BİRBİRİNE YIKILAN AĞAÇLAR
İlyas Amangeldi
Türkçesi: Hüdayi Can
İkide bir kaşınıyordu. Akşam baldırından sivrisinek sokmuş olmalı. Dikkat etmemeye çalıştıkça daha çok kaşınıyordu. Sabah bu kadar çok kaşınmıyordu. Şimdi ise kaşıntısı canını sıkıyordu. O yine kaşıdı. Ama daha çok kaşındı. Kaşınan yerinden elini çekemiyordu. Yolun ortasında kaşınmayı da kendine yakıştıramıyordu. "Bu neyin rahatsızlığı? Böyle sivrisinek olur mu? Bu sivrisinek değil de, sanki hayatım. Yaşadıkça yaşayasım, kaşıdıkça kaşıyasım geliyor. Hepsi de canımı sıkıyor rahatsızlık, dert. Gülerek unutmaya çalışıyorum, küçücük sivrisinek diyorum. O... o ise, neredeyse ağlatacak..."
Belki bir yeri kaşınan herkes böyle değişik değişik fikirlere kapılmazdı. Evet ama, o şair. Büyük mü yoksa sıradan bir şair mi zaman gösterir denilen şairlerden. Şimdilik kaleminin gücüyle geçinip gidiyor. Halini hatırını sorsalar "Suda yüzen kabağa binmiş gibiyim. Bir an suyun altına giriyor sonra birden suyun yüzüne çıkıyorum. Şimdiye kadar boğulmadık çok şükür." diyor ve gülümsüyor. Etrafındakileri de güldürüyor. Acı, çok acı gülümsüyor. Ama, o acıyı kimi fark ediyor kimi de fark etmiyor.
O acı acı gülümser ama kolay kolay şikayet etmez. İçinden "Niye şikayet edeyim ki, bu yolu zaten kendim seçtim. Zevkini de acısını da çekmeyi kendim seçtim. Gerçi, zevkinden acısı daha çokmuş. Kısmetimiz böyleymiş. Yaşım elliyi geçti. Ama dünyaya yeniden gelecek olsam yine bu mesleği seçmeyecek miyim? Her mesleğin zevkinden acısı daha çok. Anlayana bütün dünyanın zevkinden acısı çok. Tüm zevki de şu baldırımdaki kaşıntının acısı gibi."
O yayınevinden geliyordu. Son şiirlerini toplayarak kitap haline getirmişti. Yayın evinin müdürü az buçuk nezaket gösterse de, şiir kitaplarının pek pazarlanmadığını söylemişti. Dosyayı almasına almıştı, ama ne zaman basılacağını söylememişti. Şiirlerin yayınevinde uzunca bir süre bekletileceğini anlamıştı. Ama başka çaresi olmadığı için dosyayı bırakmıştı yine. Başka yayınevine gitse belki de kitabını almayacaklardı bile. Bu yayınevinin sahibi de şair olduğu için, zarara uğrama ihtimalini de göze alıp yılda iki üç şiir kitapçığını yayınlıyordu. Okursa, belki yüreğinde bir dalgalanma olur da sıcağı sıcağına yayınlar.
Evine bacağındaki kaşıntının verdiği rahatsızlık ve kafasında dolaşan türlü türlü düşüncelerle geldi. "Yoksa düzyazıyı mı denesem? Roman yazanları da görüyoruz. Açlıktan ölsem bile ben onlarınki gibi düzyazı yazmam, hiç yazmam. Sen onlarınki gibi değil, değişik yaz. Değişik mi? Dile kolay. Şiir kolay oluyor. Zorluğuna rağmen yazsam belki güzel eser olur. Duvar ustası ne kadar uğraşırsa uğraşsın asla marangoz gibi kapı yapamaz."
En sonunda masalı denemeye karar verdi. Bu karar onun kalbini biraz ferahlattı. "En çok satılan kitaplar masal kitapları. Herkesin çocuğu var. Çocuğa da masal lâzım. Bir de başarılı masalcı olursam, var ya... Ara sıra şiir de yazarım. Geçim derdinden kurtulursam daha güzel şiirler yazarım. Canımı dişime takıp çok güzel bir masal yazmalıyım. Güzel dediğim, yayınevleri arasında kapışılsın. Yayıncı yüzünü ekşitmek yerine beni nereye oturtacağını bilemesin. Çok iyi bir fikir!"
Evine geldiği zaman soğuk bakışlarla kocasına bakan karısı onda bir değişiklik olduğunu anlamıştı.
- Kitabını yayınlayacaklar mı?
- Evet.
- Ne zaman?
- Zamanını söylemediler.
- Şimdi kitabın orada yine kalır.
- Kalsın, hanım, kalsın. Azıcık sabret. Kafama çok güzel bir fikir geldi.
- Şarkıcılara güfte mi yazacaksın?
- Hayır yazmayacağım. Onlara şarkı için nasıl şiirler lâzım olduğunu bilmiyor musun?
- Sana ne.
- Evet sözleri falan şairinki desinler, ben de utancımdan nereye gireceğimi bilemeyeyim. Sen en iyisi bir çay getir.
- Utanılacak ne var? Güzel bir aşk şiiri yazsan, iyi de şarkı olursa. Var ya böyle şarkılar, aksine ismin duyulur...
Karısı sözlerini ispatlamak için güzel bir şarkı aklına getirmeye çalışırken, o çoktan çalışma odasına girmişti. Karısı elini sallayarak "Erkeklerin kendi kafasına gelmezse onlara laf anlatamazsın." diye homurdanarak mutfağa çay koymaya gitti.
Baldırının kaşınan yerine baktı. Olan bir şey yokmuş. Sadece kaşıdığı için az kızarmış. Dokunursa kaşınacağını sanarak hemen pantalonunu bıraktı. Çalışma masasının başına geçti.
Masasının üzerinde her zaman kalem kağıt hazır bulunduğu için bir şeyler yazmak, daha doğrusu, masal yazmaya başlamak istedi.
“Bir varmış bir yokmuş diye mi başlasam?”
Ama nasıl devam ettireceğini bilemedi. Sol omzunun üstünden duvarda asılı duran aynaya baktı. Aynada sağ omzundaki duvar ve dosdoğru kendine bakan, kendi şekli görünüyordu. Çalışma odasının köşesinde asılı duran bu aynaya bakmayı alışkanlık haline getirmişti. Karısı ona "Ayna kendine çeki düzen verilen yerde asılmalı, bunu buradan kaldıralım." dediği zaman, "Bırak kalsın. İnsan her yerde kendine çeki düzen vermeli." demişti.
Ama aynaya her bakışı kendine çeki düzen vermek için değildi. Aynada görünen kendine, gönüldeş dostu gibi bakardı. Okuduğu kitaplardan birinde kendi şekli ile konuşan bir adamdan bahsediliyordu. Belki de bu yüzdendir, belki de insana aynadaki kendi gönüldeşinden yakın hiç kimse olmadığı içindir.
Karısı getirdiği çayı masanın üzerine koymuştu. Onun iki gözü de kocasındaydı.
- Niye böyle bakıyorsun?
- Yaşlanmışsın.
- Yeni birşey mi söyledin sanki. Sen kendine bir bak.
- Ben de yaşlandım artık.
Bu sözleri söyledikten sonra karısı yandaki divana oturmayı düşündü, ama kocasının kendisiyle ilgilenmediğini fark ederek dışarı çıktı.
O karısını durduracaktı. Ama nedense, işiyle uğraşıyormuş gibi yaptı. Çıkıp giden karısının arkasından bakakaldı. Yine aynaya baktı. Orada, eskisi gibi canlı olmayan gözler, gözlüğün altında daha bir torbalanmış görünen göz altları. Bir zamanlar şişmanlayıp sonra zayıflayınca ortaya çıkan uzun ve kalın çizgiler. Hepsi de güzel, hepsi de kendisi. Beyazlaşan saçları döküldüğü için genişleyen alnında beliren uzun ince çizgiler hepsi güzel, hepsi kendi.
Ona öyle geliyordu ki yüzündeki çizgiler olmazsa yüzü daha çirkin görünecekti. İki kaşın arasından uzanan dik çizgi ise ancak usta bir ressamın yapabileceği bir çizgi idi. "Sen bu çizgileri gördün diye bana yaşlı mı diyorsun? Ben mi yaşlıyım? Saçlarımdaki beyazlar yüzünden, bu çizgiler yüzünden mi yaşlıyım ben? Yoksa benim yaşımı mı kastediyorsun? O zaman haklısın, benim yaşım elliyi geçti. Ancak, ben halkın dediği elli yaşa ulaşamadım henüz. Ama uçan kuşun yaşını nasıl anlayacaksın, tüyüne bakarak mı? İnsan da böyle. Saç beyaz olmuş ya da siyah olmuş ne fark eder? Tüy işte. Ya yüzündeki çizgilere ne demeli? Gücün kuvvetin derler bir de. Gücüme göre beni niye değerlendiriyorlar? Ben yük eşeği miyim?..."
Aynadaki sûreti onun düşüncelerini tasdikler gibiydi. Yerinden kalkarak aynaya yaklaştı. Gözlüğünü çıkararak gözünün içine içine baktı. Sonra "Sen çok iyi bir yandaşsın! Hiç bir zaman sözlerime karşı çıkmıyorsun. Sözümü doğrulayışında yağcılıktan eser yok. Ne yaparsın, tam kendim." O kendi haline gülümsedi. Yine de acı gülümsedi ama. Aynadaki şekil de acıdan acı gülümseyerek cevap verdi. O yinede masanın başına geçti.
Neredeyse masal yazmayı bırakıp yaşlılık konusundaki fikirlerini kağıda geçirmeye oturacaktı. Ama "Suçlunun kendini savunmak için yazdığı müdafaaya benzer." diye bu fikrinden vazgeçti. "Yaşlı deseniz yaşlı oluruz. Gerçekte yaşlı ya da genç denilen bir şey yok. Büyük var, küçük var. Ben senden büyük olabilirim, ama yaşlı değilim. Ben bunu zayıf görünmemek için söylemiyorum. Çocuk bizim hepimizden de zayıf. Zayıflığı ile de güzel. Yaşlı adamın zayıflığı, eksiklik değil. Yaşlı teyzelerin güzelliği gibi güzelliği hiç bir yerde göremezsiniz. Doğru söylüyorsunuz genç gelin de güzel. Eh... biz neyi tartışıyoruz. Basit şeyler konuşup basitleşmenin alemi var mı şimdi."
Farkında olmadan eli baldırına vardı. Kaşındı. Kaşıdıkça daha çok kaşındı. Bacağını açıp kaşıdı. Yüzünde de kaşıntısını bastırma azim ve acısı vardı. Yüreğindekini sözle anlatamayanın acısı, kaşıntısını bastıramayanın acısı. Kaşıntısı birazcık geçti. Kalemini eline aldı. Alsa da kekeme gibi bir süre hiçbir şey yazamadı, sonra birden yazmaya başladı.
"Masalım, kara kazanın yerine çanak antenli, dünyada olup biteni gösteren televizyonlu, internetli, bilgisayarlı bir çağın masalı. Böyle bir çağda masala bir varmış bir yokmuş diye başlamak bile başlı başına masal zaten. Her ne kadar dedelerimizden daha çok geliştiğimizi iddia ediyorsak da onlar çok ileride. Bakın işte, daha güzel başlamak mümkün değil, bir varmış bir yokmuş…"
Masalının ilk paragrafını yazdığı için içini bir mutluluk doldurmuştu. Ama işin zor kısmı şimdi başlıyor. "Bir varmış bir yokmuş..." dedin diyelim, ya sonrası? Şiirde ne kadar kolay, başlayabilirsen ardı kendiliğinden geliyor.
Elleriyle kırçıl saçlarını taradı. Bu sefer aynaya değil de, pencereden görünen manzaraya baktı. Ne yazık ki yakından gözlüklü olmasına rağmen iyi görebilen gözleri uzaktaki şekilleri gözlüğünü taksa bile iyi seçemiyordu. Evleri tepenin yamacında olduğu için pek çok evin damı görünüyordu. Evlerin arkasında uzanan şekiller sislerle kaplı gibiydi. Bu sisleri içine almak istiyor gibi derin bir nefes aldı.
Evet, bir varmış bir yokmuş, eski zamanlarda Şehrişemistan adında bir şehir varmış. Bu şehrin güzelliği koca koca binalarda değil, binaların muhabbetle kurulmasında imiş. Binaların duvarları ne tuğla ne de beton. Sadece muhabbetten imiş. Tabanı aynadan olan sokaklarda yürümek o kadar rahat imiş. Cam caddede arabalar su gibi yüzer giderlermiş. Ayna sokaklar kırılmaz, çatlamaz, çizilmezmiş. İnsanları siyah gölgeler değil, kendi suretleri takip edermiş. İnsanlar doğrudan birbirinin yüzlerine bakmadan bu suretlere bakıp durumlarını anlarmış. İçindeki ıstıraba kapılıp, kendinden geçercesine kederlenip başını eğdikleri zaman, sokakta gördükleri kendi suretlerine acıyarak nasıl tebessüm ettiklerinin farkına bile varmazlarmış. Bunu görünce etraflarında bir yığın gülücük oluşurmuş. Suretlere bakan diğer suretler adeta birbiriyle sarmaş dolaş olurlarmış.
Gözü aynaya takıldı. Aynada "birbirine sarılan şekiller" görür gibi oldu. Sonra birden o şekil
kaybolup, yerine hayretler içinde bakan kendi sûreti geldi. Hemen yüzünü aynadan çevirerek masalına daha büyük bir istekle devam etmeye başladı.
Ayna sokakların kenarlarında yeşil ağaçlar varmış. Güller, yeşil başaklar etrafta harika bir desen oluşturur, bu manzaraya aşkla bağlanan kuşlar da bu şehri hiç terk etmezlermiş. Araba egzoslarından
duman çıkmazmış. Böylesine güzel bir şehirde arabalar duman çıkarmaktan utanıyor olmasın sakın? Hayır, Şehrişemistan’da öyle ustalar varmış ki, onlar arabaları öyle yapmışlar, arabaların çalışması insanın nefes alıp vermesi gibi sessiz ve dumansızmış.
Şehrin ortasından, aktığı bile fark edilmeyecek kadar sakin akan nehir gökyüzü gibi berrakmış. Rengi de gök gibi masmavi olduğundan yüzünde güneş doğarmış, akşam olunca da ay. Suyunun duruluğu içine iğne atsan görünecek kadarmış. İçinde yüzen kırmızı balıklar, suyun dibinde kırmızı dağ lalelerini andırırmış. Ak balıklarla altın balıklar suyun dibinde papatyaları andırırmış. Dalgaları tıpkı havada salınan mendil, kenarda biriken köpükler ise sütteki köpükler kadar hoşmuş. Şehrişemistan öyle bir şehir, öyle bir şehir... Masallardaki gibi bir şehirmiş, görenler güzelliğine hayranmış.
"Masallardaki" sözü ayrıca hoşuna gitmişti.
Aslına bakarsan benim Şehrişemistan’ım masallardaki şehir değil, hayalimdeki şehir. Şimdi hayalimdeki caddeye çıksam kara gölgem yerine kendi sûretimi görürüm. Hayalimdeki caddeye çıksam hayalimdeki hayat... Hayal... Hayalin varlığı da güzel bir şey. Belki herkesin kendi hayali kendi için iyi bir edebiyattır, en iyi eserdir. O eserin kahramanı da herkesin kendisidir. Bu sadece bende öyle olmasın sakın? Hayır. Hayallerde kitaplardaki gibi bir hayat olduğu için insanlar bu hayatla idare edip gidiyorlar işte. Hayal....
Alnındaki uzun çizgileri, yüzündeki derin kırışıkları yazmak istiyormuş gibi gözlüğünü çıkardı ve yüzünü gözünü ovdu. Gözünün önündeki sis daha bir artmıştı. Aynada kendine baktı. Gözlüksüz olduğu için aynadaki şekil karışık görünüyordu. Gözlüğünü takarak baktı. Aynayı daha iyi görünce aynadaki sûreti sanki kendisine bir şeyler sormak istiyormuş gibi geldi. "Ne sormak istediğini biliyorum. Yazdığın şey kayda değer bir şey mi bari diyorsun? Ben de merak ediyorum. Hadi devam edelim."
Birden gözü karısının getirdiği çaya takıldı. Masalının devamı sanki çaydaymış gibi gözlerini çaya çevirdi. Usulca onu yanına aldı. Yine baktı. Eğer aynadaki sûret onu görüyor olsaydı, sahibinin çok kaygılı olduğunu görürdü. Eline kalemini alıp yazmaya devam ederek bile kaygısından kurtulamadı, aksine kaygısı daha büyüdü. Bacağındaki kaşıntı gibi.
Günlerden bir gün Şehrişemistan'ın o duru nehri bulanmaya başlamış. Nehrin kıyısında kederli kederli oturan bir genç bu durumdan çok etkilenmiş. O anda gencin karşısına altından bir balık çıkmış ve kendisine şehri kurtarmanın sırrını söylemiş.
-Ey genç adam, “Bin kaygı, bir borç ödemez.” Ben sana başınıza gelen bu felaketten kurtulmanın biricik yolunu söyleyeyim. Fakat bu nasıl başarılır orasını bilemem.
-Söyle altın balık, belki bir çaresi vardır.
-Peki. Şehirde iki aşık yaşamalı. Onlar ömür boyu birbirlerinden gözlerini ayırmamalı.
Sesleri birbirine ulaşsa da elleri ulaşmamalı. Onlar ancak öldükten sonra birbirine kavuşmalı.
-Hey gidi altın balık. Bulanık suda senin de aklın şaşmış olsa gerek. Nasıl olur? Nasıl olur da iki aşığın birbirlerine sesi ulaşır ama eli ulaşmaz. Birbirlerini görür de kavuşamazlar. Bal arısı çiçeğini bulmak için nice yollar kateder. Kelebek maşukuna kavuşmak için kendini ateşe atar, Ferhat Şirin’ine kavuşmak için dağları deler. Ya Romeo...
Genç bir de bakmış ki altın balık bulanık sular içinde kaybolup gitmiş. Şehrişemistanlı genç, altın balığın söylediklerine inansam mı, inanmasam mı diye şaşırıp kalmış. Bu hadiseyi kime anlatsa herkes onunla alay etmiş. Genç hadiseyi sonradan kimseye anlatmamış. Böylece balık da söyledikleri de unutulup gitmiş.
Günlerden bir gün gökyüzü aşkını ilan etmiş ve zeminle arasına gökkuşağı takmış. Yağız bir delikanlı ile güzel bir kız fidan dikmeye gitmiş. Delikanlı kıza yakınlaşmak istemiş. Elindeki fidanı kızın diktiği fidana yakın dikmek istemiş. Kız etrafına bakınca delikanlıya gözü takılmış. Bir bakışta delikanlıya karşı kalbinde aşk uyanmaya başlamış. Tam o anda da şadırvana dökülen güvercinler gibi kızın ve delikanlının arkadaşları gelmiş. Ne aşktan haberleri varmış ne de sevgiden. Kızlar kızın, oğlanlar da delikanlının fidanları dikmelerine yardım etmişler. İki genci kendi hallerine bırakmayıp alıp götürmüşler. Delikanlı, kızın gülümseyen bakışlarını göremeden gitmiş. Delikanlı bir süre sonra muhabbetten ayrıldığını anlamış ve koşa koşa fidanları diktikleri yere varmış. Orada diktikleri bir çift fidandan başka kimse yokmuş. Delikanlı etrafa bakınırken bir de ne görsün. Diktiği fidanının dalına bir ipek mendil bağlanmış.
“İşte bu! Baksana ne kadar yumuşak! Böylesine hoş koku ne güllerde vardır ne de illerde. Bu bana mı işaret, yoksa diktiğim fidana mı? Ya da işaret mi uyanmış aşkıma? Şimdi anladım Kays'ın nasıl aşık olduğunu. Mecnun'a deli diyorsanız, siz Leyla'yı hiç bilemezsiniz.”
Delikanlı aşktan yana yana evine dönmüş. Gider gitmez bu sefer de kız gelmiş fidanların yanına.
“Gelmiş işte. Mendilimi de almış. Sıkıca bağlamadım mı yoksa? Rüzgâr ya da başka bir yabancı mı aldı götürdü. Hayır, hayır bu odur. Şimdi anladım Leyla’yı. Padişah kızı Şirin’in bir fakire aşık oluşunu... Ben ne bir şah kızıyım ne de Leyla. Ben sadece, ben sadece... Bu fidanı diken kızım. Şu fidanı diken oğlana da aşığım. Büyü fidanım büyü! Belki de sizin sayenizde birbirimize kavuşuruz” diye büyük bir umutla gitti. Sonra Delikanlı, o gelmiştir ümidiyle yine gelmişti aynı yere. Ama nafile. Kız çoktan gitmiş. Kızı bulamamanın kederiyle yeniden düştü yollara. Kader bu ya. Kaderleri kederle örülmüş olmalı ki bu sefer de kız gelmiş, fakat delikanlıyı görememiş. Talihsizliğine ağlayarak yine düşmüş yollara. Delikanlı gelmiş. Öğleye kadar beklemiş fakat kız gelmeyince çaresizce gitmiş. Kız gelmiş, akşama kadar beklemiş. Fakat delikanlı yine gelmemiş. Bu sefer ağlamadan gitmiş. Sonra kız da delikanlı da gelmemiş... Ayrılık aşka galip gelmiş.
Yazmasını bıraktı. Yavaşça yerinden kalkıp kitaplığın yanına girdi. Raftan bir kitap alarak, arasından bir resim çıkardı. Bu resim on sekiz yirmi yaşlarında gülümseyen bir kızın resmiydi. Bu hanımının genç kızken çektirdiği resimdi. Evlendi, iki çocukları oldu. Karısı bir dediğini iki dedirtmedi. Yirmi beş yıldır beraber yaşıyorlar. Ama, nedense karısının bakışları resimdeki gibi içten değilmiş gibi geliyordu. O sanki karısına değil de karısının resmine aşık gibiydi. Bu hisleri pek çok şiirlerine yansıttı. Bir keresinde o bu duygularını karısına söylemeyi denedi. Ama iki laf söylemeden karısı sözün sonunu anladı. "Senin gibi şairler aşk diyorlar. Bu dünyada herkes birbiriyle alacaklı verecekli gibi yaşıyor. Birisi hoşlanır, öteki de hoşlanır. Birisi vazgeçse öbürü de vazgeçer. Sizin dediğiniz aşk öbür dünyada olabilir ancak." dedi. Karısından böyle karşılık beklemediği için nasıl ayağa kalktığını fark etmedi. Kendi kendine "Al gülüm ver gülüm aşıklık" dedi içinden, eline kağıt kalem alarak bu konuştuklarını şiire döktü. Sonra şiiri pek çok yerde övgü almıştı. Şiirin bir kısmını hatırlıyordu.
Benim tek dileğim yanılma sevgim...
...Al gülüm ver gülüm, sevip sevilip,
Dünyadan niceler gamsız gittiler.
Gün dönüp girerken ancak mezara,
Boş geçen hayata, feryat ettiler...
Fotoğrafı tutan elinin yavaşça titrediğini fark etti. Hafif sesle “Al gülüm ver gülüm” diye mırıldandı. Şiir yazdığı zamanlar kalbindeki coşku öfkeye dönüşerek yansırdı dışarı. Yazdığı sözlerden bir tanesinden hoşnut olmasa içi içini yerdi. O sözün üzerini karalayarak çizerdi. Daha bir hırslanarak yazmaya devam ederdi sonra.
Günler Şehrişemistan’ın caddelerindeki arabalar misali geçip gidiyormuş. Günlerden bir gün kış soğukları geçip, tabiatın damarları ısınmaya başladığı zaman, bütün ağaçlarla birlikte önce oğlanın, sonra kızın diktikleri ağaçların damarlarına da su yürümüş. Vuslata erememiş aşkın ateşinden ya da baharın gelmesinden olsa gerek gencecik fidanın dallarında filizlenmeler başlamış. Dallarda yemyeşil yapraklar oluştu. Taze yapraklar hafif rüzgarda salınarak birbirine sevgi sözler fısıldamaya başlamış. Fidanların kalplerinde de aşk ateşi uyanmaya başlamış. Aşka düşen, birbirine aşık fidanlara gece yıldızlar, gündüzleri ise güneş hayranmış. Gündüzün kuşlar bu fidanların aşk mektuplarını taşımış, geceleyin ipeksi rüzgâr aracılık etmiş. Ağacın yaprakları yeşil olsa da seher vakti süt rengine, şafak vaktinde kırmızıya dönüşürmüş. Yapraklar rüzgârın getirdiği mektuplara sevinir, dans edermiş. Yaprakların ilginç hareketinden etkilenen dallar da yavaş yavaş salınırmış. Bu dansa katılmak için binlerce yolu katedip güneş ışıkları gelirmiş. Ak bulutlar ak elbiseli melekler gibi gökyüzünde halka oluştururlarmış. Ressamlar ağaçların bu esrarlı dansını resmetmişler. Dansçılar hareketlerini bu ağaçlardan almışlar. Ak bulutlar ak elbiseli melekler gibi gökyüzünde halka oluştursalar da, bütün bu diğer anlattığımız durumlar olsa da ağaçlar birbine bir milim dahi yaklaşamamış. İki fidanın bütün dertleri durdukları yerden birbirlerinin derdini hafifletmek olmuş.
- Sadece biz değiliz birbirine aşık olup da kavuşamayan. Yıldız yıldıza, deniz denize, dağlar dağlara bizim gibi aşık. Sadece biz olsak bile ben daima senin aşığın olarak kalacağım.
- Ben de hep senin aşığın olarak kalacağım.
- Gün gelir yaşlanıp yaprak açamaz olurum. Gövdem kendimi taşıyamayacak hale gelir. O zaman ben sana doğru yıkılırım.
- Ben de sana doğru.
Aşıklar birbirlerine kavuşmak istemişler. Durdukları yerden birbirlerine dallarını uzatmak istemişler ve rüzgâra yalvardılar. Rüzgâr şiddetlenince dalları birbirine değecek gibi olmuş. Ama her ne kadar rüzgar şiddetli esse de dallar asla birbirlerine dokunamamış.
Fidanlar neredeyse kırılacak hale gelmiş. Rüzgâra daha hızlı esmesi için yalvarmışlar. "Bırak kırılırsak kırılalım. Buna aşk ateşi derler. Bu ateşte yanmak da güzel, kırılmak da. Biraz daha hızlı es." Neyse ki rüzgâr yavaşlamış. Rüzgârdan sonra yağmur gelmiş. Yağmur tanecikleri taze yaprakların üzerinden yavaşça yere akmış. Sonra yine güneş doğmuş. Sonra yumuşacık kar yağmış. Ayazlı geceler gelmiş. Bu minval üzere yıllar geçmiş, bizim fidanlar kuvvetli, sağlam, koca gölgeli ağaçlar haline gelmişler. Sonra bir gün, masal değil, dünyanın kuruluşu böyle, bu iki ağacın büyüdüğü yerden yol geçecek olmuş. Bu iki güzelim ağacı balta ve testereyle kesmeye başlamışlar. Her balta vuruluşunda ağaçların yaprakları sarsılıp yere dökülmüş. Testereler mi inliyor, dallar acı acı sesleniyor mu anlaşılamıyormuş.
- Sadece biz değiliz birbirine aşık olup da kavuşamayan. Yıldız yıldıza, deniz denize, dağlar dağlara bizim gibi aşık. Sadece biz olsak bile ben senin daimî aşığın olarak kalacağım.
- Ben de senin daimî aşığın olarak kalacağım.
- Gün gelir yaşlanıp yaprak açamaz olurum. Gövdem kendimi taşıyamayacak hale gelir. O zaman ben sana doğru yıkılırım.
- Ben de sana doğru...
Sonra "Ağaçların birbirine doğru yıkıldığını kimse fark etmedi." diyerek masalına son noktasını koydu. Divana geçip uzandı. Yıkılan iki ağacın dallarının nasıl birbirine karıştığı gözünün önüne geldi. Yazdıklarından hoşnut gözlerini yumdu ve hemen uykuya daldı.
Onun uyuduğunu anlamış gibi karısı parmaklarının ucuna basarak, sessizce basarak odaya girdi. Nazikçe kocasının üzerini örttü. Onun ne yazdığını merak etmiş gibi çalışma masasına baktı. Masanın
üzerinde sarmaş dolaş yatan kağıtların yanı başında duran resmine gözü takıldı. "Aaa... Bu benim kızken çektirdiğim fotoğraf. Acaba bu nereden çıktı?" İçinden sorduğu bu soruya kocasının ne cevap vereceğini merak ediyormuş gibi arkasına baktı. Tatlı tatlı uyuyan kocasına bakarak gülümsedi. Sonra resmi eline aldı. Resmi kaybolacağından mı, yırtılacağından mı korktu, yoksa elinden bırakmaya kıyamadı mı, aldı gitti.
Masalcı şair bu sefer uzun süre uykuda kaldı. Belki daha da uyurdu. Ama baldırındaki kaşıntı yüzünden uyandı işte. Uyurken de kaşımış olmalı. Baldırının derisi yırtılarak azıcık kanamış. Yaraya pansuman yaptı. Sonra kağıtlarını teker teker gözden geçirerek toparladı. Akşam olmak üzereydi. Masal yazdığını haber vermek için arkadaşını aradı. "Masal mı, hikaye mi onu da bilmiyorum. Gel dersen geleyim. Kahve de içebiliriz. Tamam geliyorum."
Hemen giyinip evinden çıktı. Dostunun masalını nasıl karşılayacağını düşündü. Yolun kenarındaki ağaçları kendinin aşık ağaçlarına benzetmişti. Sonra birden gülümsedi. Resmi ne yaptığını hatırlamaya çalıştı. Onu eskisi gibi kitabın arasına koymadığını biliyordu. "Onu nereye koydum? Kağıtların arasında mı acaba?" Kenara geçerek kağıtlarını çıkardı. Ne kadar dikkat etmeye çalışsa da birkaç kağıdını rüzgara kaptırıp peşlerinden koşmak zorunda kaldı. Resmi ise bulamadı. Sinirinden masalı yırtıp atası geldi. Eve geri döndü.
"Arkadaşım yarın buluşalım, ben metin üzerinde biraz daha uğraşayım..."
Çalışma masasının çekmelerine varıncaya kadar aradı. Hafızasına güvenemedi resmi bu güne kadar sakladığı kitabı, kitaplıktan aldı. Hiç bir yerde yoktu. "Uyurken karım almış olmalı. Evet üstümü de örtmüş." Resmi karısından nasıl soracağını bilemedi. Aldıysa koyabileceği yerlere baktı.
- Ne arıyorsun?
- Hiç bir şey.
-Resmi arıyorsan ben onu sakladım.
"Nereye sakladın?" diye soramadan çalışma odasına geçti. Yazdığı masalı eline aldı.
İçinden "Neden resmi sormuyorum ki?" diyerek masalını masanın üzerine bıraktı ve yerinden kalktı.
Tam o sırada hanımı içeri girdi. Elinde kızken çektirdiği gençlik resmi vardı.
("Kardeş Kalemler" Temmuz, 2011)
Türkçesi: Hüdayi Can
İkide bir kaşınıyordu. Akşam baldırından sivrisinek sokmuş olmalı. Dikkat etmemeye çalıştıkça daha çok kaşınıyordu. Sabah bu kadar çok kaşınmıyordu. Şimdi ise kaşıntısı canını sıkıyordu. O yine kaşıdı. Ama daha çok kaşındı. Kaşınan yerinden elini çekemiyordu. Yolun ortasında kaşınmayı da kendine yakıştıramıyordu. "Bu neyin rahatsızlığı? Böyle sivrisinek olur mu? Bu sivrisinek değil de, sanki hayatım. Yaşadıkça yaşayasım, kaşıdıkça kaşıyasım geliyor. Hepsi de canımı sıkıyor rahatsızlık, dert. Gülerek unutmaya çalışıyorum, küçücük sivrisinek diyorum. O... o ise, neredeyse ağlatacak..."
Belki bir yeri kaşınan herkes böyle değişik değişik fikirlere kapılmazdı. Evet ama, o şair. Büyük mü yoksa sıradan bir şair mi zaman gösterir denilen şairlerden. Şimdilik kaleminin gücüyle geçinip gidiyor. Halini hatırını sorsalar "Suda yüzen kabağa binmiş gibiyim. Bir an suyun altına giriyor sonra birden suyun yüzüne çıkıyorum. Şimdiye kadar boğulmadık çok şükür." diyor ve gülümsüyor. Etrafındakileri de güldürüyor. Acı, çok acı gülümsüyor. Ama, o acıyı kimi fark ediyor kimi de fark etmiyor.
O acı acı gülümser ama kolay kolay şikayet etmez. İçinden "Niye şikayet edeyim ki, bu yolu zaten kendim seçtim. Zevkini de acısını da çekmeyi kendim seçtim. Gerçi, zevkinden acısı daha çokmuş. Kısmetimiz böyleymiş. Yaşım elliyi geçti. Ama dünyaya yeniden gelecek olsam yine bu mesleği seçmeyecek miyim? Her mesleğin zevkinden acısı daha çok. Anlayana bütün dünyanın zevkinden acısı çok. Tüm zevki de şu baldırımdaki kaşıntının acısı gibi."
O yayınevinden geliyordu. Son şiirlerini toplayarak kitap haline getirmişti. Yayın evinin müdürü az buçuk nezaket gösterse de, şiir kitaplarının pek pazarlanmadığını söylemişti. Dosyayı almasına almıştı, ama ne zaman basılacağını söylememişti. Şiirlerin yayınevinde uzunca bir süre bekletileceğini anlamıştı. Ama başka çaresi olmadığı için dosyayı bırakmıştı yine. Başka yayınevine gitse belki de kitabını almayacaklardı bile. Bu yayınevinin sahibi de şair olduğu için, zarara uğrama ihtimalini de göze alıp yılda iki üç şiir kitapçığını yayınlıyordu. Okursa, belki yüreğinde bir dalgalanma olur da sıcağı sıcağına yayınlar.
Evine bacağındaki kaşıntının verdiği rahatsızlık ve kafasında dolaşan türlü türlü düşüncelerle geldi. "Yoksa düzyazıyı mı denesem? Roman yazanları da görüyoruz. Açlıktan ölsem bile ben onlarınki gibi düzyazı yazmam, hiç yazmam. Sen onlarınki gibi değil, değişik yaz. Değişik mi? Dile kolay. Şiir kolay oluyor. Zorluğuna rağmen yazsam belki güzel eser olur. Duvar ustası ne kadar uğraşırsa uğraşsın asla marangoz gibi kapı yapamaz."
En sonunda masalı denemeye karar verdi. Bu karar onun kalbini biraz ferahlattı. "En çok satılan kitaplar masal kitapları. Herkesin çocuğu var. Çocuğa da masal lâzım. Bir de başarılı masalcı olursam, var ya... Ara sıra şiir de yazarım. Geçim derdinden kurtulursam daha güzel şiirler yazarım. Canımı dişime takıp çok güzel bir masal yazmalıyım. Güzel dediğim, yayınevleri arasında kapışılsın. Yayıncı yüzünü ekşitmek yerine beni nereye oturtacağını bilemesin. Çok iyi bir fikir!"
Evine geldiği zaman soğuk bakışlarla kocasına bakan karısı onda bir değişiklik olduğunu anlamıştı.
- Kitabını yayınlayacaklar mı?
- Evet.
- Ne zaman?
- Zamanını söylemediler.
- Şimdi kitabın orada yine kalır.
- Kalsın, hanım, kalsın. Azıcık sabret. Kafama çok güzel bir fikir geldi.
- Şarkıcılara güfte mi yazacaksın?
- Hayır yazmayacağım. Onlara şarkı için nasıl şiirler lâzım olduğunu bilmiyor musun?
- Sana ne.
- Evet sözleri falan şairinki desinler, ben de utancımdan nereye gireceğimi bilemeyeyim. Sen en iyisi bir çay getir.
- Utanılacak ne var? Güzel bir aşk şiiri yazsan, iyi de şarkı olursa. Var ya böyle şarkılar, aksine ismin duyulur...
Karısı sözlerini ispatlamak için güzel bir şarkı aklına getirmeye çalışırken, o çoktan çalışma odasına girmişti. Karısı elini sallayarak "Erkeklerin kendi kafasına gelmezse onlara laf anlatamazsın." diye homurdanarak mutfağa çay koymaya gitti.
Baldırının kaşınan yerine baktı. Olan bir şey yokmuş. Sadece kaşıdığı için az kızarmış. Dokunursa kaşınacağını sanarak hemen pantalonunu bıraktı. Çalışma masasının başına geçti.
Masasının üzerinde her zaman kalem kağıt hazır bulunduğu için bir şeyler yazmak, daha doğrusu, masal yazmaya başlamak istedi.
“Bir varmış bir yokmuş diye mi başlasam?”
Ama nasıl devam ettireceğini bilemedi. Sol omzunun üstünden duvarda asılı duran aynaya baktı. Aynada sağ omzundaki duvar ve dosdoğru kendine bakan, kendi şekli görünüyordu. Çalışma odasının köşesinde asılı duran bu aynaya bakmayı alışkanlık haline getirmişti. Karısı ona "Ayna kendine çeki düzen verilen yerde asılmalı, bunu buradan kaldıralım." dediği zaman, "Bırak kalsın. İnsan her yerde kendine çeki düzen vermeli." demişti.
Ama aynaya her bakışı kendine çeki düzen vermek için değildi. Aynada görünen kendine, gönüldeş dostu gibi bakardı. Okuduğu kitaplardan birinde kendi şekli ile konuşan bir adamdan bahsediliyordu. Belki de bu yüzdendir, belki de insana aynadaki kendi gönüldeşinden yakın hiç kimse olmadığı içindir.
Karısı getirdiği çayı masanın üzerine koymuştu. Onun iki gözü de kocasındaydı.
- Niye böyle bakıyorsun?
- Yaşlanmışsın.
- Yeni birşey mi söyledin sanki. Sen kendine bir bak.
- Ben de yaşlandım artık.
Bu sözleri söyledikten sonra karısı yandaki divana oturmayı düşündü, ama kocasının kendisiyle ilgilenmediğini fark ederek dışarı çıktı.
O karısını durduracaktı. Ama nedense, işiyle uğraşıyormuş gibi yaptı. Çıkıp giden karısının arkasından bakakaldı. Yine aynaya baktı. Orada, eskisi gibi canlı olmayan gözler, gözlüğün altında daha bir torbalanmış görünen göz altları. Bir zamanlar şişmanlayıp sonra zayıflayınca ortaya çıkan uzun ve kalın çizgiler. Hepsi de güzel, hepsi de kendisi. Beyazlaşan saçları döküldüğü için genişleyen alnında beliren uzun ince çizgiler hepsi güzel, hepsi kendi.
Ona öyle geliyordu ki yüzündeki çizgiler olmazsa yüzü daha çirkin görünecekti. İki kaşın arasından uzanan dik çizgi ise ancak usta bir ressamın yapabileceği bir çizgi idi. "Sen bu çizgileri gördün diye bana yaşlı mı diyorsun? Ben mi yaşlıyım? Saçlarımdaki beyazlar yüzünden, bu çizgiler yüzünden mi yaşlıyım ben? Yoksa benim yaşımı mı kastediyorsun? O zaman haklısın, benim yaşım elliyi geçti. Ancak, ben halkın dediği elli yaşa ulaşamadım henüz. Ama uçan kuşun yaşını nasıl anlayacaksın, tüyüne bakarak mı? İnsan da böyle. Saç beyaz olmuş ya da siyah olmuş ne fark eder? Tüy işte. Ya yüzündeki çizgilere ne demeli? Gücün kuvvetin derler bir de. Gücüme göre beni niye değerlendiriyorlar? Ben yük eşeği miyim?..."
Aynadaki sûreti onun düşüncelerini tasdikler gibiydi. Yerinden kalkarak aynaya yaklaştı. Gözlüğünü çıkararak gözünün içine içine baktı. Sonra "Sen çok iyi bir yandaşsın! Hiç bir zaman sözlerime karşı çıkmıyorsun. Sözümü doğrulayışında yağcılıktan eser yok. Ne yaparsın, tam kendim." O kendi haline gülümsedi. Yine de acı gülümsedi ama. Aynadaki şekil de acıdan acı gülümseyerek cevap verdi. O yinede masanın başına geçti.
Neredeyse masal yazmayı bırakıp yaşlılık konusundaki fikirlerini kağıda geçirmeye oturacaktı. Ama "Suçlunun kendini savunmak için yazdığı müdafaaya benzer." diye bu fikrinden vazgeçti. "Yaşlı deseniz yaşlı oluruz. Gerçekte yaşlı ya da genç denilen bir şey yok. Büyük var, küçük var. Ben senden büyük olabilirim, ama yaşlı değilim. Ben bunu zayıf görünmemek için söylemiyorum. Çocuk bizim hepimizden de zayıf. Zayıflığı ile de güzel. Yaşlı adamın zayıflığı, eksiklik değil. Yaşlı teyzelerin güzelliği gibi güzelliği hiç bir yerde göremezsiniz. Doğru söylüyorsunuz genç gelin de güzel. Eh... biz neyi tartışıyoruz. Basit şeyler konuşup basitleşmenin alemi var mı şimdi."
Farkında olmadan eli baldırına vardı. Kaşındı. Kaşıdıkça daha çok kaşındı. Bacağını açıp kaşıdı. Yüzünde de kaşıntısını bastırma azim ve acısı vardı. Yüreğindekini sözle anlatamayanın acısı, kaşıntısını bastıramayanın acısı. Kaşıntısı birazcık geçti. Kalemini eline aldı. Alsa da kekeme gibi bir süre hiçbir şey yazamadı, sonra birden yazmaya başladı.
"Masalım, kara kazanın yerine çanak antenli, dünyada olup biteni gösteren televizyonlu, internetli, bilgisayarlı bir çağın masalı. Böyle bir çağda masala bir varmış bir yokmuş diye başlamak bile başlı başına masal zaten. Her ne kadar dedelerimizden daha çok geliştiğimizi iddia ediyorsak da onlar çok ileride. Bakın işte, daha güzel başlamak mümkün değil, bir varmış bir yokmuş…"
Masalının ilk paragrafını yazdığı için içini bir mutluluk doldurmuştu. Ama işin zor kısmı şimdi başlıyor. "Bir varmış bir yokmuş..." dedin diyelim, ya sonrası? Şiirde ne kadar kolay, başlayabilirsen ardı kendiliğinden geliyor.
Elleriyle kırçıl saçlarını taradı. Bu sefer aynaya değil de, pencereden görünen manzaraya baktı. Ne yazık ki yakından gözlüklü olmasına rağmen iyi görebilen gözleri uzaktaki şekilleri gözlüğünü taksa bile iyi seçemiyordu. Evleri tepenin yamacında olduğu için pek çok evin damı görünüyordu. Evlerin arkasında uzanan şekiller sislerle kaplı gibiydi. Bu sisleri içine almak istiyor gibi derin bir nefes aldı.
Evet, bir varmış bir yokmuş, eski zamanlarda Şehrişemistan adında bir şehir varmış. Bu şehrin güzelliği koca koca binalarda değil, binaların muhabbetle kurulmasında imiş. Binaların duvarları ne tuğla ne de beton. Sadece muhabbetten imiş. Tabanı aynadan olan sokaklarda yürümek o kadar rahat imiş. Cam caddede arabalar su gibi yüzer giderlermiş. Ayna sokaklar kırılmaz, çatlamaz, çizilmezmiş. İnsanları siyah gölgeler değil, kendi suretleri takip edermiş. İnsanlar doğrudan birbirinin yüzlerine bakmadan bu suretlere bakıp durumlarını anlarmış. İçindeki ıstıraba kapılıp, kendinden geçercesine kederlenip başını eğdikleri zaman, sokakta gördükleri kendi suretlerine acıyarak nasıl tebessüm ettiklerinin farkına bile varmazlarmış. Bunu görünce etraflarında bir yığın gülücük oluşurmuş. Suretlere bakan diğer suretler adeta birbiriyle sarmaş dolaş olurlarmış.
Gözü aynaya takıldı. Aynada "birbirine sarılan şekiller" görür gibi oldu. Sonra birden o şekil
kaybolup, yerine hayretler içinde bakan kendi sûreti geldi. Hemen yüzünü aynadan çevirerek masalına daha büyük bir istekle devam etmeye başladı.
Ayna sokakların kenarlarında yeşil ağaçlar varmış. Güller, yeşil başaklar etrafta harika bir desen oluşturur, bu manzaraya aşkla bağlanan kuşlar da bu şehri hiç terk etmezlermiş. Araba egzoslarından
duman çıkmazmış. Böylesine güzel bir şehirde arabalar duman çıkarmaktan utanıyor olmasın sakın? Hayır, Şehrişemistan’da öyle ustalar varmış ki, onlar arabaları öyle yapmışlar, arabaların çalışması insanın nefes alıp vermesi gibi sessiz ve dumansızmış.
Şehrin ortasından, aktığı bile fark edilmeyecek kadar sakin akan nehir gökyüzü gibi berrakmış. Rengi de gök gibi masmavi olduğundan yüzünde güneş doğarmış, akşam olunca da ay. Suyunun duruluğu içine iğne atsan görünecek kadarmış. İçinde yüzen kırmızı balıklar, suyun dibinde kırmızı dağ lalelerini andırırmış. Ak balıklarla altın balıklar suyun dibinde papatyaları andırırmış. Dalgaları tıpkı havada salınan mendil, kenarda biriken köpükler ise sütteki köpükler kadar hoşmuş. Şehrişemistan öyle bir şehir, öyle bir şehir... Masallardaki gibi bir şehirmiş, görenler güzelliğine hayranmış.
"Masallardaki" sözü ayrıca hoşuna gitmişti.
Aslına bakarsan benim Şehrişemistan’ım masallardaki şehir değil, hayalimdeki şehir. Şimdi hayalimdeki caddeye çıksam kara gölgem yerine kendi sûretimi görürüm. Hayalimdeki caddeye çıksam hayalimdeki hayat... Hayal... Hayalin varlığı da güzel bir şey. Belki herkesin kendi hayali kendi için iyi bir edebiyattır, en iyi eserdir. O eserin kahramanı da herkesin kendisidir. Bu sadece bende öyle olmasın sakın? Hayır. Hayallerde kitaplardaki gibi bir hayat olduğu için insanlar bu hayatla idare edip gidiyorlar işte. Hayal....
Alnındaki uzun çizgileri, yüzündeki derin kırışıkları yazmak istiyormuş gibi gözlüğünü çıkardı ve yüzünü gözünü ovdu. Gözünün önündeki sis daha bir artmıştı. Aynada kendine baktı. Gözlüksüz olduğu için aynadaki şekil karışık görünüyordu. Gözlüğünü takarak baktı. Aynayı daha iyi görünce aynadaki sûreti sanki kendisine bir şeyler sormak istiyormuş gibi geldi. "Ne sormak istediğini biliyorum. Yazdığın şey kayda değer bir şey mi bari diyorsun? Ben de merak ediyorum. Hadi devam edelim."
Birden gözü karısının getirdiği çaya takıldı. Masalının devamı sanki çaydaymış gibi gözlerini çaya çevirdi. Usulca onu yanına aldı. Yine baktı. Eğer aynadaki sûret onu görüyor olsaydı, sahibinin çok kaygılı olduğunu görürdü. Eline kalemini alıp yazmaya devam ederek bile kaygısından kurtulamadı, aksine kaygısı daha büyüdü. Bacağındaki kaşıntı gibi.
Günlerden bir gün Şehrişemistan'ın o duru nehri bulanmaya başlamış. Nehrin kıyısında kederli kederli oturan bir genç bu durumdan çok etkilenmiş. O anda gencin karşısına altından bir balık çıkmış ve kendisine şehri kurtarmanın sırrını söylemiş.
-Ey genç adam, “Bin kaygı, bir borç ödemez.” Ben sana başınıza gelen bu felaketten kurtulmanın biricik yolunu söyleyeyim. Fakat bu nasıl başarılır orasını bilemem.
-Söyle altın balık, belki bir çaresi vardır.
-Peki. Şehirde iki aşık yaşamalı. Onlar ömür boyu birbirlerinden gözlerini ayırmamalı.
Sesleri birbirine ulaşsa da elleri ulaşmamalı. Onlar ancak öldükten sonra birbirine kavuşmalı.
-Hey gidi altın balık. Bulanık suda senin de aklın şaşmış olsa gerek. Nasıl olur? Nasıl olur da iki aşığın birbirlerine sesi ulaşır ama eli ulaşmaz. Birbirlerini görür de kavuşamazlar. Bal arısı çiçeğini bulmak için nice yollar kateder. Kelebek maşukuna kavuşmak için kendini ateşe atar, Ferhat Şirin’ine kavuşmak için dağları deler. Ya Romeo...
Genç bir de bakmış ki altın balık bulanık sular içinde kaybolup gitmiş. Şehrişemistanlı genç, altın balığın söylediklerine inansam mı, inanmasam mı diye şaşırıp kalmış. Bu hadiseyi kime anlatsa herkes onunla alay etmiş. Genç hadiseyi sonradan kimseye anlatmamış. Böylece balık da söyledikleri de unutulup gitmiş.
Günlerden bir gün gökyüzü aşkını ilan etmiş ve zeminle arasına gökkuşağı takmış. Yağız bir delikanlı ile güzel bir kız fidan dikmeye gitmiş. Delikanlı kıza yakınlaşmak istemiş. Elindeki fidanı kızın diktiği fidana yakın dikmek istemiş. Kız etrafına bakınca delikanlıya gözü takılmış. Bir bakışta delikanlıya karşı kalbinde aşk uyanmaya başlamış. Tam o anda da şadırvana dökülen güvercinler gibi kızın ve delikanlının arkadaşları gelmiş. Ne aşktan haberleri varmış ne de sevgiden. Kızlar kızın, oğlanlar da delikanlının fidanları dikmelerine yardım etmişler. İki genci kendi hallerine bırakmayıp alıp götürmüşler. Delikanlı, kızın gülümseyen bakışlarını göremeden gitmiş. Delikanlı bir süre sonra muhabbetten ayrıldığını anlamış ve koşa koşa fidanları diktikleri yere varmış. Orada diktikleri bir çift fidandan başka kimse yokmuş. Delikanlı etrafa bakınırken bir de ne görsün. Diktiği fidanının dalına bir ipek mendil bağlanmış.
“İşte bu! Baksana ne kadar yumuşak! Böylesine hoş koku ne güllerde vardır ne de illerde. Bu bana mı işaret, yoksa diktiğim fidana mı? Ya da işaret mi uyanmış aşkıma? Şimdi anladım Kays'ın nasıl aşık olduğunu. Mecnun'a deli diyorsanız, siz Leyla'yı hiç bilemezsiniz.”
Delikanlı aşktan yana yana evine dönmüş. Gider gitmez bu sefer de kız gelmiş fidanların yanına.
“Gelmiş işte. Mendilimi de almış. Sıkıca bağlamadım mı yoksa? Rüzgâr ya da başka bir yabancı mı aldı götürdü. Hayır, hayır bu odur. Şimdi anladım Leyla’yı. Padişah kızı Şirin’in bir fakire aşık oluşunu... Ben ne bir şah kızıyım ne de Leyla. Ben sadece, ben sadece... Bu fidanı diken kızım. Şu fidanı diken oğlana da aşığım. Büyü fidanım büyü! Belki de sizin sayenizde birbirimize kavuşuruz” diye büyük bir umutla gitti. Sonra Delikanlı, o gelmiştir ümidiyle yine gelmişti aynı yere. Ama nafile. Kız çoktan gitmiş. Kızı bulamamanın kederiyle yeniden düştü yollara. Kader bu ya. Kaderleri kederle örülmüş olmalı ki bu sefer de kız gelmiş, fakat delikanlıyı görememiş. Talihsizliğine ağlayarak yine düşmüş yollara. Delikanlı gelmiş. Öğleye kadar beklemiş fakat kız gelmeyince çaresizce gitmiş. Kız gelmiş, akşama kadar beklemiş. Fakat delikanlı yine gelmemiş. Bu sefer ağlamadan gitmiş. Sonra kız da delikanlı da gelmemiş... Ayrılık aşka galip gelmiş.
Yazmasını bıraktı. Yavaşça yerinden kalkıp kitaplığın yanına girdi. Raftan bir kitap alarak, arasından bir resim çıkardı. Bu resim on sekiz yirmi yaşlarında gülümseyen bir kızın resmiydi. Bu hanımının genç kızken çektirdiği resimdi. Evlendi, iki çocukları oldu. Karısı bir dediğini iki dedirtmedi. Yirmi beş yıldır beraber yaşıyorlar. Ama, nedense karısının bakışları resimdeki gibi içten değilmiş gibi geliyordu. O sanki karısına değil de karısının resmine aşık gibiydi. Bu hisleri pek çok şiirlerine yansıttı. Bir keresinde o bu duygularını karısına söylemeyi denedi. Ama iki laf söylemeden karısı sözün sonunu anladı. "Senin gibi şairler aşk diyorlar. Bu dünyada herkes birbiriyle alacaklı verecekli gibi yaşıyor. Birisi hoşlanır, öteki de hoşlanır. Birisi vazgeçse öbürü de vazgeçer. Sizin dediğiniz aşk öbür dünyada olabilir ancak." dedi. Karısından böyle karşılık beklemediği için nasıl ayağa kalktığını fark etmedi. Kendi kendine "Al gülüm ver gülüm aşıklık" dedi içinden, eline kağıt kalem alarak bu konuştuklarını şiire döktü. Sonra şiiri pek çok yerde övgü almıştı. Şiirin bir kısmını hatırlıyordu.
Benim tek dileğim yanılma sevgim...
...Al gülüm ver gülüm, sevip sevilip,
Dünyadan niceler gamsız gittiler.
Gün dönüp girerken ancak mezara,
Boş geçen hayata, feryat ettiler...
Fotoğrafı tutan elinin yavaşça titrediğini fark etti. Hafif sesle “Al gülüm ver gülüm” diye mırıldandı. Şiir yazdığı zamanlar kalbindeki coşku öfkeye dönüşerek yansırdı dışarı. Yazdığı sözlerden bir tanesinden hoşnut olmasa içi içini yerdi. O sözün üzerini karalayarak çizerdi. Daha bir hırslanarak yazmaya devam ederdi sonra.
Günler Şehrişemistan’ın caddelerindeki arabalar misali geçip gidiyormuş. Günlerden bir gün kış soğukları geçip, tabiatın damarları ısınmaya başladığı zaman, bütün ağaçlarla birlikte önce oğlanın, sonra kızın diktikleri ağaçların damarlarına da su yürümüş. Vuslata erememiş aşkın ateşinden ya da baharın gelmesinden olsa gerek gencecik fidanın dallarında filizlenmeler başlamış. Dallarda yemyeşil yapraklar oluştu. Taze yapraklar hafif rüzgarda salınarak birbirine sevgi sözler fısıldamaya başlamış. Fidanların kalplerinde de aşk ateşi uyanmaya başlamış. Aşka düşen, birbirine aşık fidanlara gece yıldızlar, gündüzleri ise güneş hayranmış. Gündüzün kuşlar bu fidanların aşk mektuplarını taşımış, geceleyin ipeksi rüzgâr aracılık etmiş. Ağacın yaprakları yeşil olsa da seher vakti süt rengine, şafak vaktinde kırmızıya dönüşürmüş. Yapraklar rüzgârın getirdiği mektuplara sevinir, dans edermiş. Yaprakların ilginç hareketinden etkilenen dallar da yavaş yavaş salınırmış. Bu dansa katılmak için binlerce yolu katedip güneş ışıkları gelirmiş. Ak bulutlar ak elbiseli melekler gibi gökyüzünde halka oluştururlarmış. Ressamlar ağaçların bu esrarlı dansını resmetmişler. Dansçılar hareketlerini bu ağaçlardan almışlar. Ak bulutlar ak elbiseli melekler gibi gökyüzünde halka oluştursalar da, bütün bu diğer anlattığımız durumlar olsa da ağaçlar birbine bir milim dahi yaklaşamamış. İki fidanın bütün dertleri durdukları yerden birbirlerinin derdini hafifletmek olmuş.
- Sadece biz değiliz birbirine aşık olup da kavuşamayan. Yıldız yıldıza, deniz denize, dağlar dağlara bizim gibi aşık. Sadece biz olsak bile ben daima senin aşığın olarak kalacağım.
- Ben de hep senin aşığın olarak kalacağım.
- Gün gelir yaşlanıp yaprak açamaz olurum. Gövdem kendimi taşıyamayacak hale gelir. O zaman ben sana doğru yıkılırım.
- Ben de sana doğru.
Aşıklar birbirlerine kavuşmak istemişler. Durdukları yerden birbirlerine dallarını uzatmak istemişler ve rüzgâra yalvardılar. Rüzgâr şiddetlenince dalları birbirine değecek gibi olmuş. Ama her ne kadar rüzgar şiddetli esse de dallar asla birbirlerine dokunamamış.
Fidanlar neredeyse kırılacak hale gelmiş. Rüzgâra daha hızlı esmesi için yalvarmışlar. "Bırak kırılırsak kırılalım. Buna aşk ateşi derler. Bu ateşte yanmak da güzel, kırılmak da. Biraz daha hızlı es." Neyse ki rüzgâr yavaşlamış. Rüzgârdan sonra yağmur gelmiş. Yağmur tanecikleri taze yaprakların üzerinden yavaşça yere akmış. Sonra yine güneş doğmuş. Sonra yumuşacık kar yağmış. Ayazlı geceler gelmiş. Bu minval üzere yıllar geçmiş, bizim fidanlar kuvvetli, sağlam, koca gölgeli ağaçlar haline gelmişler. Sonra bir gün, masal değil, dünyanın kuruluşu böyle, bu iki ağacın büyüdüğü yerden yol geçecek olmuş. Bu iki güzelim ağacı balta ve testereyle kesmeye başlamışlar. Her balta vuruluşunda ağaçların yaprakları sarsılıp yere dökülmüş. Testereler mi inliyor, dallar acı acı sesleniyor mu anlaşılamıyormuş.
- Sadece biz değiliz birbirine aşık olup da kavuşamayan. Yıldız yıldıza, deniz denize, dağlar dağlara bizim gibi aşık. Sadece biz olsak bile ben senin daimî aşığın olarak kalacağım.
- Ben de senin daimî aşığın olarak kalacağım.
- Gün gelir yaşlanıp yaprak açamaz olurum. Gövdem kendimi taşıyamayacak hale gelir. O zaman ben sana doğru yıkılırım.
- Ben de sana doğru...
Sonra "Ağaçların birbirine doğru yıkıldığını kimse fark etmedi." diyerek masalına son noktasını koydu. Divana geçip uzandı. Yıkılan iki ağacın dallarının nasıl birbirine karıştığı gözünün önüne geldi. Yazdıklarından hoşnut gözlerini yumdu ve hemen uykuya daldı.
Onun uyuduğunu anlamış gibi karısı parmaklarının ucuna basarak, sessizce basarak odaya girdi. Nazikçe kocasının üzerini örttü. Onun ne yazdığını merak etmiş gibi çalışma masasına baktı. Masanın
üzerinde sarmaş dolaş yatan kağıtların yanı başında duran resmine gözü takıldı. "Aaa... Bu benim kızken çektirdiğim fotoğraf. Acaba bu nereden çıktı?" İçinden sorduğu bu soruya kocasının ne cevap vereceğini merak ediyormuş gibi arkasına baktı. Tatlı tatlı uyuyan kocasına bakarak gülümsedi. Sonra resmi eline aldı. Resmi kaybolacağından mı, yırtılacağından mı korktu, yoksa elinden bırakmaya kıyamadı mı, aldı gitti.
Masalcı şair bu sefer uzun süre uykuda kaldı. Belki daha da uyurdu. Ama baldırındaki kaşıntı yüzünden uyandı işte. Uyurken de kaşımış olmalı. Baldırının derisi yırtılarak azıcık kanamış. Yaraya pansuman yaptı. Sonra kağıtlarını teker teker gözden geçirerek toparladı. Akşam olmak üzereydi. Masal yazdığını haber vermek için arkadaşını aradı. "Masal mı, hikaye mi onu da bilmiyorum. Gel dersen geleyim. Kahve de içebiliriz. Tamam geliyorum."
Hemen giyinip evinden çıktı. Dostunun masalını nasıl karşılayacağını düşündü. Yolun kenarındaki ağaçları kendinin aşık ağaçlarına benzetmişti. Sonra birden gülümsedi. Resmi ne yaptığını hatırlamaya çalıştı. Onu eskisi gibi kitabın arasına koymadığını biliyordu. "Onu nereye koydum? Kağıtların arasında mı acaba?" Kenara geçerek kağıtlarını çıkardı. Ne kadar dikkat etmeye çalışsa da birkaç kağıdını rüzgara kaptırıp peşlerinden koşmak zorunda kaldı. Resmi ise bulamadı. Sinirinden masalı yırtıp atası geldi. Eve geri döndü.
"Arkadaşım yarın buluşalım, ben metin üzerinde biraz daha uğraşayım..."
Çalışma masasının çekmelerine varıncaya kadar aradı. Hafızasına güvenemedi resmi bu güne kadar sakladığı kitabı, kitaplıktan aldı. Hiç bir yerde yoktu. "Uyurken karım almış olmalı. Evet üstümü de örtmüş." Resmi karısından nasıl soracağını bilemedi. Aldıysa koyabileceği yerlere baktı.
- Ne arıyorsun?
- Hiç bir şey.
-Resmi arıyorsan ben onu sakladım.
"Nereye sakladın?" diye soramadan çalışma odasına geçti. Yazdığı masalı eline aldı.
İçinden "Neden resmi sormuyorum ki?" diyerek masalını masanın üzerine bıraktı ve yerinden kalktı.
Tam o sırada hanımı içeri girdi. Elinde kızken çektirdiği gençlik resmi vardı.
("Kardeş Kalemler" Temmuz, 2011)
Yorumlar
Yorum Gönder