızdı. Türkmen’in telpeğini ancak başıyla beraber verdiğini bilmeyen adama ne desen faydasızdı...

Govşut Han’ın Baba Han’dan başka da beş oğluyla bir kızı vardı. Diğer oğulları da pek halkın işine yarayacak gibi görünmüyorlar. Onlar gibi yüz oğlun olsa ne fayda? Bir tek kızı Keyik istediği gibidi. O da neylersin kızdı işte. Ölünce yüksek sesle ağlamaktan başka elinden ne gelir? “Nerin dölü olmaz.” dedikleri bu muydu acaba? Yaradan’ın hesapsız işi olmaz. Bunda onun kendi suçunun da olması mümkün. O oğullarına terbiye veremedi. Buna eli değecek gibi de değildi. Karısının durumu da kendisininkinden farklı değildi. Han evine gelen gidenler bile ona yeterli işti. Üstesine de yedi çocuğun anası. Karısının bir kez olsun onun yüzünü kızarttığı yer yoktur. İkisinden nasıl olup da böyle hafif oğullar çıktığını aklı almıyor. Bu meselede terbiyeden başka da, Yaradan’ın başka bir hesabı olabilirdi.

Govşut Han ölüm hakkında pek düşünmezdi. Onun için ölüm denilen şey yoktu. Nerelerde bir yerde, ilerde baki hayat bekliyordu. Hepsi bu. Bu fani dünyayı terk etmeye sebep olacak şeyiyse ancak Allah bilirdi. Durum böyleyken ölüm hakkında fazla kafa yormak da gerekmezdi.

Govşut Han o an kendi haline kızdı. Ölüm nereden aklına geliyor, desene. Derin düşüncelere dalmış otururken, şu an içinde bulunduğu durumu unutmuştu. Ancak yerinden kalkmak için eski alışkanlığıyla yaralı ayağa abanınca dayanlacak gibi olmayan ağrı onu bu dertli dünyaya çekti getirdi. Önünde endişeyle bekleyen Kara Şeytan’ı görüp, ağrının etkisiyle yüzünü ekşittiğine utandı.

Öğleden önce civardaki bütün tabipler Govşut Han’ın evine toplandı. Esen Tabip, kendisi hasta yatıyormuş dediler. Onları çağıranlar nereye gideceklerini söylemediler, sadece bunun hanın emri olduğunu, derhal gelmelerini buyurduğunu söylediler. Tabipler hemen hazırlıklarını görüp çıktılar. Onlar dört kişiydi. Hepsinin bildiği şeyler de tedavi usulleri de aynıydı aslında. Sadece Murat Tabip daha çok kırık çıkıkla uğraşırdı. Kara Şeytan onu görünce: “Bunu çağırmasak da olacakmış, hanın derdi kırık çıkıktan daha ağır görünüyor.” diye düşündü. Yine de sesini çıkarmadı. Şimdi geri göndermek de olacak iş değildi.

Tabipler başköşede oturan Govşut Han’la selamlaşıp, hal hatır sordular. Töreye göre bu selamlaşma işi bitince kendilerine gösterilen yere oturdular. Hâlâ niçin çağrıldıklarını bilmiyorlardı. O ana Govşut Han’ın yüzünden bir şey anlamak mümkün değildi. Ama burası oyun oynanan bir yer değildi. Araya giren bir anlık sessizliği Govşut Han’ın yüzüne bakmasıyla Kara Şeytan bozdu:

- Burada göreceğiniz, bileceğiniz şeyi bu cihanın yeliyle vedalaşıncaya kadar ne ins ne cin bilmelidir, diye söze başladı, bu konuda söylenti yayılırsa önce sizden görülecektir. Bunun sonunun nereye varacağını ise benden daha iyi bilirsiniz. Şimdi tek tek Han’ın önüne varıp oturun.

Han’ın ayağını önce Salih Köse gözden geçirdi. Bu zamanın tabibini yarayla korkutmak mümkün mü? Salih Köse Kacarlarla savaşta baştan sona Türkmen savaşçıların yanında olmuştu. Başlarda savaşta onların aldıkları yaralar onu karamsarlığa iterdi. Daha sonra yaralarla ilgilenmek onun için sıradan bir iş haline geldi. Artık yaralının çektiği acıya dikkat etmeyi bırakmıştı. Sonunun iyi olacağını bildiği durumlarda yaranın ne zaman biteceğini tahmin eder, sonra her pansumanda tahmininin ne kadar çıktığını anlamaya çalışırdı. Hepsi bundan ibaretti. İnsanın alışmayacağı şey yoktur herhalde. Fakat Govşut Han’ın ayağındaki yara onu şaşırtmıştı. Onu korkutan şey yaranın kötülüğü değildi. Bundan beter yaralar da görmüştü. Yaranın anlaşılmaz olması kötüydü. Daha önce insan vücudunu yiyen zehirden bahsedildiğini duymuştu. Fakat panzehirinin ne olduğunu bilmiyordu. Onu endişelendiren şey bir çıkış yolu bulunmamasıydı. Yanındaki diğer tabiplerin de bu yaraya yapabilecekleri birşey yoktu. Sesini çıkarmadan yerden kalktı, önceden oturduğu yere varıp çöktü. Diğer tabipler de onun hareketini tekrarladılar. Sonra kendi aralarında konuşup vardıkları kararı bildirmesini Salih Köse’den rica ettiler.

- Durum iyi değil Han Ağa, diyen Salih Köse, zorla konuştu, bu bir çeşit zehrin işi olmalı. Ama onun panzehiri bizde yok. Tek çare ayağınızı henüz zehrin tesiri görülmeyen yerden kesmek. O da ancak bahadırların kılıcıyla yapılabilir. Fakat bu durumda da kesinlikle zehrin önünü alırız diyemiyoruz. Daha önce böyle bir durumla karşılaşmamıştık. Kesilen ayağın kanını durdurmak elimizden gelir. Geri kalanı da Allah’ın işidir.

Evin içini sessizlik kapladı. Kara Şeytan bundan iyi bir şey duymayacağını baştan biliyordu. Govşut Han’ın yüzünden de birşey anlamak zordu. Sakin duruşunu bozmadan:

- Kara, tabipleri komşu eve götürün. Kararımızı onlara bildiririz, dedi.

Çağrılan hanlar beyler, ileri gelenler de Govşut Han’ın evinde toplanmaya başladılar. Onların endişeli yüzlerinden bu toplantının rahatsız ediciliği okunuyordu. Böyle acele nasıl bir mesele ortaya çıkmıştı acaba? Eskiden toplantı yapılacağı zaman bir iki gün önceden haber verilir, toplantının konusu da bildirilirdi. Zaten toplantının sebebi de derhal halk arasında yayılırdı. Bugün ne olmuştu acaba? Savaş söylentisi filan da yok gibi.

Toplantıya gelenler, Govşut Han’ın sakin yüzünü görünce biraz rahatladılar. Kara Şeytan tabiplerin tavsiyesiyle Govşut Han’a biraz uyuşturucu vermişti. Uyuşturucu belli derecede ayağının ağrısını basmıştı. Şuranın önünde iki büklüm durmak olmaz ya. Gelenler Han ile selamlaşıp, yerleştiler. Araya giren sessizliği Govşut Han kendisi bozdu:

- Arkadaşlar, bu konuşacağımız meseleyi bir çözüme kavuşuncaya kadar burada toplananlardan başka kimse bilmemeli, bu bir; ikincisi de...

Sol ayağının üzerine atılan cübbeyi alıp bir kenara koydu. Oturanlar kıpkırmızı yara parçasına dönen ayağı görüp bir tuhaf oldular. Han nasıl bu günlere düşmüştü acaba? Yoksa bir yerden düşman mı saldırdı? Ama öyle bir şey olsa söylentisi hemen herkes tarafından duyulurdu. Peki ne olmuştu? Govşut Han onların fazla tahmin yürütmelerine gerek koymadı:

- Kelle koltukta gezdik, düşman alamadı. Göğsümüz açık gezdik, düşman kurşununu doğru sıkamadı. Muhafızsız gezdik, düşman basamadı. Ne yapalım zayıf yerimiz de varmış. Tabanımızı korumamız lazımmış. Düşman bir kadının yardımıyla ayakkabıma zehir dökmüş. Şimdi pişmanlığın faydası yok. Tabiplerin kararı şu: yaralı ayağımı zehirin ulaşmadığı yerinden kesmeli. Bu durumda da sonunun ne olacağı belli değilmiş. Fakat başka çare yok. İlk sözüm, çok dikkatli olun. Belki düşman pusuya yatmış bana bir şey olmasını bekliyordur. Bugünkü erkinliğin bize ne kadar pahalıya mal olduğunu unutamayız. İçte çıkabilecek karışıklıklara karşı da tetikte olun. Karşılık görmeyeceğini görse gemi azıya alacaklar da vardır belki. Allah yardım ederse belki bu sefer de ecel benden savulur geçer. Dünyada bir ayağını kaybeden az değil. Benim de onlardan biri olmam gerekiyormuş. Tek ayakla da maksadıma ulaşacağıma inancım var. Fakat bu işi birinizin üstlenmesi lazım. Ayağımı kendim de kesebilirdim. Fakat buna gerek yok. Kılıcı gereken yere vuramamam, ikinci vuruşa da gücümün yetmemesi tehlikesi var. Bu işi tek vuruşta bitirmek lazım. Kalanı tabiplerin işi.

Oturanlardan ses seda çıkmadı. Han’ın teklifi onların o kadar beklemedikleri bir şeydi ki, gelir gelmez başlarından kaynar su dökülmüşe döndükten sonra, bu kez de ne diyeceklerini bilemediler.

Govşut Han’ı son zamanlarda bir şey rahatsız ediyordu. Hive ordusuyla yapılan savaş da, Gacarlarla yapılan savaş da kendi zaferleriyle tamamlanmıştı ama birçok yiğidin ölümüne sebep olmuştu. Bu böyle giderse yarın birgün halkın önüne düşecek adamların bulunmasının çok zor olacağını anlıyordu. Herşey ona bakıyordu. Yanındakilerin çoğunda devlet idare edecek birikim yoktu. O birikim nereden olsun desene. Şimdiye kadar bir devletli olmaktansa yüz “devletli” olmayı yeğ tuttular. Herkes kendini bir köyün hanı, bir derenin arslanı saydı. Bizzat bunun için de yüz kat fazla ezildi. Neyseki son zamanlarda halkın biraz aklı başına gelmiş gibi görünüyordu. Herşeyin yerli yerine oturması için daha uzun zaman lazım. O an aklına birden Molla Töre Ahun geldi. Bir keresinde Govşut Han onun yanında devlet kurmak meselesini açmıştı. O zaman ahun onun yüzüne birçok anlama gelebilecek şekilde bakmıştı. Sanki muhatabına acıyor gibiydi. Onun son sözleri Govşut Han’ı daha sonra da çok düşündürmüştü.

- Han, çelme takacağımı sanma. Gittiğimiz yolları biraz ayrı görüyorum. Ben devletli memlekette de yaşadım. Orasının güllük gülistanlık olduğunu mu sanıyorsun? Devleti insanların yüreğinde kurmak lazım. Her yürekte, en azından insanların yarısının yüreğinde iman ateşi alevlenseydi, o zaman belki bu azapları çekmene gerek de kalmazdı. Şimdi sen, çevremize sınır çekmek istiyorsun, aşiret kavgalarına son vermek istiyorsun, Türkmenlerin seviyesini yükseltmek istiyorsun. Diyelim ki hepsini başardın. Bu devrin adamına kendisinden başka düşman gerekmez. Kendini ahiretten mahrum etmeye kıyan adam bugününün kadrini ne bilsin? Peygamberimiz sallallahü aleyhi vesellem “Ameller niyetlere göredir.” demiş. Niyetler iyiliğe doğru dönmezse, dünyanın durumu düzelmez...

Bu sözler ne kadar derin olsa da, Govşut Han’ın hızını kesemeyecekti. O geçen ömrüyle bağlanmıştı. Binlerce adama borçluydu. Öbür dünyada kendisine inanıp, peşine düşüp, canını feda eden adamlarla göz göze gelmeyecek miydi? Şu an vazgeçip başka bir hana hizmet ederek ömür geçirse, o dünyaya hangi yüzle varır?...

Govşut Han oturanların içinden bu işi kim üstlenecek diye bekliyordu. Ama hareket edecek gibi görünmüyorlardı. Sonunda Aman Serdar konuştu:

- Han Ağa, bu işte oğullarınızdan öne geçemeyiz. Maşallah, onların her biri en az bizim kadar kılıç oynatabiliyor.

Govşut Han işin karışmaya başladığını anladı. Şimdi bu iş bu havai çocuklara mı kalmıştı yani? Eskiden biri ölüm döşeğinde yatarken arkadaşına tenbih ediyormuş: “İşte ben ölürüm, sonra beni defnetmeye gidesiniz. Mezara yatırıp üzeime toprak atacağınız zaman ilk toprağı sen atıver.” Dostu şaşırmış: “Neler söylüyorsun? Toprağı önce oğlun Sehet can atmaz mı? Ne demek istiyorsun şimdi?” “Yok yok, önce onun atmasına izin verme. Kerata sakardır. Toprak atayım derken küreği elinden kaçırıp burnumu mu koparacak ne yapacak kim bilir.” diye ciddi ciddi endişeleniyormuş. Bunlar da o ihtiyarın oğlundan iyi değiller işte...

Diğer hanların beylerin yüzlerinden de Aman Serdar’ın sözüne katıldıkları anlaşılıyordu. Govşut Han’ın oğullarını çağırmaktan başka çaresi kalmadı. Bu arada Humsagül bütün oğullarını başına toplamayı başarmıştı zaten.

Onlar tersine Govşut Han’ı utandırdılar. Baba Han başta olmak üzere, Nobat Han, Hücrep Han, Hallı Han, Hıralı Han, Yaylım Han bu işi yapamayacaklarını söylediler. “Biz sana nasıl kılıç çekeriz?” diye olaya başka taraftan yaklaşıyorlardı üstelik. Govşut Han kendini tutamadı: “Yıkılın karşımdan.” dedi. Oğulları çıkıp gittikten sonra da öfkesi geçmedi. Hatta oğulları hakkında eskiden beri içini kemiren fikri farkında olmadan dışına çıkardı:

- Bugün mü olur, yarın mı, bizim de kazamız dolar, emaneti teslim ederiz. Fakat biz ölmeyiz, baki dünyaya gideriz. Sonra hanlık bizim oğullara kalır. Halk; “İşte bunlar da Govşut Han’ın oğulları olacak.” der. İşte, ben asıl o zaman ölürüm...

Bu sözleri işiten hazirun bir tuhaf oldu. Bu sözler onlara sıkıntılı geleceklerinden haber veriyor gibiydi. Birden gözlerine Govşut Han onları bırakıp gidiyormuş gibi geldi. Onlar şimdiye kadar kendi yerlerini doldurmayı başarmışlardı. Hanlarını utandıracak bir şey de yapmamışlardı. Fakat kendilerini böyle bir sınavın beklediği akıllarının ucundan bile geçmezdi. O anda kendilerini büyülenmiş gibi hissediyorlardı. Bugün yaşadıkları o kadar garip şeylerdi ki sanki birden bir kâbustan uyanır gibi uyanıp her şeyin rüya olduğunu anlayacak gbiydiler. İnsan genellikle uykuda kendini böyle hisseder. Elini uzatmak istersin. Elin dediğini yapmaz. Koşmak istersin, ayağın sana ait değildir sanki. Şimdi içinde bulundukları hal de daha iyi değildi işte.

Govşut Han bunlardan bir fayda gelmeyeceğini anladı. Yüzünden bir şey anlamak zor olsa da çaresizliği içini yakıyordu. Ömründe ilk kez ölümün nefesini ensesinde hissetti. Ömrünün belki de bu şekilde sona ereceği düşüncesi aklında çaresiz uyanmıştı. Daha önce ne hayatın anlamı üzerine uzun uzun düşünmüş, ne de buna gerek duymuştu. Ne kadar düşünsen de kaderini değiştiremezdin. Kader kitabı kimsenin elinin ulaşamayacağı kadar yüksekteydi. Öyleyse bu dünyada omzuna yüklenen yükü götürmen gereken yere kadar götürmeye çalış. Dahası elinden gelmez. O kendisinin melek olmadığını iyi biliyordu. Ne Molla Töre Ahun’un vaazlarında anlattığı gibi yaşayabilmişti, ne de yaşayabilirdi. Ahun bir defasında: “İnsan ihlâsıyla Allah katında meleklerden daha değerli olabilir.” demişti. Bu manasıyla, bu kadar ihlâs Govşut Han’da yoktu, en azından kendisi öyle düşünüyordu. Koskoca halkın önüne düşüp, yürüyeceğin yolu seçmek bile kolay şey değildi. Ömründe büyük günahları işlememiş olsa da, vicdanının dediklerine kulak asmadığı zamanlar olmuştu. Aslında en nefret ettiği şey çapulçuluktu. Fakat çapulçulukla ilgilenen bazı serdarlarla karşılaşıp, onlara dersini vermediği çok olmuştu. Onlara göz yumması bir yere kadar halkın menfaati gereğiydi de aslında. Halkın karnını doyurmak da doğrudan doğruya hanın göreviydi. Çapul iyi geçtiyse, bir sürelik de olsa bu mesele hallolmuş gibi görünüyordu. Çapulda kaybedilen insanlara da halk olağan bir durum gibi bakıyorlardı. Geçim derdinin ağırlığı, öyle zamanlar oluyordu ki insanları midelerinin kölesi haline getiriyordu. Ayaklar altına alınan ikballer, zamansız biten ömürler kimsenin pek gözüne de görünmüyordu. Govşut Han’ın kendisinin de maksadına ulaşmak için elinden geleni yaptığı zamanlar az değildi. Seraks kalesini kurarken yaşadıkları zorluklar akıldan çıkacak şeyler değildi. Durum kaleyi çok hızlı kurmayı gerektiriyordu. Demek, halkın gece gündüz durmadan çalışması gerekecekti. Böyle ağır şartlarda çalışan adamların hiç değilse doyuncaya kadar yemeleri lazımdı. Kalenin kuruluşundan önce yapılan toplantıda bu mesele ele alınmıştı. O zaman toplantıya katılanların çoğu bu meseleyi çapulla çözmek taraftarı olmuşlardı. Govşut Han ne yapsın. Bütün bir millet yağma tehlikesi altındayken denize düşen yılana yapışır misali her şeyden faydalanmak zorunda kalırsın. Govşut Han o zaman çoğunluğun kararına uymuştu. Bu tür meselelerde dizgini gevşettikten sonra elinin altındakileri tekrar dizginlemek çok zor olur. Çapullarda yağmalanan mallar kale inşaatına harcanıyordu. Tutsaklar da soluğu Buhara’nın esir pazarında alıyorlardı...

Govşut Han’ın durumu gittikçe ağırlaşıyordu. Yara artık topuktan yukarı çıkmıştı. Kara Şeytan gidip Salih Tabip’i getirdi. Tabip Han’a tekrar uyuşturucu verip, bu arada hazırlayabildiği merhemleri sürmeye başladı. Tabip merhem sürmesine sürüyordu ama bu tedavinin yaranın ilerlemesini durdurmak bir yana yavaşlatacağına bile inanmıyordu aslında. Sanki Han’ın biraz ateşi de yükselmiş gibiydi. Bu da iyiliğin işareti değildi. Fakat yine de endişelerini hissettirmemeye çalıştı.

- Han Ağa, derman Allah’tandır. Bizimki herzamanki gibi sadece sebep olmaktır. İnşallah bu ilaçların yardımı olur.

İlaç hazırlamak bahanesiyle hemen kapıya yöneldi. Oturan hanlar beyler onu gözleriyle uğurladılar. Sanki onun harelketlerinden mühim bir şeyi anlamaya çalışıyorlardı. Bu durum ona çok anlaşılmaz geliyordu. Gerçekten de her şey böyle tepetaklak mı olacaktı göz göre göre. İlaçların tesiriyle Govşut Han biraz rahatlar gibi oldu. Kara Şeytana seslendi:

- Kara, bunları alelacele alıp gelmişlerdir şimdi. İçlerinde açı vardır, susuzu vardır. Komşu eve götürüp, yemekleri çaylarıyla ilgilenin. Ama hiç biriniz bir yere ayrılmayın.

Govşut han’ın sesi yumuşak çıksa da bunun bir emir olduğunu hepsi anlamıştı. Arslanın dişini göstermesinin onun gülümsediği anlamına gelmediğini bilmeyen yoktu. Kapıya doğru yönelen hanların beylerin hareketlerinde bir çeşit acele seziliyordu. Ya da bu Govşut Han’a mı böyle geliyordu acaba?

Evde han tek başına kaldı. O böyle bir günün bir gün mutlaka geleceğini biliyordu. Fakat bununla bu kadar çabuk karşılaşacağını tahmin etmiyordu. Birden aklına Eyeberdi Çoban’ın çölde susuzluktan ölüşü aklına geldi. O çobanlığa yeni başladığı için çölü pek iyi tanımıyormuş. Onun için onun kaybolmasında pek de şaşılacak durum yoktu. Durumun ilginç tarafı onun kamp kurdukları yere elli adım kala can vermiş olmasıydı. Bir tepe daha aşabilse, buz gibi suya ağzını dayayabilecekmiş. Merhumun taziyesine gittikleri zaman Govşut Han bir konuşmaya şahit olmuştu. Yasta oturanlardan biri Eyeberdi’nin vefatını tuhaf bulduğunu söyledi. O zaman orada bulunan Kerim Molla şunları söylemişti:

- Onun şehit olması gerekiyormuş. Onun kaderinde şehitlik varmış. Bir tepe daha aşsa olmayacakmış. İnsana vefat edeceği kırk gün evvelinden bildirilirmiş. Fakat ruhu baki olduğu için insan buna pek dikkat de etmezmş. Ancak başı yastığa değdiği an haber gelen o günü hatırlarmış. İşte, o haberi alan adam ne yapsa bir şeye yaramazmış. Eğer onun bir hastalıktan ölmesi gerekiyorsa, aynı hastalıkla yatağa düşen birine derman olan ilacı ona içirseelr, o iyileşmek bir yana daha fena duruma düşermiş. İşte, ondan sonraki hareketler kaderi değiştirmeye çalışmaktır. Bu ise kimsenin elinden gelmez.

Şu an bunun aklına düşen olaya baksana. Govşut Han ömründe Eyeberdi’ninkinden daha korkunç, daha garip, daha akılda kalıcı birçok ölüme şahit olmuştu. Onların değil de bunun ölümünü hatırlamasının hikmeti ne acaba? Govşut Han birden yarı uykulu halden uyanmışa döndü. Bugün sabahtan beri yaşadıkları hiç akla sığacak şeyler miydi? Siste geziyor gibiydi. “Ayağımı kesin, ayağımı kesin.” diye başkalarından medet umdu. Kendi kılıcını alıp bir vursa olmayacak mıydı? Böyle bacakları az mı kesmişti? Ya da başka biri kesince acısı az mı olacaktı? Ya oğullarının hali? Babalarının kalbine çekinmeden kılıç çeken utanmazlar bugün bedenine kıyamadıklarını söylüyorlar. Aslında Govşut Han bugün onlardan hiç değilse birinin nereye varacağını düşünmeden dediğini yapacağına inanmıyor da değildi. Bu halleriyle herhangi biri öyle pek ince eleyip sık dokumadan kılıcına yapışır diye düşünmüştü. O dediği de olmadı. Hanlar, beyler de ayıp bir iş yapmış gibi yere bakıp oturdular. Tabiplerin de omuzları düşük. Onların da tedavi etmek için yanıp yakıldıkları söylenemez...

Govşut Han birden Sarı Han’ı hatırladı. Sanki onu hatırlayınca yüzü aydınlandı. Son zamanlarda Merv civarında kendisine ondan yakın birinin olmadığını o an iyice anladı. Türkmen’i bir ocağın başında toplamak, aşiret kavgalarına son vermek konusunda ikisi de aynı fikirdeydi. Tekelerle Sarıkların arasını düzeltmekte Sarı Han’ın büyük hizmetleri olmuştu. Govşut Han, o zamanlar selam verip, kapısından giren Sarı Han’a gözü düşünce gözlerinin yaşardığını hatırladı. Daha ilk bakışta birbiriyle aynı düşünceyi paylaştıklarını, birbirine kardeşten de yakın olduklarını anlamışlardı. O zamanlar Sarı Han Pendi’den Babışkale’ye göçen Sarıkların başıydı. Pendi’de yaşayan Sarıklara yerleri yetmediği için, onlarının yarısını Babışkale’ye göçürmek kararlaştırılmıştı. Sarık hanı Maksut Han, göçenlerin başına Sarı Han’ı geçirmeyi teklif etmişti. O gün Sarı Han’ın hayatında önemli bir gündü. Onu hem han seçmişler, hem de evlendirmişlerdi.

Sarı Han kendi halkına reislik yapmaya başladığı ilk günlerde Teke akrabalarıyla arayı düzeltmenin yollarını araştırmaya başlamıştı. Sonra birgün bu meseleyi konuşmak için eşrafı topladı. Üç gün süren tartışmadan sonra Sarı Han dediğini kabul ettirmeyi başardı. Sonra da yanına Sultanniyaz Batır’la, Gurbanniyaz Kızıl’ı alıp, Govşut Han’la buluşmaya gitti.

O buluşma Govşut Han’ın hala aklındadır. Evet, onlar birbirini görür görmez sözsüz anlaşmışlardı. Govşut Han onu iyi karşılamıştı. Sarı Han’ı elini bırakmadan götürüp yanına oturtmuştu. Sarı Han derhal niyetini açıklamıştı:

- Han Ağa, hepimizin aslımız bir. İki kardeş düşman olursa, düşmanlarının kurdu gündüz ulurmuş. Sonra nasıl paramparça olduklarını bile anlayamazlar. İki kardeşin vahdeti de bugün bize bağlı. Geçeni geçmş biliyorum. Eski samanı savuracak değilim.

Govşut Han’ın sırtından bir dağ kalkmıştı sanki. Birden genzi dolmuştu. Fakat belli etmemeye çalıştı. Şimdiye kadar yalnız olduğunu, ancak şimdi kendini anlayan birini bulduğunu anlamıştı. Bu buluşma Merv Türkmenlerini, hayır bütün Türkmen’i tekrar Turan’daki yenilmez güce döndürmüştü. Artık onların istediği olur. İran’ı, Turan’ı dize getirmek artık sadece zamana kalmış.

O zaman Sarı Han bir de ricasını söylemişti:

- Han Ağa, son yıllarda Sarık darma dağın oldu. Biri dağdan çıktı, biri düzden. Ben onları bir yere toplamak istiyorum. Onun için bana kervan verebilir misiniz? Bir ricam da, Murgap Nehrine bent kurmak istiyoruz. Yardım edebilir misiniz, diyecektik.

Govşut Han ona yardım etmeye söz verdi, sözünde de durdu. O tellal çıkarıp birkaç gün içinde üç dört kervan toplayıp Sarı Han’a teslim etti. Ayrılacakları zaman da Sarı Han’ı kenara çekip:

- İşini bitirdikten sonra kervanbaşılara: “Govşut Han’a altın bırakmıştım, ücretinizi o altından alırsınız.” de, geri kalanını kendim hallederim, dedi.

Böylelikle, Sarı Han, Çarcev’de, Amuderya boylarında, Merv’de, Pendi’de ve Hive tarafında dağınık yaşayan Sarıkları bir yere toplamayı başardı. Bu iş tamamlandıktan sonra kervancılar ücretlerini istediğinde, o Govşut Han’ın öğrettiği sözleri söylemişti. Birazcık zenginliği olsa o hiç işini yapanları eli boş gönderir miydi? O kervancıları iyice doyurdu, teşekkür etti, uğurladı. Kervanbaşılar oradan Govşut Han’ın yanına gelip ücretlerinin verilmesini beklemeye başladılar. Han hayvan kesti, karınlarını doyurdu, haklarını verdi. Ama kervancıların gitmeye niyetleri yoktu. Govşut Han sonunda bunun sebebini sordu:

- Han Ağa, doğrusu Sarı Han’ın bıraktığı altınlardan beklenti içindeyiz.

Govşut Han önce bir kahkaha attı sonra ciddileşip:

- Siz de dünya malına doymayacaksınız yahu, o da sizin kardeşiniz sonuçta. Birkaç gün hayırınıza işini görseniz bir yeriniz mi eksilir? diyerek bu konuşmayı şakaya vurdu.

Bu hatıralar Govşut Han’a neredeyse derdini unutturmuştu. Ümitle dolu günlerdi o günler!... Kara Şeytan’ın kımıltısı onu yekrar bu sıkıcı güne çekip getirmişti. Böyle eli kolu bağlı oturmayı herşeyden ağır gören Govşut Han son ümidine yapıştı:

- Sarı Han’a haber göndermemiş miydiniz?

- Haber gitti Han Ağa, fakat ara da epey var. Çapar varıncaya, onu buluncaya, haberi verinceye kadar, zaman gerek. İnşallah o da gelir. Bir ihtiyacınız var mıydı? Belki siz de birşeyler atıştırırsınız.

- Salih Tabip gelip gisin. Ayağımın yarasını temizleyip sarıversin. Namaz vakti yaklaşmştır. Ayakta duramasam da şimdilik oturarak kılabileceğim.

Kara Şeytan geldiği gibi çıkıp gitti.

Ümitle ve sınırsız kaygıyla dolu gözlerini kara Şeytan’a diken Humsagül, onun hareketlerinden birşeyler çıkarmaya çalıştı.

- Elhamdülillah, hanın durumu biraz düzeldi gibi. Abdest almak istiyor. Sen bir su ısıt, bir de kap bul, diyen Kara Şeytan, tabiplerin yanına yöneldi.

Salih Tabip’in biraz önce sardığı merhemin bir şeye yaramadığı belliydi. Han’ın ayağı gittikçe eriyordu. Sanki üzerine biraz sertçe bassan dizden aşağısının derisi etiyle birlikte dökülecek, kemik cascavlak kalacak gibiydi. Salih tabip yaranın üstünden üzerlik suyu döküp, sonra tekrar merhem sürdü de yarayı usulca tülbentle sardı. Onun teklif ettiği uyuşturucuyu Govşut Han bu sefer kabul etmedi. O şekilde namaz kılmayı yakışıksız buldu.

Salih Tabip çıktıktan sonra bir elinde ibrik bir elinde leğen, Humsagül kapıdan girdi. Kocasının dik oturduğunu görünce kalbi biraz ferahlamıştı. Yoksa dışarda sağa sola yürürken aklına olmadık şeyler geliyordu. “Ayağı sızlamayan azdır herhalde, belki bu da bir ağrır, geçer gider. Böyle oturup kalmak da yakışmayacak buna.” Bunun gibi sözlerle kendi kendini teselli etmeye çalışan Humsagül sonunda kalbine giren korkudan ne yaparsa yapsın kurtulamayacağını kabul etmek zorunda kalmıştı. Yüreğine bir taş asılmıştı sanki. Bu olanlar için biraz kendini suçluyorsa da bunu kendi kendine de itiraf edemiyordu. “Buna bir şey olmasın, yoksa...”

- Ne dikilip duruyorsun. Dök de su dökeceksen!

Humsagül kocasının sesiyle uykudan uyanmış gibi oldu. Sözlerindeki bu kaba sabalık neyin alameti acaba? Yoksa o da beni mi suçluyor?

Govşut Han yanlış yaptığını hemen anlamıştı ama artık geçti. Eşine sert konuşarak rahatlığını bildirmek istemişti, fakat sesi yapmacık çıktığı için, onun henüz yeni filizlenmeye başlayan kaygısı da dal budak salmıştı bu cümleyle. İşte, bu dünyada sana en yakın insan önünde duruyor, Han. Belki bu onunla son kez başbaşa kalışın olur. O şu anda senden siyaset istemiyor. Senden ne istediğini o kendisi de bilmez. Eğer sana bir şey olursa o zaman bu halin, yapacağın hareketler, söyleyeceğin sözler ölünceye kadar onun aklından çıkmaz. Sen onunla öyle bir ahenkle konuş ki, o bu ahenk için ömür boyu sana minnettar olsun. Ona şu an söyleyeceğin sayılı sözlerinde, şimdiye kadar sözle anlatmaya çekindiğin duyguların toplansın. Her bir hareketin, ona bu yeryüzünde karşılaşmamızın anlamsız olmadığını, gerçek hayatla yaşadığımızı, bize yaşama gücü veren şeyin sözle anlatılmayan, nazla ifade edilmeyen sevgi olduğunu hatırlatsın. Govşut Han birden kalbine dolan bu duygularla hislenip, su dökmeye hazır bekleyen karısının gözüne gözü düşünce, şimdiki durumunun ona ayan olduğunu, onu izah etmek için asla söze gerek olmadığını anlayıp, karısına sonsuz minnettar oldu. O gözlerde şu an bütün bir hayatın anlamı toplanmıştı. Belki o bu bakışa münasip olmak için bu dünyaya gelmiştir. Belki, bu an hatırına o kadar azaplara katlanmıştır. Kocasının bakışıyla bakışı karşılaşan Humsagül de onun bakışının manasını anlamıştı. Bu bakış onu her dertten azat etmişti. Bu hayattan alması gerekeni fazlasıyla almış olduğunu hissetti. Yoksa bu da bir çeşit Allah’ın yarlıgaması mı?

Onlar, şimdi kalplerini heyecanla dolduran, kuş edip uçuran bu duygyu hiç bir sözle anlatamazlar. İnsanoğlu bu anlaşılmaz bahtın şahidi olamaz. Böyle şeylere artık gerek de yoktu. Asla, artık hiç bir şeye gerek yoktu... Govşut Han önce iki elini bilekleriyle yıkayıp, sonra üç kez ağzını çalkaladı. Sonra üç kez sağ eliyle burnuna su verip, sol eliyle sümkürdü. Sonra birden abdeste niyet etmediği geldi aklına. İçinden “Niyet ettim Allah rızası için abdest almaya.” dedi ve iki avucunu Humsagül’ün döktüğü suyla doldurup yüzünü yıkadı. Yüzünü üç kez yıkadıktan sonra, önce sağ elini, arkasında sol elini dirsekleriyle birlikte üç kez yıkadı. Sonra başındaki takkeyi kenara koyup, elini ıslattı, ayasıyla elini alnından ensesine kadar götürüp sonra geri getirdi. Sonra elini yeniden ıslatıp ellerinin küçük parmağıyla kulağının içini, başparmağıyla da arkasını meshetti. Ellerini kalan üç parmağıyla ensesini meshetti. Sonra sıra ayaklara geldi. Govşut Han sağ ayağını da üç kez yıkadı, ama sıra sol ayağa gelince meshetmekle yetinmek zorunda kaldı. Abdest aldıktan sonra karısına:

- Gitmeden seccadeyi yakınıma bırak. Soranlara da namaz kılıyor dersin.

Humsagül, köşedeki sandığın üstünde duran seccadeyi alıp kocasının yanına koydu. İbrikle içi sulu leğeni alıp kapıya yöneldi. Kapıdan çıkmak üzereyken kocasına bir dönüp bakmak için o kadar güçlü bir istek duydu ki heyecandan neredeyse elindeki leğeni düşürecekti. “O da acaba şimdi benim arkamdan bakıyor mu? Belki, bir söyleyeceği daha vardır. Fakat anlayamadığı bir duygu onu dışarı itmişti. Sanki biraz önceki tekrar edilemeyecek anın tesirini azaltmak istemiyordu.

Govşut han, ilk kez oturduğu yerden namaz kılacaktı. Onun için de böyle namaz kılmak alışkanlığının olmadığını ancak seccadeyi yazıp üstüne geçtikten sonra anladı. Yaralı ayağın üstüne oturamayacaktı, ağrısına da dayanırdı ama ağırlık binse ayağın sulanması, namaz kılarken abdestinin tehlikeye girmesi mümkündü.

O an komşu evde oturan han beyler de ne yağacaklarını bilemiyorlardı. Onlar kendilerini bundan sonra neyin beklediğini bilememenin tedirginliği içindeydiler. Govşut Han’ın durumu gerçekten de o kadar kötü mü acaba? Ayağını kesmelerini rica ettiği zaman içlerinden bir gözükara çıksaydı şimdi neyin ne olduğu belli olurdu. Hanlarının tek ayakla da halkıın başında durabileceğini biliyorlardı. Fakat onun ayağının kesilmesiyle zehrin yayılması önlenecek miydi gerçekten? Onlar bu sorunun cevabını öğrenmek için Salih Tabip’i de çağırttılar. O da net bir şey söyleyemiyordu. Oturanlara bakıp:

- Bu zehirle karşılaşanımız yok. Ayak hemen kesilmiş olsa belki zehrin önünü almak mümkün olurdu. Ama fayda etmeye de bilirdi. Bu konuda net bir şey söylemek zor, dedi.

Bu belirsizlik oturanların kendilerini bir parça suçsuz hissetmelerine sebep olduysa da bu olayla ilgili karışık duygulardan hiç bir zaman kurtulamayacaklarını biliyorlardı. Dışardan baksan sakin gibi görünüyorlardı ama içlerinde, içinde fırtınalar esmeyeni yoktu. İşte bir kenarda Aman Han düşüncelere dalmış. O her olayda önce kendine bir menfaat gelebilir mi diye düşünürdü. Eğer açık bir menfaat görünmüyorsa, o zaman bunu sağlamak için ne yapılabileceğini düşünür. Eğer bundan da bir sonuç çıkmazsa çoğunluk nereye giderse o da oraya giderdi. İşte, şimdi de Govşut Han ölürse kendini neyin beklediği konusunda kafa yoruyordu. İnşallah hana bir şey olmazdı, ama eğer bir şey olacak olursa öncelikle han seçmek gerekirdi. Kendisi hanlığa aday olabilir miydi? Aman Han, bu konuda kendisini destekleyebilecek hanları beyleri düşünmeye başladı. En zoru Govşut Han’ın oğullarını aradan çekmek olur. Onların hanlığa aday olma haklarını inkâr etmeyecekler de az çıkmaz. Şimdi başlarında kavak yelleri esse de içlerinde halka hükmetme isteği de vardır belki. Kısacası böyle bir durum ortaya çıkarsa onaların dek durmayacakları da belli. Hanlığı hangisi alırsa alsın, iyilik bekleme. Babalarının kaşık kaşık topladığı itibarı çanak çanak dökmekten çekinmezler. Daha şimdiden bütün itibarı zevk u safada görüyoralr. Diyelim, hanlığı onlarn elinden kanırıp aldın. Sonra seni gününe koyarlar mı sanıyorsun? En iyisi kendi aşiretine hanlık edip, bununla yetinmek herhalde...

Artıkkulu Serdar’ın duyguları ise onu ateşten alıyor, suya atıyordu. Bugün acaba korkaklık mı etmişti? Eğer kılıcını sıyırıp almış, hanın dediğini yapmış olsaydı, şimdi burada değnek yutmuş gibi oturup kalmazdı. Hadi, diyelim ki dediği gibi yaptı. Peki, bu hareketiyle hanın ölmesine sebep olsa ne yapardı? Sonra dur durabileceksen hanın oğullarının önünde. Bunlar senden onun diyetini istemekten de geri durmazlar. Başını ortaya koymadığın zaman ise onların babalarının hayatı için ne kadar fiyat biçecekleri belli olmazdı. Hiç, böyle bir hanın kan bedelinin altından kalkılabilir mi? Yoksa bu sözlerini korkaklığını haklı çıkarmak için mi aklında evirip çeviriyorsun serdar? Her ne olsa da artık bu işin geçtiğini biliyordu.

Kara düşüncelere batanların içinde, her ne olursa olsun Govşut Han’a kılıç çekemeyecekler de vardı. Onlar Han’ın ayağına bir diken batmasına bile dayanamazlardı. Hangi niyetle olursa olsun, hana kılıç çekmek onların elinden gelmezdi. Onun için de bu meselede kendilerini suçlu da duymuyorlar, sadece için için dua ederek tevekkül ediyorlardı. Kaderden kurtulmak mümkün değil. Onun için de ancak Yaradan’a bel bağlamak kalıyor. Ama ne olursa olsun, koca milletin yüzünün duvağına kılıç çekmek zorunda bırakma Allahım!

Sarı Han akşamüstü gelebildi. Onu bulmak için giden çapar onu Babışkale’de bulamamıştı. “Dün Pendi tarafına gitmişti. Allah izin verirse bugün geri dönecek.” dediler. Çaparın beklemekten başka çaresi kalmamıştı. Kara Şeytan’ın sözleri onun kulağında yankılanıyordu: “Sarı Han’ı almadan gelme. Govşut Han çağırıyor de. Çok acele de.”

Sarı Han o geceyi Pendi’de geçirmesi gerektiğini biliyordu. Gerçekten de işlerini biraz hale yola koyuncaya kadar epey geç olmuştu. Onun gece geri dönmesini gerektirecek bir durum da yoktu. Geride bıraktıklarına güveniyordu. Kara evlerden birinde kendisi için hazırlanan döşeğe uzanır uzanmaz uykuya daldı. O bir tuhaf olup uykudan uyandığında henüz tan atmamıştı. Yattığı yerde birden doğrulan Sarı Han, uzun zaman yarı uykulu kaldı. Gördüğü rüyanın etkisinden kurtulamıyordu. Düşünde Govşut Han başı ak silkme telpekli, omzu iğneden çıkma kırmızı kaftanlı, ayağı parıl parıl siyah çizmeli düğüne gelmiş kalabalığın içinde sağa sola koşuşturuyordu. “Bu toy da nereden çıktı?” diye Sarı Han şaşırıyor. “Onun kendisinin düğün tutmak niyeti yoktu. Acaba düğün akrabalarından birinin mi? Her nasıl olsa da onun hareketleri bir tuhaf. Hareketlerinde vakar yok.” Sonra birden onun gözüne Sarı Han ilişiyor. “Sarım, ben de evlensem diyorum. Sen de bunu duyup geldin mi?” işte, o anda düğüne gelen kalabalığın ortasında şangırdayarak yeni gelin peyda oluyor. Govşut Han koşup onun yanına varıyor. Bileğinden yapışıyor. O gelini sürükleyip Sarı Han’a doğru geliyor. Sonra yanına gelip: “Gelinimin yüzünü görmek istiyor musun?” diye kahkahayla gülüyor ve gelinin yüzünü örten örtüyü yukarı atıyor. Sonra gördüğü Sarı Han’ı daha da şaşırtmıştı. Gelin kürteninin içinde bin yaşında vardır dediren kocakarı sırıtmakta.” Yüzünün kırışıkları yol yol olmuş. Onun bakışı Sarı Han’ı öyle fena hale koyuyor ki.

Sarı Han güneş doğduktan sonra da bu rüyanın etkisinden kurtulamadı. Yine de onu iyiye yormaya çalıştı. “Han Ağa bir şeye sevinecek mi acaba?”

Sarı Han geri Babışkale’ye varır varmaz, Govşut Han’ın çaparının onu beklediğini haber verdiler. O çaparla selamlaştıktan sonra:

- İyiliktir inşallah? Böyle acele edecek ne oldu? diye ona soran gözlerle baktı.

- Bilmiyorum, bir toplantı mı var, ne var. Çabuk al gel dediler. Başka bir şey bilmiyorum.

Sarı Han’ı böyle acele çağrılması şaşırttıysa da gönlüne kötü bir fikir getirmeden, yola hazırlanmak için evine girdi. O yorgunluğuna aldırmaksızın üstünü başını değiştirip hemen yola düştü.

Sarı Han’ı karşılayan Kara Şeytan Govşut Han’ın yattığı eve varıncaya kadar olanları ona haber verdi. Dünyası alt üst olan Sarı Han: “Vah” deyip dişini sıktı. “Allah basiretlerini bağlamış bunların. Hanlarına kıyamamakla bütün bir halkın ayağına balta vurduklarını bile anlayamıyorlar.” Kılıcını kınından nasıl çektiğini bile anlayamamıştı. Şimdi bütün düşüncesi zehrin önünü almaktı. Ne yapıp etmeli, Govşut Han’ı kurtarmalıydı. Onun aldığı her nefesin Türkmen için ne kadar değerli olduğunu Sarı Han’dan iyi anlayacak yoktu. Sarı Han onun bazı hareketlerini aklında ölçüp biçtiği zaman bir şeyi iyice anlıyordu. İran’da, Turan’da düşüncesinin genişliği bakımından onunla karşılaştırılabilecek biri olmamalıydı. Ne şahtan, ne gedadan...

Sarı Han içeri girdiği zaman Govşut Han evin köşesinde dağ gibi yatıyordu. Onun bu halini gören Sarı Han durumun iyi olmadığını, bir an bile kaybetmemek gerektiğini anlamıştı:

- Han Ağa, nerden kesmeli, diye seslendi.

Govşut Han’ın hemen cevap vermemesi onu fena hale düşürdü. Acaba geç mi kalmıştı?

Sarı Han’ın sesini duyan Govşut Han’ınsa genzi dolmuştu. Onun gözlerinin yaşardığını gören Sarı Han herşeyi sözsüz anlamıştı. Bu gözyaşı çaresizliğin alameti değildi. Bu, halkın gelecekte göreceği günlerin acısıydı.

Govşut Han’ın işaretiyle onu dik oturttular. Onun ateş olup yandığı Sarı Han’a da Kara Şeytan’a da malum gibiydi.

- Sen geç kaldın Sarı han... Sen kardeşten de ileri oldun... Zehir gövdeme geçti. Artık neremi keseceksin.

Govşut Han’ın sesinde acizlikten nam nişan yoktu. O kendi ecelini kabullenmiş adamın sesiydi.

- Olacağa çare yok dedikleri gerçekmiş Sarı Han. Sabah ezanından beri rüyada gibi olduk. Ayağımı kesmeyi de sanki şeytan tavsiye etmiş gibi geliyor. Bütün bunlar mutlaka böyle olmalıymış. Acele etmişiz sanırım Sarı han! Yoksa haksız yere halkın boynuna bağımsızlık yükünü takmaya mı kalktık? Biz kimmişiz ki bu kadar insanın kaderini değiştirmeye kalktık. İlk tanışışımız aklına geliyor mu? O zaman bakışlarımız karşılaşır karşılaşmaz bir şeyi anlamıştım: sen benim maksadımın ne olduğunu anlayan tek insandın. Bunun böyle olduğunu bilmek için söze gerek yoktu. Ben dayanacak adam bulduğuma sevinip kabıma sığmıyordum. Belki bana öyle geliyordur ama, seni benim yanıma Yaradan hedeflediğim maksada ulaşmama yardım etmek için göndermiş gibiydi. Hayır, sen benim gözlerimi kapamak için lazımmışsın...

Sarı Han’a başını eğip oturmaktan başka çare kalmamıştı. Ecelini kabullenen adamı neyle teselli edeceksin? Düşman vuracağı yeri iyi bilmiş. Yakında Türkmen’in beli kırılır. Sonra onu istediğin gibi ezebilirsin. Bizden başkasını bir dağın yıkıldığını görmek zorunda bırakma Allahım!

Govşut Han’a oturmanın gittikçe daha zor göründüğü belliydi. Ona bir kenara uzanmayı teklif ettiklerinde buna karşı çıkmadı. Artık tabiplerin yapacağı bir şey kalmadığını iyi biliyordu. Fakat o bir şeye şaşırmadan edemiyordu: onun ömür ipi böyle kolayca kopacak mıydı şimdi? Hepsi bu muydu yani? Daha dün kendini bütün halkın kaderiyle ilgili sayıyordu. Bugünse onları birbirine bağlayan ip birden kopuverdi işte. Han kendinin yavaş yavaş yalnız kalmaya başladığını hissetti. Artık ona kimsenin faydası olmazdı. Bu dünyadan ümidini kesmişti. O dünyaya varmak için de henüz erkendi. Bu dünyaya gelip o ne kazandı? Anlamlı ömrü kavga gürültüyle, savaşla geçti. Amansehet Serdar’ın onu kendi yerine hanlığa teklif edişi daha dün gibiydi. Ondan sonra işleri yolunda da gitti. Çoklarını çaresiz bırakacak dertler onu hiç telaşlandırmamıştı. O hayat kavgasının içinde kendini sudaki balık gibi hissediyordu. Halkın önüne düşmenin kaderi olduğuna istese istemese inanmak zorunda kalmıştı. Fakat bütün ömrünü böyle yaşamaya hakkı var mıydı? Belki onu şeytan azdırmıştır? Belki o şöhret peşinde koşmuştur? Kendi adına sikke bastırdığı zaman, devamlı ordu bulundurmaya başladığında, Cuma namazlarında adına hutbe okunduğunu işittiği zaman kalbinin nasıl coştuğu aklına geliyor mu? Belki bir devletin hanı olmak ona her şeyden aziz görünmüştür? Hedeflediği maksada ulaşmak için ne kadar insan feda etmek gerekeceğin hakkında düşünmen gerekir bile sanmamıştın o zaman. Yok, yok o hiç bir zaman halkın başında kamçı şaklatmak için elini eline vurmuş değildir. Birden Govşut Han’ın aklına Hive hanlığının orduları yenildikten sonra Merv’de yapılan toplantı geldi. O toplantıda üç şey teklif etmişti. O zamanlar Govşut Han’ın en güçlü zamanlarıydı. O anda her teklifinin kabul edeceğini biliyordu. Onun yaptığı teklifler o zaman çoklarını şaşırtmıştı. Kendisine konuşma sırası geldiği zaman şöyle dedi:

- Kardeşler, biz eskiden Hive hanlığına bağlıydık. O yenildi. Şimdilik bize karşı duracak kimse yok. Fakat biz bundan böyle de güçlenmeye çalışmalıyız. Onun için ancak birbirimize dayanmalıyız. Onun için de Merv hanlığını Ahal hanlığının raiyyeti kabul etmeli. Ahal’ın hanı Nurberdi Devletyaroğlu’nu hanlar hanı seçip Merv hanlığını da ona bağlamak lazım. Nurberdi Han’ın itibarını koruyup Merv’e geldiği zaman da Ahal’daki gibi kendi evinde yatıp kalksın düşüncesiyle ona şerefli yerin şerefli ailesini almalı.

Başka zaman olsaydı onun söylediklerini kabullenmeyecek çok olurdu. Fakat o an onun sözü geçerliydi. Onun dediği gibi de oldu. Kendin biliyorsun Allahım. Ben hanlık peşinde koşmadım. Kısmetim böyleymiş... Şimdi bunları düşünüp durmanın bir gereği var mı? Yaşanacak ömür yaşandı, olacak iş oldu. Artık ona sadece o dünyada hesap verip, kaderine razı olmak kalıyor.

Kara Şeytan, Sarı Han’ı Govşut Han’ın yanında bırakıp dışarı çıktı. Sonra derhal Govşut Han’ın oğullarını peşine takıp kapıdan girdi.

- Siz babanızın yanında olun. Sarı Han’la biraz işimiz var.

Kara Şeytan’ın söylediklerini işitip onların niçin çıkmak istediklerini anladıysa da Govşut Han sesini çıkarmadı. Artık onun bunların işine karışmaya hakkı yoktu. Oğullarına da pek bir şey demeye çalışmadı. Bırak otursunlar, başka ellerinden gelecek mi var bunların?

Kara Şeytan Sarı Han’ı hanların beylerin oturduğu eve götürdü. Sarı Han oturanlarla tokalaştıktan sonra gösterilen yere geçip oturdu. Kara Şeytan oturanlara seslendi:

- Govşut Han’ı kaybediyoruz sanırım. Salih Köse’nin tahminine göre yarına çıkabileceği bile şüpheliymiş. Şimdi ne yapalım?

Bu sözler oturanları pek şaşırtmamışa benziyordu. Govşut Han’ın iyileşmemesi her kötü haberi bekleyebileceklerini kabullenmelerine sebep olmuştu. Hanlarına bir şey olursa daha sonra ne yapacaklarını da hesaplıyorlardı. Fakat hiç biri düşüncesini açıklamak için acele etmedi.

Hemen Aman Han, Artıkkulu Serdar gibilerin konuşmasının bunların belli bir karara gelemeyecekleri anlaşılmıştı. Her biri yorganı kendine doğru çekip, kendilerine yarayacak şekilde örtünmenin derdine düşmüş gibiydiler. Sarı Han’ın ise fikrini bile sormadılar. Sarı Han da söyleyeceği sözlerin kabul edilmeyeceğini bilip sesini çıkarmadı. Burada esas konuşma, hanlarına bir şey olursa dış düşmanlardan ne beklemek gerektiği hakkındaydı. Bu konuda da genel konuşmalardan ileri geçilemedi. Sarı Han bunların konuşmalarını dinlerken içinden: “Buldunuz ahmak düşmanı, o sizi ne yapsın? Govşut Han vefat ettikten sonra sizi bir mermi bile harcamadan boyunduruğu altına alacağını biliyor ya. Siz kendiniz de bunu biliyorsunuz.”diye düşündü. Aman han’ın:

- Akşamın hayrından sabahın şerri, demişler. Bir sabah olsaun bakalım. Belki han iyileşir, sözşeriyle toplantı bitti. İçinden “Govşut han’ın bunların halini görmemiş olması da iyi bir şey.”diyen Sarı Han, dışarı çıktı.

O an dışarısı iyice kararmıştı. Hanların beylerin oturduğu evde yanmakta olan yağ kandilinin dumanla karışık kokusundan mı ya da orada oturanların evin içini dolduran çaresizliğinden mi belli değil, midesi bulanmaya başlayan Sarı Han’a ayazlı kış gecesinin soğuk havası iyi gelmişti. Gün boyu gökyüzünde kararıp duran bulur yok olmuştu. Lacivert gökyüzünde parıldayan yıldızlar Merv’in bu dertli gününün nasıl tamamlanacığını görmek için acele ediyor gibiydiler. Sarı Han içinden “Bizim halimiz böyle, ne yapalım Han Ağa.” dedi. “Sen nefesini sayıp yatıyorsun, biz de temiz havayla ciğerimizi doldurup yıldızların halinden anlam çıkarmaya çalışıyoruz. Birkaç gün önce senden ayrılacağımı söyleseler dünya başıma yıkılırdı. Ruhumun şimdiki rahatlığı neyin alameti acaba? Yoksa ömrün ve ölümün anlamı tahmin ettiğimizden başka mı? Kendi yakınından ayrılan adama güç veren şey ne ki? Bin kez düşmanın kılıcı önünden savulmaya yetişip bugün böyle yatmanın hikmeti ne Han Ağa? Kudreti güçlü Yaratan seçme mahlûklarının öyle anlamsız helak olmasını göstermekle bu faniye gönül vermenin, ona olduğundan fazla anlam yüklemeye kalkışmanın gereğinin olmadığını bir kez daha hatırlatmak mı istiyor acaba? Öyle de olsa senin ömrün anlamsız geçmiş değil, han ağa! Yaradanın havada yürüttüğü, her göze görünmeyen kalemi olmak için nasıl yüce mertebe lazım!” Sarı Han, böyle dışarda kendi kendine düşünüp durmasının yakışıksız olduğunu anlayıp, govşut han’ın yattığı eve doğru yöneldi.

O an Govşut Han gözlerini belirsiz bir noktaya dikmiş, sesini çıkarmadan yatıyordu. Onun kıpırdamadan yatışını görüp dayanıklılığına hayran olmamak mümkün değildi. Tersine sanki onun yüzü gittikçe aydınlanıyor gibiydi. Birden rahat sesiyle:

- Hanları beyleri çağırın, veda zamanı geldi, giye seslendi.

Hanlar beyler gelene kadar onu dik oturttular, cübbesiyle ayaklarını kapatıp oturan Govşut Han’ın son saatlerini yaşadığına inanır gibi değildi. Onun yüzü eskisinden da güzelleşmiş, gözleri daha da keskinleşmiş gibiydi. Onun önünde halka kurup oturan han beyler ağzından çıkacak her sözü kapıp alacak şekilde oturdular. Sonunda o oturanlara seslendi:

- Biz, bu kavgalı dünyanın azabından kurtuluyoruz. Hissetmeden düşmana yem olduk. Siz dikkatli olun. Birliğinizi kaybetmeyin. Türkmen öyle kalabalık bir halk değildir, insan bu dünyanın fani olduğunu kendi evinin mihmanı olduğunu anlasa da, bunu kabullenmesi zor. Fakat bir söyleyeceğim şey, nasıl bir güne düşerseniz düşün, aklınızı öfkenize feda etmeyin. Önünüzde zor günler var. Fakat Allah kendini sevenlerledir. Ondan uzak düşmezseniz, en acı şey kabul edilen ölümden bile çekinmenize gerek kalmaz.

Govşut Han sözüne biraz ara verdi de sol elini ayasına alıp, yanında oturan Sarı Han’a doğru yüzünü çevirdi:

- Sarı, benim ocağımı unutma, üçüm, yedim geçinceye kadar burada kal. Ben hakkım varsa helal ediyorum.

Bu sözleri duyan Sarı Han’ın bir şeyler boğazında düğümlendi. Şimdi o tek başına oturuyor olsa yüksek sesle ağlamaktan alamazdı kendini. Ah Türkmen, sen kimi kaybetiğinin farkında mısın? Bu sözlerden sonra Teke’yle Sarık birbirine hiç ters bakabilir mi? En son nefesinde de kendine düşeni yapmaya çalışıyor o.

Hanlar beyler tek tek gelip Govşut Han’la helalleştiler. Onlar çıktıktan sonra Han’ın yanında oğulları, Kara Şeytan, Sarı Han ve bazı akrabaları kaldı. Sonra karısı Humsagül’le kızı Keyik’i getirdiler. Humsagül’ün gözleri kıpkırmızıydı. Onu yaşmağının ıpıslak olduğu Govşut Han’ın gözüne ildi. O kocasının minnettar bakışına münasip olup, burada da yaşmağını açmadı... O han karısı olduğunu bir kez daha ispatlayıp: hafif sesle “Hakını helal et.” dedi ve kapıya yöneldi.

Govşut Han kızı Keyik’i bütün çocuklarından daha çok severdi. Ona boş yerine Düzgün lakabı verilmemişti. O bu kez de babasına gurur verdi. Yüksek sesle ağlamadan, ağıt yakmadan acı dolu sesiyle:

- Hakkını helal et baba! dedi ve nurlanan gözlerini onun yüzünde gezdirdi. Sonra da babasının ellerine alnın dokundurup kapıya yöneldi...

Govşut Han onları minnettar bakışlarıyla uğurladı. Ah, bunlar erkek olsalar ne olurdu! Yarın onlar yüksek sesle ağlarlar mı acaba? Bırak ağlasınlar. Mertlik göstermeleri gereken yerde mertlik gösterdiler.

Govşut Han uykusunun geldiğini bahane edip, kendini yatırmalarını rica etti. O ecelle yapacağı son savaşı için güç toplamak istiyordu. Ey yüce Allahım! Mert yaşattın, son nefesimde de utandırma. Yoksa bu da senin bana ihsan ettiğin bir rahmet mi? Kâfirin yurduma girdiğini göstermemek mi istedin bana? Yaptığına şükür!

Oturanlar han rahatlamıştır zannedip yavaş sesle kendi aralarında konuşmaya başladılar. Sadece Sarı Han dostunun sol elini bırakmadan dikkatle oturuyordu. O hanın gittikçe sona yaklaşladığını hissediyordu. En son nefesinde onun inlemeyeceğini de anlıyordu. Fakat o mutlaka elini sıkıp onunla kıyamete kadar vedalaştığını malum eder.

Govşut Han sabaha doğru can verdi. Kara Şeytan “Ah baba” diye babalarının üzerine kendilerini atan hanzadeleri kenara çekiştirdi ve:

- Gidin dışarda ağlayın, herkes duysun, dedi.

Bir an bile geçmeden, dışarısı büyük bir uğultuya döndü. Hanlarının vefat ettiğini duyan insanlar başlarından kaynar su dökülmüşe döndüler. O ana kadar çağrılıp gelen tabiplerden, hanlardan beylerden, hanın yakınlardan başka bir kişi bile onun düştüğü hali bilmiyordu. Türkmen’in başına inen bu acı belayı haber vermek için çevreye çaparlar gönderildi.

Govşut Han’ın cenaze namazını Molla Töre Ahun kıldırdı. Onun arkasında dalgalanan insan denizi Allah’tan hanlarını yarlıgamasını diliyordu...

Govşu Han’ın kırkı geçinceye kadar onun yasına gelenlerin arkası kesilmedi. Adamlarıyla birikte Ahal’dan at koşturup gelen Nurberdi Han’ın bu ölüme çok üzüldüğü, her hareketinden belli oluyordu. O Türkmen’in işinin ters çevrildiğini, bu kez de kaybettiklerini iyi anlıyordu.

Govşut Han’ın yasında Türkmen aşiret reislerinin, han beylerinin görülmediği yoktu. Bütün Türkmen onun yasını tuttu. O diriyken bir elini salladığında onların hepsi onun çevresinde toplanmaya hazırdı. Fakat o elini sallamaya fırsat bulamamıştı.

Govşut Han’ın yerine oğlu Baba’yı han seçtiler.


Bu olaylardan sonra birkaç yıl geçmişti. Merv savaşsız Ruslara boyun eğdikten sonra Rus çalı bu vilayeti idare etmesi için bir vali tayin etti. Dediklerine göre yerli ihtiyarlar onun bir zamanlar Merv pazarında su dağıtan dervişle çok benzediğini söylüyorlarmış...

(Hece Öykü, Çağdaş Türkmen Öyküleri)

Yorumlar

Popüler Yayınlar