EFSANENİN YIKILIŞI

Meretmemmet HANMEMMEDOV
Çeviren: Hüdayi Can

1.

“Heyula!” Evine girince aynadaki sûretine gözü düştüğünde kalbine gelen ilk söz bu oldu. İnanmadı. Aynaya iyice yaklaşıp tekrar gözlerini dikti. “Yine o. O! Heyula! Bu ben miyim gerçekten?! Yüzünün gözünün rengi anlaşılmıyor. Gözünün içi kızıl mı, sarı mı, kül rengi mi, yüzünü sorarsan dudaklarına varıncaya kadar gök desen gök değil, kara ya da sarı da değil, sahipsiz. Bu ne hâl?! Yoksa daha yeni değil mi elliyi geçeli! Yoksa feri kaçan gözleri renkleri seçemiyor mu artık? Gözleri kararıyor, yoksa aynanın camını toz toprak mı kapladı Rabbim. Buğulanmış desek, içerde yayılan bir buğu da yok. Ama dur, yavaş yavaş düzelecek gibi. Aynada, işte, bir sûret yavaş yavaş belirmeye başladı. Bu da neyin nesi şimdi, ayna ayna ise, yavaş yavaşı da ne oluyor?! Dur, kendisi olmasına kendisi olsa da demin aynada görünen silüeti değil be ya. Müthiş parlak görünüyor. Aman Rabbim, nasıl oldu bu iş? Bu... Bu eski, gençliğindeki yüzü değil mi? Hatırladı, yeni evlendiği sıralar, yeni gelinin havasıyla bıyık bırakmıştı, işte, o zamanki hali. Ah o zamanlar, dünyayı sel alsa toğuğuna çıkmazdı. O zamanlar, gözü yeri görmezdi bir kere. Aman Rabbim, aklım başımda mı acaba, kendi kendime konuşuyorum ama... Hani, o deminki, aynadaki sûret? Nereye yitti gitti acaba?! Kim bilir, gözüme görünmüştür. Daha ne, gözüne göründüğü gerçek. Kendisinden başka gören mi var onu. İnsan yaşadıkça başına gelmeyecek yok. Dünya işte. Mahtumkulu dememiş mi: “Firagî dünya düştür / Düş görsen aslı hiçtir...” Bir zamanlar o da biraz önce önünden geçtiği durakta yanında kız arkadaşı bekleyen delikanlı gibi gençti, kuvvetliydi. Şimdi ise... Bu gün işte olanlardan henüz çocukların haberi yok. Bırak, yarın duysunlar, bir gün rahat yatsalar, o da bir kâr. Bu arada kendisi de olayın tesirinden kurtulur. En iyisi bunu hatırlamamak...

Biraz önce işten gelince çocukların annesi yarım ağız: “Ne o, bugün erkencisin?” dedi. Hâlini anlamış olmalı, neyse ki hemen koyu bir çay demlemeye gitti.

Odanın başköşesi fabrika halısıyla döşenmiş olsa da, alışkanlığı üzere, bir kenardaki sararmış keçenin üstüne geçti. Oturduğu yerden zar zor ev elbiselerini giyip yüklükten aldığı bir çift yastığa başını yaslayıp, sırt üstü yattı. “Şu an oğulları kızları, baba ocağından yeni ayrılıp gelen gelinleri şaşırmayacak olsalar gömleğini çıkarır, çıplak sırtını keçeye yaslar yatardı.

Hatırlıyor, gençliğinde iri güzel çiçekli fabrika halılarını severdi. Evlenip, evini ayrıldığında satın alıp, eve getirdiği ilk şey de o halılar olmuştu. O zamanlar bu çiçekli halıların odayı gül bahçesine çevirdiğini düşünürdü. Fakat daha sonraki yıllar, özellikle de şu an yaşadıkları yere göçüp geldikten sonra, nedense o halılar çekici gelmiyor, sevimsiz görünüyor. Onların yapmacıklığı, sahteliği gözüne batıyor sanki. Keçe ise şefkatli, cana yakın, özellikle de sunî değil, tabiî. Hatta kim ne kadar överse övsün, keçeyi el halısına da tercih eder. Halıda bir çeşit şatafat, debdebe var. Varlığıyla tependen bakıyor gibi. Sonra, bir de, fakir fukara için pek keseye uygun da değil. En fenası da onu hep korumak, üstüne titremek lâzım. “Aman, üstüne çay dökülmesin, kirletme, dikkat et!” İş mi yani, adam canına dikkat etmiyor, halıya dikkat ettiği kadar. Halı dediğin, hanların, beylerin, zenginlerin yaygısı. Keçe ise tersine. Tam da halkın yaygısı. Keçenin kendisinde de tevazu, sadelik hissediliyor. Nereye aratsan at, yüzü ardı diye nazlanmıyor, fukara halkın kendi gibi. Çıtkırıldım değil, dayanıklı ve alçakgönüllü. Ancak bir durumu da itiraf etmek lazım, kim hevesle fukara halk olmak ister ki? Hiç kimse! Herkes elinden gelse, mal mülk edinip, varlıklı olacak. Ama bu herkesin ulaşabildiği bir üzüm mü ki?! Kendisi de fakir halkın bir ferdi, ömür boyu öyle yaşadı. Ataları da kimseye muhtaç olmadan yaşayabilmiş hallice adamlar olsalar da varlıklarıyla parmakla gösterilen adamlar olmamışlar hiç bir zaman. Onun için keçeyle kendini aynı haysiyette görüyor.

Çocukluğunda da, yeni bıyıkları terlemeye başladığı sıralar da babasının: “Oğlum, sidik sindiren kara keçe gibi olmalı gerçek adam dediğin.” derdi. O zaman babasının bu sözlerine kırılırdı. Sidik sindirmek nerde, adam olmak nerde. Adam dediğin şerefli itibarlı olmalı değil mi aslında, diye düşünürdü içinden.

Babasının sözünü vaktini doldurmuş, eski söz kabul ederdi. O zamanlar bazı işlere “eskinin zararlı kalıntısı” derlerdi. Babasının bu sözünü de o “zararlı kalıntı”lardan kabul etmişti. Evet, bu hatıra, nereden baksan ta ellili yılların sonunu, altmışlı yılları tozutuyor. O günden beri asır değişti.

Şimdi ise, keçe büyük dertteşi. Yorgun omurgasını oğan, canına rahat veren keçe. Hatta keçenin kirli yün kokusundan sanki ecdadının kokusunu alıyor. Bir asır değil, iki asır değil, kim bilir kaç asırdır ecdadı bu keçenin üstünde selamladı günü. Altay’ın bayırlarında da, Yenisey boylarında da, Moğol çöllerinde de şu anki Kazak düzlerinde de ecdadının yoldaşı keçe oldu. Keçe onların altına döşek, çevresine duvar, kendine ve atına giysi oldu. Böyleyken keçede nasıl ecdadın kokusu olmasın. Ah keçem, sen gör hangi kıvançların, hasretlerin şahidisin. Türkmen’in âlemi tutan, cihangir yiğitlerinin yoldaşısın sen. Yaşınıza baksak, halı henüz bu aydınlık dünyaya gelmeden sen bin yıl yaşamışsındır belki. Şimdi bu yerlere geldikten sonra bıraktı, yoksa her güz koyun kırkımından başlayarak, ta ayaz düşünceye kadar, hanımı da dirseğine kadar yenlik giymiş, keçe basmışlardır. Kendisinin de bazen zevk için çocuklara katılıp, kamışla dolanan keçeyi çekmesi vardı. O günleri desene! Artık geri gelmeyecek günler!..”

Sırt üstü yatarak aklından geçirdiği bu düşünceler ateşin soğukta üşüyen adamı yavaş yavaş ısıttığı gibi içini ısıtıyordu.

“Demire dil bitse, keçeye gül bitse, kıyamet kopar.”derlerdi. Rahmetli dedesinin mi yoksa babasının mı bir zamanlar küçük bir çocukken söylediği bu sözü ise şimdi kendisi torunlu morunlu dede olduğu zaman bile anlayamıyor. Demire dil biteli şimdi iki üç asır oluyor, keçeye ne zaman gül bittiği ise belli değil. Sonra bir de bu cümleyi miras bırakan atalar acaba niçin keçeye gül bitmesine karşı çıkmışlardı? Eğer bu söz anlamsız lâf ü güzaf olsa halk onu dilden dile geçirerek bu güne getirir miydi? Kim bilebilir, bir ömürde her soruya cevap bulunabilecek olsa bu dünyaya fani derler miydi?!

Çay getirip, onu yanı başına koyan karısının yüzüne gözü düştü. “Yaşlanmış! Kırmızı gelinliğini giyip ak yurdun kapısından adım atışı dün gibiydi. O zamanlar ay gibiydi, ayın parçasıydı. Aybölek’ti. Bekârken gençlerle bir araya gelirler, aylı gecelerde köyün kenarındaki tepede oturur hayal kurarlardı. Yusyuvarlar aya bakarlardı. Evlendikten sonra ise ayın yerini Aybölek aldı. Yumuşak huylu, hamarat, varı yoğu bilen, eşine vefalı, hem de ne vefalı, az konuşan, evin ocağın yükünü kocasıyla beraber çekmeye hazır bir kadın, işte, karısı aklında bu özellikleriyle kazınmış.

Şimdi hatırlıyor da, aylığından arttırdığı paralarla altı biraderini evlendirmek durumunda kaldı. Sadece aylık mı, boş zamanlarında besicilik yaptı, koyun kırktı, yer kazdı, el âlemin işinde çalıştı, sağa sola koşuşturdu kardeşlerini evlendirdi. Ömrünün nereden baksan 18-20 yılı bu işe gitmiştir. Hayır, bunun için hiç de pişman değil, ama yine de... (Belki yanlış yaparım diye, bu düşüncey devam edemedi.) Yıllar geçti. Aybölek kucağına beş oğlan, üç kız bebek verdi. Fakat bir kez olsun. “Sen şöyle yapıyorsun, kazancımızdan biraz da kendimiz için bir kenara ayır.” demedi. Söylenmezdi de (Kadınların kahramanlığı kadere razı olmalarında değil mi aslında?!) Tersine kayın biraderlerinin başını bağlamayı kendine borç bildi. Kocasının kazancını tutumlu harcadı.

Tam, kardeşlerimi everdim, şimdi bir nefes alayım diyeceği zaman da artık on kişilik ailenin yükü omuzlarından bastırıyordu. Aklında “yük” sözü geçince, her ne kadar hatırlamak istemese de, gözünün önünde bugün işte yaşadıkları canlandı, onu rahat bırakmadı.

2.

Son zamanlarda böyle durumlarla daha çok karşılaşılıyor gibi. Hem de böyle olacağı önceden belli oluyor. Öncelikle sabah işe gitmek için evden çıktığı zaman keyifsiz oluyor. İşi de yolunda gitmiyor gibi. Ofiste acil işler çoğalmayagörsün hemen öfkeleniyor. Özellikle de çalışanlardan biri işini yarım yamalak, karman çorman edip getirse, işin eksiğini kapamak kendisine düştüğünde daha fena oluyor. Hemen söylenmeye başlıyor: “Adam dediğin, huyu domuz olsa da yaptığı işi doğru dürüst yapmalı.” Bu onun temel bakışı. Hep bu fikre uyarak yaşadı. Yoksa artık öyle genç filan da değil. İşinde başarılı adamlara büyük saygısı var yine de. Kendisi de hep başkalarına yük olmamaya çalıştı. Şimdiye kadar ne kazandıysa bu huyu sayesinde kazandığını düşünüyor. Doğrusu, bunun için az emek çekmedi, tersine minnet de çekti, mihnet de. İşte, şimdi öfkesi, asabı git gide baş ağrısına, göz ağrısına dönüyor, göz ağrısı ise yazıya yazıya baktıkça güçlenip kalbine ulaşıyor. Sonra kısa sürede midesi bulanmaya başlıyor, mecali kalmıyor. Özellikle de bu gün böyle. Öğleyin yapılan kısa toplantıda ofise giren paranın azlığı yüzünden bir kaç çalışanın, özellikle de yaşlıların işten çıkarılacağını, onların arasında kendi adının da olduğu söylendikten sonra daha da fena oldu. On-on beş kişinin birlikte çalıştıkları odadan çıkarken koridorda rastladığı iş arkadaşlarına dikkat de etmedi. Gözlerine baksan uzun yıllardan beri birlikte çalıştıkları arkadaşlarıyla bir ofise girip çıktığına pişman gibi. Hatta odada tam karşısındaki masada oturan kadına “Elmagül!” derken de; nezaketi elden bırakmadan hep “Semender Magtımoviç!” diye hitap ettiği bölüm müdürüne bir şey söylerken de; bu ofiste çalışmaya layık tek adam kabul ettiği amirin muavinine: “Abray Adiloviç!” derken de, sesindeki öfke ahengi belli oluyor.

“Dünyanın en büyük derdi adamların yerli yerinde olmamasında. Eğer herkes başarabileceği işi yapsaydı, dünya şimdikinden daha güzel, daha yaşanır bir yer olurdu. Fakat, adamlar mı?! Çiğ süt emenler! Bunu da başarmayıvereyim, diyeni o kadar az ki. Eski adamların mertliğine şapka çıkarmalı. Sadece ufak tefek işlerde de değil. “Başımıza han ol!”dediklerinde de, “Başka birini bulun!”der, ayak dirermiş eskiler. Şimdi nereden bulacaksın öylesini. Şimdikiler “Kendim için olsa yeter, el ne yaparsa onu yapsın.” diyorlar. Bu tür adamları düşünürken aklına rahmetli dedesinin çakaralmazı gelirdi. Hey gidi... Yüksekçe kum tepesinde yere yaslanıp, bir güzel nişan alıp “Rabbena, hep bana” diyen adamın iki kaşının ortasında bir kapı açsan, dünya bir uğursuzdan kurtulmuş olur. İçini soğuttuktan sonra da geriye, çöl içine gitsen, derdi. Gitsem dediği yer de doğduğu köy Sivrice.”

Böyle durumlarda muavinin her zaman sakin sakin konuşması: “Ne o, hastalanıyor musun?” deyip yüzüne bakması var. Muavinin bu alışkanlığından, genel olarak kibar adam olmasından hoşlanıyor.

Alttan almak, insanî ilişkilerde nazik olmak, yumuşaklık, alçak sesle konuşmak, bütün bunlar medenilikten, okumuşluktan, eğitimden nişan. Kendisi de öyle olmaya çalışırdı. Bu özelliklere sahip biri, isterse ilk kez karşılaşıyor olsunlar saygısını kazanırdı. Fakat böyle adamlara karşı dikkatli davranmaktan da alamıyor kendini. Onların yanında her zamankine göre daha hassas oluyor hareketlerinde. Çünkü böyle adamlar küçücük hareketlerine, en basit sözüne varıncaya kadar dikkat eden, onlardan anlam çıkaran, sonra da nasıl davranması gerektiğini, çıkarının nerede olduğunu bilen adamlar.

Evet, o muavinin sorusuna: “Ben gidiyorum!” diye cevap verdi ve evin yolunu tuttu.

Ofisten çıkınca da yakındaki otobüs durağna yürüdü. Orada 38 numarayı bekler. Ona binip “Teke Pazarı”na varmalı.

Yol boyu kendi kendine aldı verdi.

Yeni yurt tutunana “Yurt karşılasın!” derdi ihtiyarlar. Doğduğu köyden çıkıp, yıldıza yürümüş gibi oldu. Varını yok edip topladığı paranın üstüne borç harç topladığı parayı da ekleyip şehrin varoşlarında bir gecekondu alabilmişti ancak. Yine de, “Benden başka da böyle yaşayan az değil.” diye göçtü geldi. Sonra bu minval üzre işini buldu. Ayrılırken tüm ailesini resmi ikametten çıkarmıştı. “Olur, ikametinizi benim evde gösterirsiniz.” diyen tanışı birden düşüncesini değiştirdiği için, herhangi bir yerde ikametgâh gösteremedi. Tanışı “On kişiyi kendi evimde gösteremem.”dedi. İkametgâh adresi göstermeden işe girmek de, çocukları okula yazdırmak da o kadar zordu ki. Yoksa göçüp gelmeden önce “Kocaman memleket, iş de çoktur kazanç da, bir kaç yerde çalışır kısa sürede halimizi vaktimizi düzeltiriz.” diye düşünüyordu. Yeni yurt tutunacak adam, biraz borçlanırdı da tabi, onu da en çok bir yılda öderim diye düşünüyordu.

Hepsi boş çıktı.

Onun için bir gün bütün aileyi topladı. Durumu olduğu gibi anlatmasa olmayacaktı.

Anlattı da:

- Başka türlü olur sanıyordum, sonu hayırlı olsun. Allah beterinden korusun. Aç mezarı mı var. Çalışan aç kalmaz. Bakalım sonu nereye varacak.

Sonra çektiği eziyetler mi... Karısı Aybölek büyük kızını da yanına alıp, şehirde börek satan dükkânlardan birine işe girdi. Köydeyken hiç kabul edebilir miydi Aybölek’i pazarda çalıştırmayı. Şimdi çaresiz. Kendisi de oğlanların büyüğüyle bahçesinde tuğla döküp satan bir adamın yanına girdi. Küçük oğlanlardan ikisi pazarda el arabalı hamal oldu.

Bir defasında, tuğla işine gireli henüz 10-20 gün olmuştu. Yanında çalıştığı adam:

- Akıniyaz Emmi, bir gelsene! diye seslendi.

Akıniyaz vardı.

- Orada bir adam var, onunla anlaşsana.

Orada duran adam polis imiş. Konuşmaya nezaketle başladı:

- Emmi, kimliğin var mı?

- Kimlik evdedir, birader.

- İkametgâh adresi neresi?

Yalan söylemek elinden gelmedi:

- Herhangi bir yerde kaydım yok.

- Emmi, bizim işimiz de kuralları uygulamak. Belli bir ikametgâhın yoksa burada çalışman yasak.

- Biz de ecnebi değiliz birader, sonra hırsızlık uğursuzluk da yapmıyoruz, çocuk besliyoruz, bu yurdun çocuğunu...

- Öyle de olsa kural kuraldır emmi. Çalışma diyen yok. Ama kurala uy.

- Ah, kardeş, kim isteyerek kuralı bozar, ama böyle oldu işte...

Konuşma bu tarz devam ediyordu. Sonunda polis doğrudan diyeceğini dedi.

- Emmi, çalışmak istiyorsan, elini açmalısın.

- Ne kadar?

Polis, anlaşırız, dedi. Onun “anlaşırız”ı tuğla döküp kazandıkları paranın beşte biriydi. Aynı olayı Aybölek de yaşadı. Çocukları okula kaydettirmek de kolay olmadı. Kenar mahalle okullarının birinin öğretmeniyle müdürün yanına girdi. Onda da ayrı bir hava. “Günümüz bir ise, beyamca, teftiş iki. Bize de gün aşırı müfettiş geliyor.” Akıniyaz çok yalvardı. “Çocuklar cahil kalmasın.”dedi. Sonunda müdür “Bekle dışarda.” dedi de, o tanış öğretmenle başbaşa kaldı. O öğretmen bir süre sonra çıktı. “Şu kadar vermek gerekecek.”dedi. Buna da sabretti. En fenası da Aybölek düşüp omzunu yaraladığı zaman oldu. Ne kadar hastane hastane koşturduysa da tek bir cevap alıyordu: “Pasaportunda ikamet yerinle ilgili mühür yok!” Ne kadar yalvar yakar oldu: “Hastane pasaporttaki mühür için değil, insan için!” dedi. Kulak asan olmadı. Aybölek uzun süre omzunun küp gibi şişiyle dolaştı. Bir sonuç alamadı. Sonunda yine borca girdi. Şöyle topluca paranın halledemeyeceği mesele mi var?! Aybölek’i en iyi odalara yerleştirdiler. Yerleşmesine yerleştirdiler ama Aybölek o odadan ömürboyu hatıra kalacak sırt ağrılarıyla çıktı. Tedavi gecikmişti.

Sonra bir tanışının evinde ikamet göstermeyi başardı. İş de buldu. Fakat olmayacaksa olmazmış. O günler yine bir bela geldi buldu. Uzakça bir komşusunun samanlığı yanmış. Küçük oğlunu sorumlu tuttular. Güya o civarda oynarken yakmış. Samanlığa düşen ateş yandaki garaja da atlayıp sahibinin epey şeyini kül etmiş. Komşusu paldır küldür geldi. Ağzı da bir bozuk, bir bozuk. Ne kız kızan biliyor, ne yaşlıya hürmeti var. Sorup görse, işi yapanın oğlu olduğu da belli değil. Öyle de olsa komşusu yakasını bırakmadı. Ödeyeceksin, dedi. En sonunda kayıbın yarısını ödemeyi kabul etti. Bu ve bunun gibi yaşantıların her biri saçının bir telini ağarttı. Şimdi birazcık gerilimli söz işitse de elleri titremeye başlıyor, yanakları geriliyor. Eski genişliği kalmadı.

- Düüüt!!!

Sesin geldiği tarafa baktı bakmadı yolun ortasında oduğunu, bir otomobilin de tam bir sele yanına gelip, sert bir fren sesiyle durduğunu farketti.

- Beyamca, uyuyor musun? Yola baksana, sakat kalmak istemiyorsan! Ne o, bir garibin hayatını mı kaydırmak istiyorsun!

Arabanın camından başını çıkarıp bağıran delikanlının sözünün sonu küfürle noktalandı. Demek, düşünceye dalıp giderken dikkati dağılmıştı. Neyse ki, Allah korudu. Şimdilik Allah korudu ama kalbi bir tuhaf oldu. Çarpmaya bir selelik mesafesi kalan arabanın domuz yavrusunu andıran burnu bir süre gözünün önünden gitmedi. İlk başta korku hissetmediyse de, göz açıp kapayıncaya kadarlık sürede olan vaka sonradan bir titreme halinde tüm vücuduna yayıldı, yüzü kireç gibi oldu. Neyse ki durakta bekleyenler kalabalık imiş. Bir kenara geçip etrafı izlemeye başlayınca yaşadığı olayın etkisi yavaş yavaş azaldı. İç konuşmasına kaldığı yerden devam etti.

“Hayatta kendisine eziyet veren şey ne? Bu belli, arkasında ‘ben varım’ deyip duran bir destekçisinin olmaması. (Aklına bir ihtimal daha geliyor ama, ondan değildir her halde.) eğer sağlam bir arkası olsa hiç bu kadar ezilir miydi?! Okul için, hastane için ya da işsizlikten çektiği eziyetlerin hepsi arkasının olmamasından. Ya da bazı çalışanlar yarım yamalak işlerini getirip önüne atarlar mıydı, sağlamından bir arkası olsa?! Atmazlardı. Atsa da “Birader ya da filanca, benim için mi çalışıyorsun, çek arabanı.”derdi. Ama mümkün mü bunu söylemek?! “Ben de sizin gibi bir elemanım, kendi işimi bilirim.”dese, bir bakmışsın, kısa süre sonra amir çağırmıştır. “Aman, Akıniyaz Amca, arkadaşlarla ne alıp veremediğin var?” deyince, bir bakmışsın yok yere sen problem çıkaran adam olmuş çıkmışsın. Amirin ikinci sözü “Senin işin, benim işim olmaz. Hepimiz aynı amaç için çalışıyoruz. İşimizin iyi gitmesi lâzım. Halk için bir tek iyi iş yapsak bu hepimizin itibarı...”

Amir, amirdir elbette. Her zaman haklıdır. “Siz yaşlı başlı adamsınız. Gençlere örnek olacakken, onu etmeyeceğim, bunu yapmayacağım demeye başladınızsa... Yoksa yorulmaya mı başladınız?... Laf buraya gelince kulağı bir şey işitmemeye başlardı, kafası donardı. Gözünün önüne çocukları gelirdi. Artık amir ne dese başını eğer susardı...”

Kalabalık durağa gelip yavaşlayan otobüse hücum etti. Akıniyaz da o tarafa yöneldi. Ama kendi otobüsü olmadığını anlayınca durdu. “Kör olasıca, hep böyle olur. Beklediğin gelmez, beklemediğin de suyun sevmediği narpızmış, o da gelir gözünde bitermiş dedikleri gibi...” düşünceleri yine aynı minval üzere devam etti. El alem nasıl böyle dayılı oluyor ki?! Mesela, Elmagül, aslında kendisiyle aynı konumda. Yine de onun hemen hemen bütün işleri Akıniyaz’ın elinden geçiyor. Bunun için Elmagül, dese dese ara sıra bir sağ ol diyor, aslında ise o kendi işini düzeltmek, yapmak Akıniyaz’ın ya da başka birinin işidir diye düşünüyor. Neymiş efendim, amirin adamıymış. Dünyanın düzeni böyle, amirin çalışanlarının kendisi hakkında neler düşündüğünü, neler konuştuğunu bilmesi gerek. Nasıl bilecek peki? Çalışanlar arasında kendi adamı olmalı. İşte o adam da Elmagül.

Ya Semender Magtımoviç’e ne diyeceksin?! İşini hakkıyla yapabilen amir müessesenin talihidir. Ama bir de öyle değilse, talihin ters dönmesi, o amir birinin lafıyla iş yürütür. Amirin bu meseledeki akıl hocası Semender Magtımoviç. Onun için ofiste istediği gibi hareket etmeye hakkı var. Serbestçe konuşur, istediği zaman girer çıkar. Onun yanında içini açmak, Elmagül’ün yanında konuşmaktan daha tehlikeli. Amir Elmagül’ün sözlerini ham bilgi olarak dinlerken, Semender’in konuşmalarını doğruluğu tartışılmaz hüküm olarak kabul ediyor.

Fakat ofiste Elmagül’den de, Semender Magtımoviç’ten de, hatta bizzat amirin kendisinden de çekinmeyen biri de var. O, Recepdurdu. Onun yukarıda güçlü tanışı varmış. Onun için amirin verdiği işi, isterse içinden gele gele yapıyor, istemezse de sallıyor gitsin.

Elmagül ya da Semender Magtımoviç olmak Akıniyaz’ın yapabileceği şey değil, fıtratına ters bir kere. Recepdurdu olmak ise elinden gelmiyor... Ama şimdi bu işi ile de vedalaşacak. Peki sonra ne olacak?! Ya da en iyisi...”

- Alsana, buz gibi dondurma, al, al çabuk, elim yoruldu, almazsan elimden düşüreceğim.

Durakta bekleyen, bir baksan sade köy çocuğu dedirecek delikanlı, yanındaki şehirli giyimli, güzel kıza dondurma uzatıyor. Kız ise nazla bakıp, onun hareketini bir garip görüyor olmalı, çevresine bakınıp, insanların dikkatini çektikleri için utanıyor. Yine de oğlanın uzattığı dondurmayı aldı. Fısıltıyla bir şey dedi oğlana.

Akıniyaz onların arkasından baktı. Oğlanın da kızın da yürüyüşlerinde bir çeşit gurur havası vardı. Gençlerin hoş boyu bosu, delikanlılara has tazeliği, güya azim gibi, coşku gibi göründü ona. Güç gibi göründü. “Evet, aslında bu köhne dünya her gün yeni. Ve bu yeni dünyaya yeni insanlar lâzım, işte, şunlar gibi gençler, coşkulu, damarlarda at koşturan kan lâzım. Kendisi gibi bir yaşlıyı kim ne yapsın?!”

Bunları aklından geçirirken dünyayı coşkulu düğün evine, kendini ise, varmak istese de, yolunu değiştiremeden, düğün evinin yanından geçip giden yolcuya benzetti. “Evet, onun da coşkusunun derinliklerinde olan, onunla birlikte dalgalanan günleri olmuştu. Olmuştu. Fakat şimdi... Hatta düşünmeye de değmeyen şeyleri düşünüyor. Ne yapacak, fakat tıpkı bunlar gibi küçük, iç yakıcı şeyler değil mi birçok insanın hayatını ufalayıp, kendisini ihtiyarlatan, lezzet alarak yaşamak gereken tatlı hayatı zehir zakkuma çeviren. Peki o değil miydi, aslında yüce, kamil yaratılan insanı küçültüp, yerin dibine geçirip, sonra üstüne kum atan?! O, o. Maksadına ulaşmasını engelleyen de o!”

***

“Teke Pazarı”ndan başkentin yakınındaki kasabaya giden otobüsün en arkadaki koltuğu onun sevdiği yerdi. Orada oturup, yol boyu dışarıyı izleyerek gitmekten hoşlanırdı. Orada istediği gibi düşüncelere dalarak gidebilir, kimse ona engel olmazdı. Ağrısı gittikçe halden düşürse de bu sefer de aynını yaptı. “Yolu seyrederek, düşüncelere dalarak gitsem, belki bir parça rahatlarım.”dedi.

İşte, otobüs Köşi köyünün yanındaki yolu izleyerek güneye yöneldi. İşte Kurtlu, sürücü iyi sürerse hemen Kıpçak’a da varırlar, fakat daha önce sevdiği yer, Kıpçak’ın deresi var. Yol kenarındaki alçaklık yerde akıyor. Çayın ilerisinde ise, orada, antik Nisa şehrinin harabesi var. Orasının Parfiya devletine başkentlik yaptığını söylüyorlar. Zaman zaman hükümdarlar, şehzadeler, beyler, vezirler falan Nisa’dan çıkıp, Kıpçak’ın deresi civarında, o zamanki gür ormanda av avlar, işret meclisleri kurarlarmış. Buralarda birçok savaş da olmuş. Bir kez dört yanı düzlük olsa da savaş zamanı düşmana baskın yapmak için koca ordu bile saklanabilir diye düşünmüştü. Belki de yapmışlardır bunu. Yoksa bu fikir nereden gelsin aklına.

Evet, bir zamanlar bahar ayları ilerdeki Köpetdağ’dan gelen sel bu derelerden akarmış. Son zamanlarda da kış yağışlı geçse, Kıpçak’ın çayının suyu kesilmezdi derdi buranın yerlileri. Şimdi oturduğu yere gelip, şehirdeki işine gidip gelmeye başladığı sıralar buralarda biraz seyrek de olsa ağaçlıkların olduğunu, gür kamışları kendisi de hatırlıyor. Zaman her şeyi değiştiriyor. Fakat Kıpçak çayının asırlardan beri değişmeden gelen şeklini bu sefer zaman değil de insanlar değiştirdi. İnsan değiştirdiyse, demek bir çıkarı vardır. Çıkar için, menfaat için yapmayacağı şey yoktur insanın. Hatta zavallı insan çıkarı için oturduğu dalı kesmekten de çekinmez. Kıpçak Çayının ilerisindeki, ağaçlık kamışlık yerleri önce düzlediler, sonra tımar edip sürdüler. Sonra da vakti gelince ektiler. Akıniyaz buna karşı değil. Eski ağaçlık, kamışlık araziyi seyretmek de güzeldi. Şimdi ekin tarlasına dönen arazi de hoş. Hiç değilse kendini unuttuğun zaman ekin tarlasını görünce yılın hangi mevsiminde olduğunu anlıyorsun. Kıpçak Çayının ilerisinde açılan ekin tarlalarında güzün traktörlerin arkasında bir toz bulutu bırakarak yer sürdüğünü, baharın ekininin suyuna, otuna çöpüne dikkat eden, yaz mevsimi geldiğinde ise sakin sakin ürününü toplayan insanlar her gün, gün aşırı bir otobüste beraber gelen giden, karşılaştığı bazılarıyla hoş beş eden adamlardan daha tanış. Sanki o çiftçiler eski tanışların gibi. Buna böyle desen de olur. Çünkü şimdi uzun yıllardan beri hangi mevsimde ne yaptıklarını, nasıl emek çektiklerini biliyordu. Aslında insanı yaptığı işten, amelinden daha iyi gösteren ne var ki?!

3.

“Hayır, sağ salim yarına çıkarsa, işten çıkarıldığını karısı Aybölek’e, bütün çocuklarına söyler. Hem de çevresine toplayıp söyler. Oyuncu yenildiğini bilse iyi, zararın yarısından dönmek de bir fayda. Dönelim baba yurduna, doğduğum köye, Sivrice’ye.” der. Hemen yarın, tan atsa tamam, iş bu kerteye varınca vakit de geçmek bilmiyor. Şimdi basan yeni yatsı olmuştur. Daha gece yarısı bile olmadığı kesin...” O bunları düşünürken kapı çalındı. Akıniyaz “komşulardır” dedi. Aybölek uyanıp kapıyı açtı. Kardeşlerinden biri gelmiş. Yedinazar’dan büyüğü, Altımurat. Hayırdır inşallah, biraz heyecanlı görünüyor.

Dirseği üstünde doğrulan Akıniyaz kardeşine seslendi.

- Ooo, gel geç bakalım.

- Yok, girmeyeyim.

Aybölek de kayın biraderine seslendi:

- Girsene, ayakta kalma.

- Yenge, araba bekliyor. Benim de acelem var. Size de haber vereyim, diye saptım.

- Ne haberiymiş o, sağlık mı, hayır mı?

- Sağlık olmasına sağlık yenge, Altımurat biraz bekledi, pek hayır olduğunu sanmıyorum. Köyün çabucak boşaltılmasına karar verilmiş.

- N’aptın yahu?! Bu sefer Akıniyaz farkına varmadan birden ayağa kalkmıştı. O... o ne için?

- Jeologlar kazıp duruyorlardı ortalığı. Çulba’da uranyum bulmuşlar. O da zararlı ışın yayıyormuş. Köyü göçürüp, yerine fabrika kuracaklarmış, diyorlar.

- Siz nereye göçeceksiniz?

- Belli değil, şimdilik herkes bulduğu yere göçecek. Sonra bakacağız. Sizin ev zaten dar. Ben de Yedinazarlara gideyim, diyorum. O rahatsız olursa, bu sefer de kayınpederlere doğru gideriz artık. Neyse, gecikmeden Yedinazarlara gideyim. Orası da altında araba da olsa epey yol.

Altımurat gittikten sonra Akıniyaz’ın gözüne uyku girmedi. Ağrısı daha fena arttı. Çoluk çocuk da uyuduktan sonra bir türlü dalamadı. Aklına çocukluk devri, dedesi, Sivrice düştü. Sivrice! Bu söz anılsa yüreği sızlıyor. Çok şeyi bu isme bağlanmış. Kendisi, çocukları, ailesi, gençliği, sevinci, hüznü, bütün dünyası... Sadece bunlar mı?! Ecdadı, kuşak kuşak bütün tarihi bu isme bağlanmış. Kim bilir hangi zaman, Akıniyaz’ın bilmem kaçıncı göbekten dedesi sülalesinden bir grup insanla Sivrice’ye göçüp geldikleri zaman, çölün bu parçasında in cin yokmuş. Bir yanı kumluk çöle, bir yanı ilerde bozkıra bakan Sivrice köyü ismini aslında oradaki başı yassı kavuna benzeyen ilginç çulbadan almış. Çulba denilen şey, çölün, kum tepelerinin arasındaki taş yükselti. Bir yerde tek başına duran Sivrice tam da göze görülen bir çulba. Çok uzaklardan dikkat çekiyor. Onun eteğindeki geniş bir alana yayılan köy kurmaya elverişli sert zeminli alanda ise hem yağmur sularından oluşmuş gölet, hem de kuyu var. Bir zamanlar çevresinde köy kurulmamış, çobanlar burada konaklamamışlar. Hive’ye ve ilerdeki Ahal taraflarına geçen kervan yollarına uzakmış. İşte, geniş bir merada olsa da, bir taraftan yoldan uzaklığı, ıssızlığı, yakınlarda başka bir köyün olmayışı, ikinci olarak da buranın iki tarafın eşkıyasının uğursuzunun da ayak altında oluşu sebebiyle, kendine güvenin tam değilse burada oba kurulacak gibi değilmiş.

Akıniyazların sülalesi gelmeden önce, başka bir sülale de burada yurt tutmaya kalkışmış. Fakat birden üstlerine gelen düşman onları bir defada fena ürkütmüş. Düşmandan zar zor kurtulan adamlar sonra bir daha oralarda görünmemişler. O tarafta yurt tutmaya kalkanlara da “aman aman” demişler. Fakat Cemler düşmandan çekinmemişler. Çünkü sülale iyice çoğaldığı için daha önce yaşadıkları yer dar gelmeye başlamış. Onun için aksakallar toplanıp kendi aralarında kavga gürültü çıkacağına dışarıdan gelecek tehlikeyle vuruşmanın daha iyi olduğuna karar vermişler. Bugün akrabalarla sığışmıyorsak, yarın birbirimize yan gözle bakmaya başlarız, iyisi mi geniş bir otlak arayalım, demişler. Böylelikle nasipleri onları tutup Sivrice’ye getirmiş.

O zamanlar Akıniyazların şimdiki uruğunun, yani Cemlerin Hırlatanlar denilen kolunun nesilbaşı Ulugberdi yeni evlenen, bıyıkları yeni terlemiş delikanlıymış. Bir adamın tek oğlu olduğu için mi, ne mi, babası “Uluğberdi av avlasın” diye, onun için Ahal’ın meşhur tüfek ustasına parıl parıl parlayan bir tüfek yaptırmış. Tanınmış nişancıların bile o tüfeği görünce gözleri parlarmış. “Ustalık işte bu olmalı.” derlermiş. Güzün ilk ayının ılık havalı günlerinin biri. Oğlu erkenden babasının getirdiği tüfeği omzuna atıp, “Çarşamba günü çar tarafa demişler, üç beş tavşan vurayım” diye, obanın dışına çıkmış. O zamanlar, göçün yeni geldiği vakitler, av maksadıyla öyle uzaklara gitmeye gerek yok, bir iki tepeyi geçsen, tavşan, hatta geyik avlamak da mümkün. Uğurlu gün yapılmıştır belki, yeni tüfeğini omzuna atan delikanlı obadan çıktı çıkmadı, bir geyik önünü kesmiş. O da yapışmış tüfeğe. Bir ses çıkar gibi olmuş. Sonra bir bakmış ki hayvancağız gel ölmeden boğazla beni, der gibi önünde yatıvermiş. Aslında o geyik genç avcının kurşunuyla mı öyle oldu yoksa kendisi bıçağa mı geldi bilen yok. (Sonraları geyiği soyulmadan gözleriyle gören, söz süslemekte mahir adamlar geyiğin vücudunda kurşun yarası görmedik, diye anlatırlarmış.)

Uluğberdi daha yeni avını boğazlamışken, Sivrice için hem de çok ehemmiyetli bir olay olur. Yaşanmaya başladıktan sonra oraya henüz misafir gelmemiştir, yolunu yitiren bir yolcu da düşmemiştir, işte, birden tepenin arkasından birden üç adam çıkmış. Her biri bir hamutlanan deveye binen bu yolculardan biri, ak sakallı, başı sarıklı, açık kahverengi cübbeli, takvalığı ilk bakışta anlaşılan nurani bir adamış. Diğer ikisi kara sakallı, başları sarıklı nispeten genç adamlarmış.

Uluğberdi hemen onlarla selamlaşıp: “Bize misafir olun.”diye, onları alıp evlerine götürüyor. Yolda da, delikanlı işte, kendisinin bu gün yeni tüfeğini alıp ilk kez ava çıktığını, avının iyi geçtiğini anlatıyor. “Nasipli insanlarmışsınız.” diyor sonra. Ak sakallı ihtiyar onun sözüne birazcık gülümsüyor “Elhamdülillah!” demekle yetiniyor. Köye gelen ilk misafirler herkesin merakını celp ediyor. Uluğberdi’nin oğlunun geyik avlayıp gelişine, üstesine de köye gelen ilk misafirlerin kendilerinde kalacaklarına sevincinden kabına sığmayan babası, büyük bir kazan vurdurup, tüm köyü ziyafete çağırmış. Köylüden bazısı uzaktan gelen misafirin sohbetini dinlemek, bazısı onları dinlemek maksadıyla onlarda toplanmış. Uluğberdi’nin babasının eli ayağına dolaşmamış tabi, hem elini hem sofrasını sonuna kadar açmış, köylülere de, misafirlere de izzet u ikramını esirgememiş. Daha sonra da Sivrice köyüne çok misafir gelmiş, fakat o misafirler, ziyafet başında edilen sohbet köylülerin hafızasına kazınmış. Hala köyün ağzı laf yapanları, Sivrice’nin yerleşim merkezi olarak tarihi, Cemler sülalesinin buraya göçtüğü günden değil de Uluğberdi’nin babasının ziyafet verdiği günden başlar, derler. Aslında onların ana yoldan bu kadar uzaktaki bu ıssız köye nasıl misafir oldukları da tuhaf. Sonra o gün o takva adam (daha sonraları köylüler ondan bahsederken adını evliya diye anıyorlardı) az ve sakin konuşmasıyla önemli konular hakkında konuşmuş.

Köylüler gün boyu Uluğberdi’nin babasının misafiri olmuşlar, gece de sohbet geç vakitlere kadar devam etmiş. Gece belli bir zamandan sonra misafirlerin çevresinde toplananlar azalmış. Sadece hikmet dolu sohbetlere susuz, sözün sohbetin kadrini bilen adamlar kalmış. O zaman takva adam çevresindekilere vaaz etmiş. Ertesi gün de erkenden arkadaşlarıyla yola düşmüş.

Misafir gitmesine gitmiş ama kendisi ve o gece çevresinde çok az adam kalınca söylediği sözler, ettiği dualar hakkındaki söylentiler gittikçe artmış. Hatta “o şöyle dedi”, “evliya demiş ki”, “o şöyle nasihat etmişti” gibi ifadeler köyde zamanla çoğalmış. Sanki gece boyu sadece o konuşmuş gibi. Fakat gece onun yanında oturanlar misafirin çok az konuştuğunu söylüyorlardı.

Köylüler ona neler neler dedirmiyorlardı ki... Onların söylediklerini bir kaç grupta ele almak bile mümkün. Bu sözlerin bir kısmı da Uluğberdi’nin tüfeği hakkında. Akıniyaz inanmasa da mesela misafir çakaralmaz hakkında şöyle demiş: “Sizin elinizdeki tüfeğin namlusundan çıkan mermi yüzünden hiç bir canlının kanı dökülmesin. O sadece hayır için atılsın. Dertler sesten de derman bulur. Bunun sesi korkana, bayılana, vakti geldiği halde bir türlü çocuğunu doğuramayan hanımlara şifa olsun! O elinizdeyken düşmanın yıldızı düşük olsun!” daha sonraları şöyle bir cümle de eklendi bu duaya: “Bu tüfeğin sesi altında doğan çocukların göreceği iyilik olsun!”

Yine misafir demiş ki: “Sivri tepeye dikkat edin!” (köy hakkında konuşanların kimisi misafir bu sözüyle Sivrice çulbayı değil de sivri kafayı kastetmiş derken, bazıları da tepenin altında hazine varmış, zamanı gelince açılıp, Sivricelilerin yüzü gülecekmiş şeklinde izah ediyorlar.) “Buradan ayrılmadığınız sürece işiniz yolunda gider. Fakat bilin ki, hanginiz ayrılsanız fakr u zaruret çekersiniz. Siz iki büyük ilin arasındasınız. Fakat bunlardan birini diğerine tercih etmeyin. Onların ikisinde de rahatlığınız ve rızık payınız vardır.”

Ancak bu denilenlerin doğruluğuna pek inanası gelmiyor. Misafir gelecek hakkında, dünyanın düzeni hakkında, hayır ve şer hakkında, Allah’a kulluk etmek ve ömrün manası, insan hayatının maksadı hakkında, insanların mizaçları hakkında daha birçok sözler söylemiş. O dedirilenleri gerçekten dedi mi, demedi mi belli değil. Fakat tahmin edilebileceği gibi halk kendisi bulmuş bile olsa o sözlerin çoğu çok yerinde, halk tecrübesinin ürünü sözler.

Köylüler daha sonraları da misafirlerin oturuşu, kalkışı, elini yıkayışı, konuşması, yemek yiyişi, bakışı, bir şeyi kabul edişi ya da kibarca karşı çıkışı... hakkında tekrar tekrar konuşmuşlar, onlara benzemeye çalışmışlar. Beş vakit namazı onların kılışı gibi kılıp, Kur’an surelerini onların okuyuşu gibi okumaya çalışmışlar.

Bunların bir kısmını rahmetli dedesinden, bir kısmını da konuşmayı seven köylülerinden duymuştu. Bazısını ise kendiliğinden biliyor.

Misafirler gittikten sonra, çok vakit geçmeden, Sivrice’de bir hamile tazenin ayı günü dolsa da çocuğunun dünyaya gelmesi zor olmuş. Elbette tüfek hakkındaki söylentiyi tüm köy biliyor. Gelinin yakınları hemen Uluğberdi’nin yanına gelmişler. Baksana olan işe, sanki tüfeğin atılmasını bekliyor gibi sesle birlikte çocuk doğuvermiş. Buna tüfeğin yardımı olmuş mu olmamış mı bilinmez, Uluğberdi, gittiği yerden “Almak istemedim ama ayıp olur diye öyle ısrar ettiler ki” diye elinde hediyelik çıkınıyla dönüp gelmiş. Aradan epey bir vakit geçtikten sonra, köyün diğer ucunda bir başka gelin de aynı duruma düşmüş. Uluğberdi yine omzu tüfekli gidip, eli çıkınlı dönüp gelmiş. Böylelikle tüfeğin etrafında söylenti çoğalmış, tüfek sanki bir çeşit esrara bürünmüş, sanki bir çeşit gücü varmış gibi kabul edilmeye başlamış. Sonraları ise hamile kadınlar kendi kendilerine doğurabilecek bile olsalar gümbüldedip, kuru sıkı atmak adet olmuş. Çakaralmazın değeri gün geçtikçe artmış. Hatta bıçak, kılıç, ok yay yapmaktan anlayan bir usta Uğuğberdi’nin tüfeğini özene bezene nakışlayıvermiş. Sadece nakışlamakla da kalmamış, tüfeğin kundağına ve namlusuna tuhaf şekiller çizmiş. “Bu ne?” diye soranlara, “Kadim ecdadımızın kullandığı, sonradan unutulmuş bitik yazı, orada tılsımlı sözler yazılı.” demiş. Fakat ne yazdığını ise, asla söylememiş. Bazısı buna inanırken, bazıları usta tüfeğin kundağına o misafirin söylediği sözlerden birini yazmış, derlermiş. Bazıları ise “Manasız çizgilerden başka bir şey değil bu, sadece nakış.”demişler. Tüfek gittikçe o kadar meşhur olmuş ki, söylediklerine göre, köyün bütün çocukları onun sesi altında dünyaya gelmişler.

Gerçekten de misafirin dedikleri gerçekleşmiş. Sivrice köyünün gençleri civarda daha sonra kurulan tek tük köylerle diğer illerin gençlerinden koyun kırkmakta da, ocak kazmakta da, at binip ok atmakta da üstün olmuşlar. Sivrice çevresindeki meralar da gittikçe vahalara dönmüş. Hele bahar aylarında kokulu çalılarının güzel kokusu canına can katıyormuş.

Sivrice’nin kızları da güzellikte eşsizmiş. Eli hamarat, kendine güvenen, güzelliği Ay gibi çoban kızlarını istetmek için Merv’den, Aşkabat’tan büyük zenginler, beyler, baturlar dünürcü gönderirlermiş. (Akıniyaz’a göre Aybölek işte o kızlardan kalma bir numunedir) Ahal’ın meşhur pehlivanları Sivrice’nin düğünlerinde güreşir, sırtları yerden kalkmasa da yine bu köye gelmeye heves ederlermiş. Aslında güreş bahaneymiş tabi, onlar köyün kızlarına müşteri imiş.

Sivrice’nin gençleri bahadır oldukları, iyi ak binip silah kullandıkları için, çölde avare gezen eşkıyalar köyün sürülerine de, alış-veriş için güneye kuzeye giden kervanlarına da yan gözle bakamazlarmış. Köylüler bütün bunları o misafirin hayır duasına bağlarlarmış.

Bugünkü gibi hatırlıyor, zamanlı zamansız bir çocuk gelir: “Filan Emmi, babam tüfeğini de alıp gelsin diyor.”der. Ne demek istediği bellidir. Rahmetli dedesi ise hiç acele etmezdi. Bir öksürür boğazını temizlerdi. Uzun tüylü papağını silker silker giyerdi, deve yününden elbiselerini giyerdi. Hazırlanırken hiç acele etmezdi. Sonra çizmesini giyerdi. Baştanbaşa nakışlanmış tüfeğini eline alışı, omzuna atışı, hepsi bir merasimdi. O elbette bütün bunları önemini arttırmak için falan yapmıyordu. Atalarından gelen, herkesin önceden bildiği adetleri yerine getirmek, tüfek atmanın önemini azaltmamak için yapıyordu. Hem bu hareketlerde hiç yapmacıklık hissedilmiyordu. Bu hareketler sadece yerine getirilen âdete tüm kalbiyle inanmanın alametiydi. Yoksa rahmetli dedesi çok mütevazı, güler yüzlü, çocuk gibi adamdı.

Onun bu hareketlerini köylüler de kabullenmişlerdi. Sadece kabullenmek de değil, tüfek atacak adamı başka türlü göz önüne getiremiyorlardı. Çünkü bu gelenek artık kim bilir ne zamandır devam ediyordu. Hatta onlar bütün bu merasimi, tüfek atmak gibi önemli bir şey, geleneğin bir parçası kabul ediyorlardı.

Yıllar geçiyor. Devir değişip kimsenin bilmediği bir düşman, Orus geliyor. Bir süre sonra da bolşevikler yurdun yeni sahipleri oluyor. Bolşevikler kızıl bayraklarını alıp Sivrice’ye de gelmişler. Yanlarında öğretmen, doktor vs... diye epey bir adam da getiriyorlar. Artık çocuk doğurmak için tüfeğe ne gerek var, bu ebenin doktorun işi diye bir laf çıkmış. (Derince düşününce Akıniyaz kendisi de bunu doğru buluyor.) İşte ondan sonra tek tük tüfeğin gümbürtüsü altında değil de “kızıl” doktorların şankıltılı sesi altında çocuk doğuranlar da çıkmaya başlamış ve gittikçe çoğalmışlar. Ama öyle de olsa ta rahmetli dedesi bu dünyadan gidinceye kadar tüfek geleneği iyi kötü devam etti.

Dedesi vefat ettikten sonra, babası çakaralmazı küçük oğlu Yedinazar’a verdi. Bu arada çeşit çeşit av tüfekleri çıkmıştı. Sivrice köyünde çakaralmaz atma geleneği de unutuldu. Hatta bir defasında rahmetli dedesi (o en son atış olmalı) tüfek atınca, köy bekçisi koşup gelmiş, olay hakkında tutanak tutmuştu. “Köy içinde ateşli silah kullanıp, vatandaşların hayatını tehlikeye soktun ve evinde ruhsatsız silah bulunduruyorsun ve de…” diye, kızıl kalpaklı köy bekçisi işi yokuşa sürmeye başlamıştı. Babası (artık o da epeydir rahmetli) karakola epey gidip gelmek zorunda kalmıştı. Neyse ki ihtiyarlardan biri bekçinin yanına varıp sert bir şekilde: “Dokunulmamış ağaca parmak uzatıyorsan iyilik görmezsin.” demiş de bırakmış işin ucunu.

Yedinazar çakaralmazın değerini bilmedi. Önce sandığa koyup sakladı biraz, sonra köşeye astı, çırpmaya silkmeye yarıyor diyordu, git gide tüfeğin son mekânı taka tuka konulan samanlık oldu. Bu şekilde o uzun süre de aranıp sorulmadan orada durdu. Bir kez yanına oturmaya gittiğinde Akıniyaz küçük kardeşine “Onu bana versene, dedi, ecdat yadigârı gözümün önünde dursun.” Kardeşi de başta bir “Neden olmasın, bir ara vereyim.” dese de birkaç gün geçtikten sonra. “Abi, çocuklar gönülsüz, bırak o bende kalsın, şimdi sandığa koydum güzelce.” dedi. Ama çakaralmaz sandıkta da uzun süre durmadı. O devirde köylerde eskiden kalma eşyaları toplayan ecnebiler çoğaldı. Paralı adamlar. Asırlık halın mı var, kadimden kalma çuval torban, heyben mi var, kılıç hançer mi var, eski yazılı kitap deftere varıncaya kadar veriyorlar parayı, alıp gidiyorlar. Bunlardan biri Yedinazarın tüfeğine müşteri oldu. “Sakın satma, kardeşim, satma ha, sadece dirileri üzmekle kalmazsın, mezarlarımızı da incitirsin.”diye, kaç kez geri geri kardeşine tembih etti Akıniyaz. Ama bu eski eşyaları toplayanlar da boş adamlar değil, neyin ne olduğunu biliyorlar. Yedinazar gibi saf köylü çocuğunun yakasından bir tuttuktan sonra bırakacaklar mı? Antikacı, çakaralmazın horozuna, namlusuna çizilen desenleri, yazıları gördükten sonra daha bir heves etmiş. Yedinazar satmayacağım diye geri geri gittikçe, o fiyatı yükseltiyormuş. Sonunda fiyat bir ithal arabaya yetecek miktara ulaşınca, Yedinazar’ın karısı da ecnebiden yana geçmiş, yalvarmaya başlamış. “Yedinazar, verelim bu bir şeye yaramayan eski çakaralmazı, böyle müşteriyi bir daha bulamayız. Bir araba alırız. Bu kurumuş yurtta ne var, ileri, Ahal’a göçeriz. Olur de, hadi.” Eh, kıymetlisi yalvarmaya başlayınca Yedinazar da, ne yapsın, sonunda razı olmuş. “Bir de Ağabeyime sorayım.” diye aklına bile gelmemiş. Bunu Akıniyaz sonradan işitti. İşitince de başındaki sekiz köşeli kasketi çıkarıp yere çaldı. Sonra eliyle yüzünü kapayıp ağladı. Niçin ağladığını da kimseye söylemedi. Arada bir “Hay, kardeşim, biraderim.”diyordu.

Tüfeği elinden çıkardıktan sonra biraderi su gibi, dağda düzde yürüyen, ehlinin diliyle söylersek ikinci eli kolay geçen bir araba aldı. Sonra kısa süre içinde kalan mallarını satıp, çocuklarını alıp, Ahal’a göçtü.

Ondan sonra Cemlerin Hırlatanlar sülalesinin, daha doğrusu bütün bir Sivrice obasının bereketi kaçmış gibi oldu. Yedinazar’ın karısının söylediği gibi, Sivrice kurumuş bir yurda döndü. Gökten nem gelmedi, kuyuların suyu çekildi. Akıniyaz’ın da işleri yolunda gitmedi. Kış ağır geçti, davarları kırıldı. Develeri köşeklemedi. Kendisinde de bir çeşit rahatsızlık baş gösterdi. Sanki rızkı azaldı. Bir gün oturdu oturdu da o da içine bir şey doğmuş gibi Aybölek’i yanına çağırdı. “İleri göçelim.”dedi. Öyle yavaştan da almadı, elinde avucunda ne varsa ucuz pahalı demeden sattı. Topladığı parayla da eski bir ev satın alıp şimdi oturduğu yere göçüp geldi.

Akıniyaz hatırasının burasına gelince, ağrısının dineceğini, biraz rahat nefes alacağını hissetti. Çocukluğunda, rahmetli dedesi etrafına ufaklıkları toplayıp: “Zihniniz duruyken bunu iyice öğrenin.”deyip, bir söz öğretirdi. Şimdi o söz aklına geldi. İçinden tekrarladı:

“Yatar olsak, ya Allah,

Kalkar olsak, ya Allah,

Eğer kalksak, kalkmasak,

La ilahe illallah,

Muhammed resulallah!”

Bu sözleri çocuklara öğretmek için dedesi rahmetli nasıl da uğraşırdı. “Her akşam yatacağınız zaman üç kez söyleyip yatmanız lazım kuzularım.”derdi. “Eğer öyle yaparsanız güzel düş görürsünüz.”

Çocukların biri tersine gider.

- Ya söylemezsek?

- Bunu söyleyip yakmalı, kuzum, söyleyip yatmalı, öyle yaparsanız Allah size “bu iyi bir çocukmuş”” der.

Dedesinin sözleri aklına gelince Akıniyaz hafifçe gülümsedi, gözü yaşardı bir taraftan da.

Aklına iyice kazınan o dualı sözleri söyledi. Son kısmını söylerken daha bir ciddiydi. “Eğer, biraz durakladı, kalksak, kalkmasak...

Kalksak, kalkmasak,

La ilahe illallah,

Muhammed resulallah!”

4.

Tana yakın olmalı, kendisinden başka evdekiler çoktan uyumuştu. Sadece karısı Aybölek, iki de bir dönüyor, rahatsız görünüyor. Akıniyaz’ı kaygı ediyor olmalı. İlerdeki ana yoldan ara sıra geçen arabaların sesini de saymazsak dışarıdan ses seda gelmiyor. Akıniyaz da rahat değil. Onun hatıralarının sonu hayale döndü. Hayal de yerini önce yarı uykuya, sonra rüyaya verdi. Bu durum onun başına ilk kez gelen durum değildi. Bininci, belki on bininci kez böyle oluyordur. Onun bu alışkanlığı kızamıktan kalmadır. O bazen hayali, hatırayı, rüyayı böyle birbirine karıştırır. Sonra da onlardan hangisinin hayal, hangisinin hatıra olduğunu, hayal mi gerçek mi olduğunu iyice karıştırır. Onun aklında, gözünün önünde dirilerle merhumlar eşitlenir. Bir görsen işteki arkadaşıyla uğraşmakta, bir de görsen babasının mı, dedesinin mi çocukluğunda, belki ergenliğinde anlattığı, kadim zamanlarda yaşamış ecdadının nasihatini dinliyor. Onları hayranlıkla, gözünü alamadan seyretmekte. Onların vatanı korurken defalarca düşmanın al kanıyla boyanan kılıcını ya da meşhur çakaralmazı mukaddes bir eşya gibi okşamaktadır. Alnına değirmekte, öpmektedir.

Ya olmadı doğduğu köyde, Sivrice’de gezmektedir. Sivrice, Sivrice, o bu adı ne kadar da seviyor. Oraya onun göbeği gömülmüş. O ağlayarak orada dünyaya gelmiş. Onun doğumu için verilen ziyafet, yine Sivrice’de verilmiş. Rahmetli dedesi oğul torunum oldu diye çebiç toklu değil de, kocaman genç deve boğazlamış. Bütün köyü, komşu köyleri ziyafete çağırmış.

Şimdi ise rüya görüyor. Rüyada gördüğü ise gerçek. Hem de gerçeğin ta kendisi. Gördüğü rüyaların olayları nerelerde geçiyor Rabbim. Bir baksa tanış yer. Sivrice civarları mı ki? Yok, yok. Sivrice değil buralar. Orada böyle sık ağaçlık, bağ bahçe, sulak yer, ziraat olmaması lazım. Yok yahu. Sivrice olacak olsa, bozkır, geniş Karakum olurdu. Sazak denen, Sözen denen çöl bitkileriyle kaplı yüksek tepeler olurdu. Tepelerine kurban olayım sahram, sazağına sözenine kurban olayım. Yok, onun şimdi gördüğü rüya başka yerde, başka yerde geçiyor. Dur, bir dakika. Bir baksan tanıdığı yer, evet, o, o yer, gerçekten öyle. Şimdi bildi. İşte, ilerisinde ekin tarlaları, onların arkasında da antik Nisa. Evet, gökyüzünü koyu kara duman, korkunç bulutlar kaplamış. Toz duman, sis gençken seyrettiği savaş filmlerinden sahneleri hatırlatıyor. Sağda solda top gülleleri patlıyor. Korkunç gümbürtü, patırtı, bazen de “cıuuuv” diye, parlayıp giden merminin sesi işitiliyor. Bu, savaş! Artık bildi. Şimdi rüyasında savaş devam ediyor. En civcivli zamanı, hem de eski bir kanal mı, sonradan kazılan siper mi ne orada geçiyor. Tarihi kitaplardan okuduklarını ya da filmlerde, belgesellerde seyrettiklerini saymazsak savaşın gölgesini görmüş adam değil. Şimdi ise savaşlı rüya görüyor. Hem de bu savaş tıpkı gerçek gibi. Bu niçin böyle ki? Niçin savaşlı rüya görüyor ki? Dur bakalım, evet, bu onun özlemiydi değil mi? O uyanıkken gerçek savaşı özlemişti, zorlu savaşı. Estağfurullah, estağfurullah, estağfurullah, ne oluyor, uyanıkken, hayatta aldatmak mümkün olsa da, rüyada aldatmak olmuyor. Doğru, aklına geldi, uyanıkken savaş olmasını arzu etmişti. Niçin savaş olmasını istedi ki? Evet, rahat hayatta kimin kim olduğu anlamak mümkün mü? Savaş ise merdi namerdi açık seçik ortaya koyuyor. Belki onun içindir? Ya da artık kaç yıldır, etinden geçip kemiğine ulaşan sıkıntıları için intikam almak, içini soğutmak mı istiyor?! Ya da şimdiye kadar hiç namlusundan çıkan kurşunla bir canlının kanını dökmeyen tüfekle bir kerecik de olsa düşmana ateş etmek mi istedi? Yok yok, o tüfekten atılan kurşunla hiçbir canlı zarar görmesin denmiş ya. Belki bu savaş ömür boyu didinmekle, mücadeleyle geçen hayatıyla teke tek vuruşmadır?! O da savaştan az değil. Önceleri düşünmemişti, şimdi aklına geliyor, hayatın savaştan ne eksiği varmış?! Hem de hayat savaşın kötüsü. Boşuna mı “hayat cephesi” diyorlar. Her çeşit hilenin aldatmacanın kol gezdiği bir savaş. Sen yüz yüze kavga etmek istersin, o arkadan hançer saplar. Senin silahın mertliktir, onunki hile, namertlik, para pul, her türlü hayâsızlık, edepsizlik, kısacası yense tamam, araçların doğruluğunu önemsemez. Senin bayrağın onur, ya onun, onu.. belki bayrağı bile yok. Fakat bu savaşı karmaşıklaştıran da, korkunçlaştıran da insan, onun eziyetini çeken de yine insan değil mi?!. Yoksa yanılıyor muyuz?!

Peki, bu savaş kiminle, kime karşı? Göz önünde görünen bir düşman da yok. Fakat bir çeşit, bir yerden korku yaklaşıyor. İşte, bir arığın mı, yoksa özellikle kazılmış siperin mi içinde kutu kutu mermiler, boş kovanlar dağınık şekilde duruyor. Aman Rabbim, bu da ne? Bu savaşta Akıniyaz kendisi kim? İşte orada, siperin kenarında bir silah duruyor. Özellikle kurulmuş. Şimdi hatırladı, böyle bir silahı o bir savaş filminde görmüştü. Ateş ettiğin zaman bir yandan mermilerin gittiği diğer yandan boş kovanların yere döküldüğü, sekiz gözlü dönen namlusundan aynı anda sekiz merminin ateşlendiği bir silah. Tam, çağdaş bir silah. Vur, vur, vur, içini soğut. Hatırladı. O filmi seyrettiği gece yatağına geçerken. “Vay be, böyle bir silahın olacak, sağa sola ateş edeceksin.” diye düşünmüştü. Hayalinde makineliyle ateş edip, ateş edip içini soğuttuktan sonra böyle boş şeye bu kadar vaktini harcadığı için bir tuhaf olmuş, gülümsemişti.

Olanları anlamak için etrafına bakınırken, ta ilerden, muhtemelen düşman siperinden bir gövde ayağa kalkmaya başladı. Aklına o anda “düşman” düşüncesi geldi. Hemen yanında hazır bekleyen makinelinin başına geçip, ateş etmeye hazırlandı. O gövde yavaş yavaş büyüyüp korkunç bir heyulaya dönüştü. Fakat yüzü bir baksan tanış gibi. Kim o acaba. Bir yerde gördüğü bir surat ama… Evet, şimdi hatırladı. O yüz rahmetli dedesi son kez tüfek attığı zaman “Köy içinde ateşli silah kullanarak vatandaşın can güvenliğini tehlikeye düşürdün.” diye rahatsız eden polisin yüzü. “Sen haklıydın, memur bey, rahmetli dedem ateşli silah kullanarak, fakat yazık ki, o başka bir amaçla kullandı, ama işte ben ise şimdi kullanmak gerektiği şekilde kullanacağım. Bakalım, ne yapacaksın.” Tam hareket ediyordu ki o heyula birden kendi küçük kardeşinin şekline giriverdi. Vay, ne oldu şimdi buna?! Kardeşi gibi ya?! Heyula sonra kardeşinin karısının şekline girdi. Sonra yüzler hızla değişmeye başladı. Önce kendini sıkıştıran, rahatsız eden polise, sonra epey bir para almadan Aybölek’i hastaneye kabul etmeyen doktora, sonra üstüne üstüne gelen komşusuna döndü. Sonra Elmagül’ün şeklini aldı. Ondan sonra Settar Mahtumoviç’e döndü. Sonra iş arkadaşı Recepdurdu, en sonunda ise Akıniyaz’ı iyice şaşırtarak Abray Adiloviç’e döndü. “Abray Adiloviç! Abray Adiloviç?! Abray Adiloviç? Niçin acaba? Yoksa, o da… Elmagül’e, genç memura, Setar Mahtumoviç’e ya da Recepdurdu’ya dönmesi, hatta kendi kardeşine, yengesine dönmesi de izah edilebilir. Hepsi anlaşılır, polis olması da belli. Fakat, işte, Abray Adiloviç olmasına ne demeli? O çalıştığı kurumda çalışmaya layık tek kişi dediği adam değil miydi? Onun nezaketinden hoşlanırdı. Tam da öyle. Fakat dur bakalım. Hatırlamaya çalışıyor. Bir zamanlar Abray Adiloviç hakkında düşündükleri. O zaman “Bu elemanların hepsinden lüzumsuzu Abray Adiloviç. Diğerlerinin hali anlaşılabilir. Onlar kendilerinin kim olduğunu biliyorlar, itiraf da ediyorlar. Ama Abray Adiloviç hem elini bağlayıp oturuyor, hem de gücü yettiği halde yolsuzluklarla mücadele etmeye yanaşmıyor. Yani hem yumuşacık koltuğunu kaybetmek istemiyor, hem de iyi adam olarak görünmek istiyor. Çevredeki yolsuzlukların, hayasızlıkların yolsuzluk, hayasızlık olduğunu anlayıp, bu işler yüzünden birinin ya da bir çok insanın zarar gördüğünü görüp bildiği halde yine de sesini çıkarmadan durabilen, ona karşı mücadele etmeyen, çaresine bakmayan adamın yolsuzluğu gerçekleştiren adamdan ne farkı var?! O yolsuzun ortağı, hatta ondan da kötü.” diye düşünmüştü.

Göz açıp kapayıncaya kadar aklına gelen bu düşüncelerden dönüp, daha önce ateş edeyim mi etmeyeyim mi diye ikileme düşmüş de olsa, artık kendi zihninde silahın tetiğini çekmek için dayanak bulan Akıniyaz iyice nişan alıp bir ateş edeyim diye kendini topladı ve düşman tarafına baktı. Vay, daha demin Abray Adiloviç şeklindeki heyula şimdi tüfeği satın alıp sınırdan aşıran ecnebiye dönmüştü. Elinde de o çakaralmaz. Bu iyi oldu. “Ulan, seni de bir…” parmağını hafifçe dokundursa yetecek tetiği bütün gücüyle çekti. Ta-ta-ta-ta-ta-ta, tatı-r-r-r-r-r-r!!! Bunu az görüyor gibi makinelinin üzerine tüm gövdesiyle abandı. Sarsıla sarsıla ateş eden makinelinin namlusundan bir anda her biri parmak boyunda, meşe közü gibi kıpkırmızı sekiz mermi fırlıyordu. Öyle ateş etti, öyle ateş etti, sanki makineli mermi savurmuyordu da Akıniyaz mermiye dönüp ömür boyu içinde tuttuğu ukdesini çıkarıyor gibiydi. Sıktı, sıktı, sıktı… Sivrice için, göçen rızkı için sıktı, bozulan adetler, töreler için sıktı, rahmetli dedesi için sıktı, boşa giden gençliği, kül olan hayalleri için sıktı. Sağlığını yitirmeye, bir yıl değil, onlarca yıl eziyet çekerek yaşamaya mecbur edildiği için sıktı, adaletsizlik için sıktı. Sonunda da, içi soğumuştur her halde, ateş etmeyi bırakıp düşman tarafına baktı. Mermiler yüzünden delik deşik olan boş meydandan başka bir şey göreceğini sanmıyordu. Ama baktı gördü ki deminki bin bir suratlı heyula yine önünde it gülümseyişiyle gülümsüyordu.

Ama o an Akıniyaz’ı başka bir şey daha fazla şaşırttı. Belki de bütün bir ömründe bu seferki gibi şaşırdığı vaki değildir. Karşısında duran heyula Akıniyaz’ın bizzat kendi suretindeydi.

Onu daha da şaşırtan şeyler aklına geliyor. Mesela, polisin rahmetli dedesini “köyde tüfek attın” (köy dediği de Sivrice) diye rahatsız edişini hatırlıyor. Ya da tüfeği nasıl kaybedebildiklerine (hayır, kardeşinin satışına değil) şaşırmıştı. Doğrusu, heyulanın Abray Adiloviç’in suretine girmesi de bir an için onu şaşırtmıştı. Fakat bütün bunları, bütün ömründe şaşırdığı şeyleri toplasan da bu seferki şaşkınlığı karşısında hiçbir şeydir. Evet, evet, bizzat Akıniyaz, Akıniyaz’a gözlerini dikmiş duruyor! Elinde de, elinde de eski çakaralmaz. Hayır, şimdi Akıniyaz şaşırmıyor, hayır, ona şaşırıyor desen de yanlış olur. Onun halini beyan etmek de zor. Ne demeli! Alaycı gülümseyiş mi, korkunç tahassür mü, olanlara inanamamaktan kaynaklanan şaşkınlık mı, bir ömür inanageldiğin inancının karmakarışık bir anlamsızlığa dönmesi mi ya da önceleri inkâr edilen şüphelerin açık birer hakikat olarak karşına çıkmaları mı? Bütün bunlardan oluşan pişmanlık mı? Onun yüzünde bir anda birçok derin duygu birden gelip, hiç biri de üstün çıkamayıp, hepsi birden orada donup kalmış gibiydi.

Akıniyaz suretindeki heyula gayet sakindi (rahmetli dedesi de tüfek atmaya giderken hiç acele etmezdi) tüfeğin ayaklarını yere iyice oturtup sonra Akıniyaz’a doğru doğrulttu. Ona nişan aldı. Başı dönüyor gibi olan Akıniyaz’ın ise aklına ne kaçmak, ne saklanmak geliyordu. Öylece duruyor. Yuvalarından çıkıp donup kalmış gözlerinden anlamasan, şimdi ona bir usta heykeltıraşın bütün vücudumu mükemmel şekilde yaptığı, yüzüne sıra geldiğinde ise hangi duyguyu vereceğini bilemeyip “amaaaan” diye elini sallayıp bırakıp gittiği heykel desen de olacak.

Yine de yavaş yavaş kendini toparladı. Toparlasa da kaçayım da demedi, kımıldamadı da. Tabi, kendi kendinden kaçıp nereye gitsin?! Sonra bir de ne diye kaçacak ki? Namlusundan çıkan kurşundan hiçbir canlının canı yanmayan tüfekten, ecdadının taşıdığı, köylülerinin kıvandığı tüfekle atılan kurşundan mı ölecek?! Yok, böyle bir şey olamaz. Bu hatta rüya bile olsa bir boş rüyadır. Gerçek rüya değildir. O ne diye bu tüfeğin kurşunuyla, üstesine de ilk kez Akıniyaz ölecekmiş?! Ecdadı onu bugünlere Akıniyaz’ı vursunlar diye mi koruyup getirdiler?! Yok. Bu olacak şey değil. Eğer o tüfeğin ilk kurbanı Akıniyaz olacak olsa rahmetli dedesi bunu önceden hissetmez miydi?! O adamların öyle boş olduğunu sanmayın. Eğer öyle olacak olsa, o zaman rahmetli dedesi önünden bilirde de, tüfeği daha o zamanlar parça parça edip ateşe de atardı. Hem bir de onun kurşunuyla ölmesini gerektirecek Akıniyaz’ın günahı ne?’ Ömür boyu geçim derdi diye mihnet çekip gezdiği için mi ölüm cezasına çarptırıldı?! Baba yerinde durup, kendi boğazından kesip kardeşlerini everdi, çocuklarını ezdirmemek için kendisi it gibi çalıştı diye mi?! Ömür boyu evi ocağı, günü güzeranı için didinip duran adam savaş meydanında değil de, evinin baş köşesinde, rengi solmuş eski keçenin üstünde uzanmalı değil midir?! Bütün bunlar ne için? Ne için? Ne için?

Eli tüfekli hayalet Akıniyaz’ın kendisini vuracağına şimdi Akıniyaz iyice göz yetirdi. Üstelik o desenli, Sivricelilerin efsane çakaralmazı ile. Başta bütün bunları anlamaya çalıştıysa da sonradan düşünmeyi de bıraktı. Artık kafasını yormaktan vaz geçmişti. Her şeye razı oldu.

O anda tüfeğin namlusundan çıkan meşe közü gibi kızıl kurşun Akıniyaz’a doğru süzülmeye başladı.

5.

Sabahleyin herkes kalktı. Sabahın alacakaranlığında kalkan karısı önceki gün işten rahatsız gelen kocasını kaldırmaya bile yeltenmedi. Ev işleriyle ilgilendi. Çocuklar da öyle. Herkes kendi işiyle…

Güneş de her zaman olduğu gibi, parıldayıp doğdu.

Sadece adam her zamanki alışkanlığını bozdu. O, rengi solmuş keçenin üstünde uzanıp yatan, uyandıracak olsan da hiç uyanmayacak Akıniyaz’dı.

Merhumun ölümünü resmi raporlara geçirmeye gelen doktorlar: “Dün ya da önceki gün çok korkmuş.” dediler. “Dedelerinin yattığı toprağa götürelim.” diye, kalanlar Akıniyaz’ın cesedini Sivrice’ye götürdüler.

(Hece Öykü, Çağdaş Türkmen Öyküsü)

Yorumlar

Popüler Yayınlar