Delinin Düşü

Hıdır Amangeldi
Türkçesi: Hüdayi Can

Dün bir rüya gördüm. Bir rüya ki o zamandan beri uyanıkken rüyada gibiyim, tersine gördüğüm
rüya da hakikat gibi. İyisi mi lafı uzatıp, sizi meraklandırmak istiyormuş gibi davranmayı bırakayım da rüyamı anlatayım. Köy mü, şehir mi, bütün insanların kafası cebinde... Herkes kafasını öyle de seviyor ki. Kiminin kafası iç cebinde, kimininki yan cebinde bir başkasınınki ise pantolonunun cebinde. Bahadırlar, kellelerini koltuklarına alıp düşmanın üstüne hücum ederlermiş, filan diye işitirdik, fakat kellenin cebe koyulduğunu ilk defa görüyorum. Yeni moda elbiselerin cepleri de maşallah çok. İşte, biri kafasını arka cebine tıkıştırmış. “Allah Allah bu adam otururken ne yapıyor acaba, kafasının üstüne mi oturuyor ki?” diye düşünüyorum. Aslında pantolonun arka cebi pek de küçük ama nasıl becerdiyse sığdırmış işte. Ceplerin kenarından ışıl ışıl gözler görünüyor. Kimsenin umurunda değil. Sanki bu sıradan bir durum. Kafalar da “Burası sıcacık” diye hallerinden memnun görünüyorlar. O anda kendi kafamın nerede olduğunu bilmiyorum. Tam bu konuyu düşünecekken yan gelmiş yatan biri gözüme ilişti. Onun kafası yerindeydi. Ben bu kenara çekilmiş adamın yanına vardım da “Sen ne diye kenarda yatıyorsun? Niçin kafan cebinde değil? Ne o, yoksa sen deli misin?” diye sordum. O da “Ben ne yapacağımı bilemiyorum. Kafanı cebine koysan ayakların onun yerini tutar. O zaman ayakların götürdüğü yere sürüklenip gidersin. Bu müthiş rahat. Yerinde olacağına olmaması iyi olan kafayı cebine tıksan o korunmuş da olur. Görüyorsun ya karla karışık yağış var. Kafayı üşütsen belki de menenjit olursun. Belki de Parkinson’un hastalığına yakalanırsın. Fakat ayağın götürdüğü yere sürüklenip gideceksen bu kafayı cebinde tıkırdatıp durmanın da bir manası yok gibi geliyor bana. Bir köşeye fırlatsan, kafandaki bütün dert de fırlatılıp atılmış olur, kurtulursun. Ama ben, durumum ne kadar kötü olsa da kafamı fırlatıp atmaya kıyamıyorum. Benim güzel gözlerim, lüle lüle saçlarım var çünkü, sonra bir de, az buçuk düşüncelerim var. Kafamı atarsam onları da beraber atmış olacağım. İşte böyle, bu durumda iki arada bir derede ne yapacağımı bilemeden yatıyorum.” Bir de baktım ki bu kıvrılmış yatmakta olan benmişim. Kendi kendimi süzüp hayret içinde kaldım. Hayat denilen şey adamı ne hallere koyuyormuş meğer. Kendin kendine hayret
ediyorsun. Karşımda oturan benimin arkasında ise annem oturmakta. O namazını kılıp selam verdi ve bana rüyasını anlatmaya başladı: “Düşümde babamı, yani senin dedeni gördüm. O bana: ‘Gün batmak üzere, ikindini kıl. Seccaden de küçük geliyor, eskisinde kıl.’ diyordu. Hafif oluyor diye torunumun Türkiye’den getirdiği kadife seccadede kılıveriyordum da... Biraz küçük geldiğinin ben de farkındaydım aslında. Şimdi ak keçeden namazlığımda kılıyorum. ‘Gün batmak üzere’ demekten kastı da ‘Artık yaşlandın, ölümün yakınlaştı.’ demektir her halde.” Ben anneme: - “Türklerin seccadesi küçük olmasın da ne yapsın. Onların şehirlerinde evler de neredeyse birbirine değecek. Sokaklarından iki araba zar zor geçiyor bir birine değmeden. Onlar nasıl kocaman ak keçede namaz kılsınlar.” diyorum. Annem bir çok manayı içinde barındıran bir “Hımm.” ile karşılık veriyor. O an gözüm sokağa takıldı. Sokaklar boş. Belki de sonu kara çevrilen yağmur yüzündendir. Fakat sokaklar boş olursa kötü görünürmüş. Onlar tıpkı kan akmayan damarlara benziyordu. Sanki, sokak kendi anlamını, maksadını kaybetmiş gibi. Kar ise küçük küçük atıştırmaya devam ediyor, vaktinde dineceğe benzemiyor. Bir de soğuk rüzgar var ki nereden estiği belli değil. Sokakların hali insanın yüreğini sızlatacak cinsten. Bir baktım “ben”im de yattığı yerden kalkmış. O da kafasını cebine koymuş, kısa paltosunun yakasını kaldırmış, boynunu soğuktan korumaya çalışıyor. Ben onun arkasından: “Dur, dur. Kafa bir kere cebe girmeyi öğrenirse, bir daha o sıcacık yerden çıkası gelmez. Ben lüle lüle saçlarımı rüzgara taratmak istiyorum.” diye bağırıyorum. Son sözlerim ne kadar bağırsam da korkusundan yavaş çıkıyor. “Ben” dediğimi yapmıyor. Çaresiz annemin seccadesinin yanına oturuyorum. Annem benim durumuma acıyor, başımı okşamak istiyor ama bulamıyor. Bir de baktım annem elinde uzun bir süpürge şehrin sokaklarını süpürmekte. Hava da o kadar sıcak ki. Güneş beynimi kaynatıyor sanki. Sonra da annemin bardak bardak çekirdek sattığını gördüm. Ben anneme: “Anne!” diyorum, “Sen bizi ele güne rezil ediyorsun.” O tersine: “Asıl siz bizi rezil ediyorsunuz.”diyor. Sokaklar ise bomboş. Kimsenin saçını rüzgar taramıyor. Rüyanın burasında irkilip uyanmışım. Uyanmamla elimi kafama götürmem bir oldu.

Yorumlar

Popüler Yayınlar