Ağır Aksak Gidiyor Dünya 4
İlyas Amangeldi
Türkçesi: Hüdayi Can
...Ölenler yerle birlikte onun altında dönerler durmadan, diriler üstünde. Bundan on asır önce yine böyle dönmekte idiler şüphesiz, bu arada kıyamet kopmazsa on asır sonra da aynı şekilde döneceklerdir, tıpkı bugünkü gibi..
"Acaba hangimize daha çok benzer?" diye sordu.
Bu soru Meral’in öfkesinden eser bırakmamıştı.
"Oğlan olursa sana benzesin, kız olursa bana."
"Daha şimdi oğul dedik ya."
"Sen onu nereden biliyorsun küçük ahmak?"
"Biliyorum, dediysem, biliyorumdur. Oğlumuz olur, değil mi? Olur, de."
"Olur. O zaman sen de benim için bir şeye olur de."
"Olur. Ne söyleyeceksen söyle."
"Oğlumuz da olsa kızımız da olsa anne babamın adını koymayalım."
"Niyeymiş o?"
"Önce olur de."
"Olur demesine diyelim de, ben de hem merhumlara saygımdan hem de hoşuna gideceğini düşündüğüm için öyle söylemiştim."
"İlk çocuğumuza şimdiden bir ad takmayalım, diyorum. Sonra takarız. Hem ben babamın adı takılan çocuğu ne yapacağımı bilemem."
"Herkes ne yapıyorsa onu yaparsın."
"Birden ağlayıverse ne yaparım?"
"Ağlasa mı..."
Kara Durmaz neredeyse "Ne olacak ağlar ağlar susar..." diyecekti. Son anda kendini tuttu. Meral’in ne kadar duygusal olduğunu biliyordu. O hanımı küçücük bir şeye bile kırılıverir sanır, konuşmalarına hareketlerine ona göre dikkat ederdi. Meral kocasının uzun boynundan kolunu geçirip:
"Gördün mü Karam? Babamın adını takarsak onu ağlatmadan büyütmek isteriz. İlk çocuğumuzda o da bize zor gelir."
"Olur peki... Ama babanın ananın adı takılmayanları ağlata ağlata, sokağa salıp büyütsen de olur diye bir şey de yoktur."
"Korkma canım. Ben senin çocuğunu yelden günden koruyarak büyütürüm..."
Böyle iyi bir geleceği bekleyen çocuk dünyaya gelinceye kadar Meral'e her türlü eziyeti tattırdı. Kara Durmaz hamile kadınlara yardımcı olan, sonra da ebelik yapan bir kadından bahsedildiğini duymuştu. O kadının Bağdatlı olduğu da söyleniyordu. Daha sonra Kara Durmaz'ın başta seçtiği on delikanlıdan kabul edilmeyeninin bu kadının kocasının uzak akrabası olduğunu öğrenmişlerdi. İmam Selman dedikleri o adam hakkında aslen Gürgençliymiş de diyorlardı, Bağdatlıymış da diyorlardı. Nereli olursa olsun İmam Selman'ın ilmini inkar edemeyen müftü şehrin bir kenarında kervansarayın yakınındaki mescidin imamlığını ona vermişti. Şu anda Kara Durmaz'ı mescit de imam da pek ilgilendirmiyordu. Ona karısını muayene ettirebilecek bir kadın tabibi lazımdı. Sorup edip onların evini bulmaları o kadar da kolay olmadı. Kara Durmaz'a yol sordukları her adam “Maşallah kadın tabipleriyle ilgilenmeye de başlamışsın, ben sana evlenme dememiş miydim?" diyecek gibi geliyordu. Neyse ki, belki de sordukları adamlar böyle şeyleri görmüş geçirmiş adamlar olduğu içindir, kimse gülmedi. Arkasından lafını edip gülmüşlerse gülmüşlerdir ama en azından yüzüne gülen olmamıştı. Yüzüne gülseler de Kara Durmaz kadın tabibi bulmak hatırına bir iki defa kızarmaya razıydı. Sonunda zar zor evi buldularsa da Meral’i oraya kadar peşi sıra getiren Kara Durmaz kapının yanında durakaldı, bir türlü kapıyı çalamıyordu. Karısını arkasına alıp mı, önüne düşürüp mü gireceğini bilemedi. Onun durumunu anlayan Meral:
"Ben kendim gideyim. Sen beni şu gölgede beklersin." dedi de onu bu zor imtihandan kurtardı.
Gölgede oturup hanımını bekleyen Kara Durmaz böyle hareket etmesinin doğru olmadığını düşündü. İçinden “Şimdiden bu kadar kendimi kaptırırsam bebeğimiz doğduktan sonra oduncu eşeğine dönmesem de ona benzer bir şey olurum herhalde.” diye geçirdi. Aile reisi olmak için böyle ufak tefek zorluklara katlanması gerektiğini kabullenmek istemiyordu. Ona bir taraftan sarayda bahadırlık satarken bir taraftan da peşine karısını takıp böyle sürüklenip durmak bir biriyle uyum sağlamayan şeyler gibi geliyordu. Sanki yoldan geçen adamlar onun burada ne beklediğinden haberdar gibiydiler. Uzaktan gelen bir yeni yetmeye “Sakın talim ettirdiğim çocuklardan biri olmasın.” diyen kara Durmaz'ın eli ayağına dolaştı. Neyse ki değilmiş. O gencin geçip gitmesi içine düştüğü gülünç ve anlamsız duyguları bastırmasına yardım etti. İçinden: "Benim burada ne yaptığımdan kime ne? Hem de ayıp bir şey değil ki. Dışardan kazak görünseler de herkesin en büyük kaygısı hanımıyla çocukları. Onların hatırına kul köle olmaya razılar. Aslında kul köle oluyorlar da. Bu insanların çoğu kendi iki yakasını bir araya getiremez ama başka birini küçümseyebilse, dalgasını geçebilse gözleri açık gitmeyeceğini düşünür. Evlenemedikleri için bekar gezenlere ne gerek desene? Evlenebilseler herkesten evvel evlenirlerdi ama bunlarınki kedinin ulaşamadığı ciğer meselesinden başka bir şey değil.”
Bir süre sonra eşinin kafasından bu düşüncelerin geçmesine sebep olan Meral de çıkmıştı.
"İyi kadınmış."
"Sana ne dedi, önce onu söylesene."
"Korkulacak bir şey yok, karnın uzayabilir, dedi. Günaşırı gelip karnımı bağlattırmalıymışım."
"Yani böyle günaşırı gelmemiz mi gerekecek şimdi?"
"Dahası mı var? Ciddi ciddi çocuk sahibi olmaya karar verdiysek, gelmemiz gerekir."
"Kendin gelsen, ben her seferinde işten ayrılamam."
"Ben de yalnız başıma gelmeye korkarım doğrusu."
"Olmazsa babama yoldaş olmasını rica ederim."
"Yok yok, boş ver. Babama söylemek ayıp olur. Korksam da yalnız gelirim. Ne yapayım."
Kara Durmaz bu zorlu sınavdan kurtulduğuna sevindi. "Babama söyleyeyim." dese de onun bu haliyle en çok utandığı kişi babasıydı. O hatta geceleri hanımıyla yatarken diğer odada babasının yalnız başına bekar yattığını düşünür, bunun için bile kendinden utanırdı. Sabahları beraber oturup çay içecek olsalar yediğinin içtiğinin neresine gittiğini anlayamazdı. Babasının gözüne pek görünmek istemezdi. Oğlunun hareketlerini yanlış anlayan babası gelinine: "Benim çayımı odama getiriver kızım. Siz Kara Durmaz’la beraber içersiniz. Böylesi hem benim için, hem sizin için daha iyi olur." dedi. Kara Durmaz babasının bu davranışını oğlum çayını daha rahat içsin diye yapmıştır, diye yorumladı. Ama yine bir yandan da babası odasında yalnız başına çay içerken kendisi evli eşikli adamlık taslıyor gibi Meral’in yanında oturup çay içmeye de utanıyordu. Yalnız başına içse o da bir çeşit garabet. Yine Meral’in "Çayın soğuyor." sözü onu hanımının yanına getiriyordu.
Gençliğin bu ve buna benzer tasalarıyla onlar bir insanın daha dünyaya gelmesine sebep olmuşlardı. Meral o günaşırı gitmesi gereken eve her gün gitmeyi de yüksünmedi. Bilakis o eve gitmediği günler bir şeyini yitirmiş gibi hissetti kendini Gülnesibe diye tanıtan Bağdatlı ebeyle yakın arkadaş oldular. Belki bunda Meral’in de aslen bu şehirden olmamasının etkisi vardır. Belki de Meral karnında taşıdığı bebeğin hatırı için bu ilişkiyi sağlam tutmak istemiştir, kim bilir.
Gülnesibe de Meral’den ilk geldiği gün hoşlanmıştı. Yoksa onun yanına yardım istemeye gelenlerin arkası kesilmiyor desen yeriydi. Ama onların hiçbiri Meral gibi evinin baş köşesinde yer kazanmamıştı. Gülnesibe çocuğun dünyaya geleceği günler yaklaştıkça Meral'e "Gelme, ben kendim varırım." demeye başladı. Gerçekten birkaç defa da Meralleri ziyaret etti. Fakat Gürgenç’te ebelik eden kadınlar az olduğu için o bir çok insana yetişmek zorundaydı. Birkaç günde bir bir doğuma götürüyorlardı. Gülnesibe’nin ne kadar yoğun olduğunu gören Meral "Yürüsem benim için de iyi oluyor." dedi de yine kendisi gitmeye devam etti. Sadece son hafta Gülnesibe aksatmadan Merallerin kapısını çaldı. O bebeğin zor doğacağını tahmin ediyordu. Gerçekten de tahmin ettiği doğru çıktı. Öyle de olsa sağ salim dünyanın aydınlığına kavuştuğu için mi, o aydınlığı görünceye kadar çektiği çilelerden mi, ya da insanoğlunun bilmediği bir başka sebepten mi herkes gibi ağlaya ağlaya bir insan daha dünyaya geldi. Onun da herkes gibi bir ismin sahibi olması lazımdı, büyümeliydi, herkes gibi bir meslek sahibi olmalıydı, evlenmesi lazımdı, herkesin yaptığı gibi de arkasında bir nesil bırakıp dünyadan gitmeliydi.
Herkesin yaptığı gibi... Çünkü az ise de çok ise de herkese verilen ömür ona da verilmişti. Artık o da bu dönüp duran dünya noktasının üstündeki noktalardan biriydi. Bütün bunlardan habersiz bebecik şimdi kendisine verilmesi gereken ilk şeyin, nazikliği, tazeliği ile açılmamış bir gonca iken sadece Kara Durmaz’a bağışlanan göğüslerin kendisine uzatılmasını bekliyordu. O şimdi ayağa kalkacağı güne kadar bununla yaşamalıydı. Gıdasını da bundan almalıydı, gücünü de boyunu bosunu da. Ona koymak için isim arayıp, kundaklarını yenileyip, yanaklarından öpüp elleri ayaklarına dolaşan büyüklere o kendisi için esas olanın ne olduğunu ağlayarak hatırlatmak zorunda kalıyordu.
Kahvaltı çayını yalnız başına içmeye başladığı günden beri yalnızlığının sorumlusunun kendi talihi değil de oğlu ile gelini olduğunu düşünmeye başlayan dünyaya gelen neslin dedesi ona isim takmak meselesinde de kendini kenarda bıraktı. Gelinin hatırı için babasının adını takmak teklifi de reddedilince o sanki iyice göğsünden itilmiş gibi oldu. Ama dişler insan yaşlandıkça azalsa da arkasındaki dili kontrol etmekte daha başarılı oluyorlar. Saçın sakalın beyazı çoğalıp, başlar ağardıkça hafızası zayıflasa da sırrını saklamada daha sağlam oluyorlar. Bir de ilk oğlunu gören Kara Durmaz babasının halini sezmedi bile.
Bebeklerinin dünyaya gelmesi için çok çalışan, adeta çırpınan, sonra da onun ebesi olan Gülnesibe'nin saygınlığı Kara Durmaz'ın katında iyice artmıştı. Meral bebeğe ne ad vereceğini arkadaşıyla istişare etti. Onun tavsiyesiyle bebeğe Abdüssamed adı verildi, ama kısaca Samet diyorlardı. O arada Gülnesibe Meral’e bundan sonra çocuklarının olmaması ihtimalini de hatırlattı. O an için Meral buna fazla dikkat bile etmemişti.Onun için esas olan ilk göz ağrısının sağ salim dünyaya gelmiş olması, sağ salim büyümesiydi.
Kara Durmaz, İmam Selman ile de tanıştı. Onlar karı koca bebeklerine yaşı uzun olsun, demeye Kara Durmazlara misafir gelmişlerdi. Selman, Kara Durmaz’ı cuma namazı kılmaya imamlık yaptığı mescide çağırmıştı. O zamana kadar Kara Durmaz, cuma namazını sarayın yakınındaki büyük mescitte kılardı. Sonra biraz uzak da olsa Selman’ın imamlık yaptığı mescide gitti. İlk seferinde o Selman'ın mülayim sesiyle, vaaz etmekte nasıl kabiliyetli olduğunu görüp sevindi. Sonuna doğru Selman'ın sadece kendisine değil, çevresindekilere de nasıl tesir ettiğini görüp, bu tesirde kendinin de bir rolü varmış gibi bir duyguya kapıldı. Oturduğu yerden onu kardeşi gibi yakın hissetti kendine. Namazdan sonra onunla kucaklaşıp selamlaştı. Akşam yemeğine evine çağırdı. Bu arada talim verdiği gençlere de cuma namazını Selman'ın vaaz ettiği camide kılmalarını tavsiye etti.
Daveti kabul eden Selman, o gün akşam Kara Durmazlara geldi. Buna kocasından fazla Meral sevindi. Kara Durmaz’ın babası ise misafirle oldukça soğuk selamlaştı. Sonra da yanlarında pek oyalanmadan kendi odasına geçti. Nedendir bilinmez bu sefer düşüncesini saklamaya da çalışmamıştı. Kara Durmaz misafiriyle babası arasındaki bu birbirini adamdan saymamaya yakın soğukluğa kırılabilirdi aslında. Ama Selman hiçbir şey olmamış gibi gönlü açık gülümseyip durduğu için Kara Durmaz da babasının yaptığını görmezlikten geldi.
Misafirini uğurladıktan sonra Kara Durmaz’ı babası yanına çağırdı. O oğluyla uzun uzun konuşmaya da gerek duymadan talim için seçtiği on gençten kabul edilmeyenin kim olduğunu hatırlattı. O delikanlının Selman'ın uzaktan akrabası olduğunu Kara Durmaz biliyordu. Ama onun bunun için alınmadığını tam olarak bilmiyordu. Babası sözünü toparladı:
"Kadınlar birbirlerinin yanına gidip gelseler pek önemli değil. Aslında onlar da ziyaretlerini biraz seyreltseler iyi olurdu ama neyse. Sana gelince onun mescidinde fazla görünme. Böyle dediysem hemen yarın bıçakla kesmiş gibi ilişkiyi kesmen de doğru olmaz tabi. Yavaşça, nezaketle uzaklaş. Bırak o bunu anlamasın bile. Bu konuştuklarımızı karın bile bilmemeli. Ne demek istediğimi anladın değil mi?"
"Anladım."
Kara Durmaz odasına çekilip babasının söyledikleri hakkında çok düşündü. O haklıydı. Eğer sarayda çalışmak istiyorsan sarayın hoşlanmadığı adamlarla fazla yakınlaşmak doğru olmazdı. Selman’dan sarayın ne diye hoşlanmadığı ise Kara Durmaz için hatta onun babası için de anlaşılmayacak sırdı. Herhalde Selman yurt için de saray için de şüpheli adamlar arasında sayılıyor olmalıydı. Bundan fazlasını bilmeye ne gerek vardı? En iyisi babanın söylediğine razı olmak, sözünden çıkmamak.
Kara Durmaz babasının dediği gibi sır bildirmemek için sonraki cumayı da Selman'ın imamlık yaptığı mescitte kıldı. Selman’la uzaktan başıyla selamlaştı. Kara Durmaz bu sefer mescide kimlerin geldiğine de fark ettirmeden baktı. Kara Durmaz'dan başka Selman!ı dinlemeye saraylılardan yedi sekiz yukarı vazifeli adam gelmişti. Onlar bu sefer Kara Durmaz ile sıcak selamlaştılar. O daha önce gelişinde bu adamları nasıl fark edemediğine şaşırdı. Doğrusu onlar saray elbiselerini giymedikleri için pek de dikkat çekmiyorlardı halkın arasında. Hem de onların her biri mescidin bir başka köşesindeydiler. Onların maksatlarının ne olduğunu, gerçekten ibadet için mi geldiler, yoksa casusluk maksadıyla mı geldiler anlamak kolay değildi. Kara Durmaz onlarla da selamlaşmaya selamlaştı ama o bir zamanlar sokakta Meral’i beklerken olduğu gibi herkes kendisine bakıyor gibi bir duyguya kapılmıştı.
Selman bu sefer ceza hakkında konuştu. Kara Durmaz, Selman'ın sözlerinin asıl manasını almak isteğiyle hiçbir kelimeyi kaçırmadan dinlemeye çalışıyordu. Çünkü tanış gözler de kendisiyle birlikte merak içindeydiler, onların neyi merak ettiklerini Allah bilir, ama Kara Durmaz Selman'ı, onun söylediklerini merak ediyordu.
“Muhterem cemaat! Bugün sizinle insanperverlik hakkında sohbet etmek istiyorum. Misalim ceza olacak. Aslında insanperverlikle ceza bağdaştırılamaz gibi geliyor insana. Bir insana yüz kamçı vurmak ya da on yıl hürriyetinden mahrum etmek nerede, insanperverlik nerede? İnsanperver adama ceza verilmez. Birden verilirse de o cezalandırma hakkını elinde tutanın yanılgısı ya da günahıdır. Ondan sonra söz insanperverlikten açılmışken cezadan bahsetmeye gerek var mı dersiniz. Ameli doğru, kalbi temiz adamlar kendileri ceza çekmeseler de zaman zaman başkalarını cezalandırmak zorunda kalırlar.
Sonra da ceza cemiyet adına yani bizim hepimiz adına verilir. Kanun haline getirilir. Devletlerde tertip düzeni korumak için ceza gerektir. Onun hangi suç için ne olacağını, ne derecede olacağını bırakalım kadılar düşünsün. Onların çıkardığı kanun herkes için eşit ise: “Elle gelen düğün bayram.” Bir suçlu nasıl suçu kendi işlediyse bu suçun cezasını da kendi çekmelidir, kendi çekmesini bilmelidir, deriz. Böylelikle de verilecek cezaya razı olduğumuzu belli ederiz. Onu makul buluruz, ona dahlimiz demektir bu.
Suç işlemeden yaşamak kolay değil. Ama kanunu bozarak yaşamak daha zor. Çünkü suç işleyen adam hep tedirgin, hep korkular içindedir. Böyle bir adamda işlediği suç, kabuk bağlamış yara gibidir. O hastalığına alışır, yavaş yavaş ağrısını unutur. Ama kabuğun altına biriken irin onu çürütmeye başlamıştır bile. Etini, kanını, damarlarını çürüten irin, sonunda kemiğe dayanır. Bundan sonrası mümkün değildir. Fakat mümkün olmayan bir şey daha vardır. O da artık yaranın merheminin olmaması, hekiminin bulunmamasıdır.
Yara niçin irin topladı? Oysa onun günahını Allah’tan başka kimse bilmiyordu. İnsanlardan yalnız bir kişi biliyordu. O da kendisi. Günahın irinli yaraya dönmesi için onu sadece kendinin bilmesi de yeterli imiş. Şimdi o adam: “Yaramın yüzü katılaşmamışken henüz, gelip cezalandırmak yoluyla onun özünü çekip alsanız, gerekirse elimi kesseniz olmaz mıydı?” der, üzülür. O şimdi “Cezanın insanperverlikle bir ilgisi yoktur.” demez. Oysa günahı işlerken gizli gizli işleyen, sonra da cezadan kaçan bizzat o idi... Nereye kadar kaçarsa kaçsın, insan kendisinden kaçıp kurtulamaz...
Ve fakat, acaba sanki kendileri yokmuş gibi, işledikleri suç yüzünden vicdan azabı çekmeyenler, günahlarından rahatsız olmayanlar da var mı? Yoksa onlar, cemiyetin, halkın bedenini kemiren yara mı? Kendi yara ise, yarası ona ne zarar verebilir ki?..Belki de cehennem ateşi böyle yaraları kuruttuğu için yaratılmıştır.
Bir defasında Hazreti Peygamberimizin yanına bir erkek, bir kadın ayrı ayrı gelip: “Ben zina ettim, ey Allah'ın Resulü, cezamı ver.” demişler. Peygamberimiz erkeği iki kez türlü bahanelerle geri çevirmiş. Üçüncü kez geldiğinde sahabelerine arkadaşlarının deli ya da sarhoş olup olmadığını, kontrol etmelerini söylemiş. Ama o ne deli imiş, ne de sarhoş. Çaresiz kalan Allah Resulü zina edene recm cezasını vermiş.
“Zina ettim.” diye gelen kadını ise o “Dokuz ay sonra gel belki hamile kalmışsındır.” diyerek evine göndermiş. Gerçekten de dokuz ay sonra kadının çocuğu dünyaya gelmiş. Kadın yine Peygamberimizin yanına gelip cezalandırılma isteğini tekrarlamış. Bundan sonra ona da recm cezası verilmiş. Kadını cezalandırırlarken taş atanlardan biri kötü bir söz söylemiş. Peygamberimiz buna kızıp: “Niçin sövüyorsunuz, şu an o kadının tövbesini paylaştırsan, bu memleketteki bütün halka yeterdi.”buyurmuşlar.
Erkek, cezaya başlandıktan sonra kaçmak istemiş. Ama arkasından atılan bir deve kemiği başına değip onu yıkmış. Bunu gören Peygamberimiz: “Kaçıp kurtulsa olmuyor muydu?” manasında sözler söyleyip, olanlara üzülmüş...
Burada esas dikkatinizi çekmek istediğim nokta, Peygamberimizin, neye, ne diye üzüldüğüdür. Bu suale herkes kendine göre cevap verebilir. Bana göre o biçareler, cemiyetin ahlakına düşen irinli yaraya dönmeden, bu dünyada cezalarını çekmeye razı olup gelmiş insanlardır. Henüz çevrelerini çürüten irine dönmemişken cezalarını çekmeye onlar bin defa razı idiler. Bu rıza onların ahlakını temizlemişti. Böyle temizlik insana kolay kolay nasip olmuyor. Elbette onun değerini bütün ömrünü ümmetinin cehennem ateşinden halas olmasını dileyerek geçiren Peygamberimiz (s.a.v.) daha iyi takdir eder.
Değerli Müslüman kardeşlerim! Bizim her birimizin en birinci meselemiz Allah'ın rızasını kazanmak olmalıdır. Peygamberimizin yanına gelen biçarelerin düştüğü güne düşmekten Allah’a sığınırız. Eğer birden de Şeytan’ın yoluna gidip böyle güne düşer isek, cemiyet ahlakına düşmüş irinli yaraya dönmeden, bizden çıkan irin yüzünden çevremiz, konu komşumuz, çoluk çocuğumuz çürümemişken cezasını çekmeye bin defa razı gelen insanlardan olalım. Bırak Peygamberimiz bizim işlediğimiz günaha değil de çekeceğimiz cezaya üzülsün.”
Vaazdan sonra imam hutbede de aynı konudan bahsetti. Kara Durmaz kendine göre hiç şüpheli bir şey görmese de Selman'ın irin, çevresini irinletmek hakkında söylediklerini başka yerlerde işittiği sözlere benzetememişti. Kara Durmaz bu vaazdan sonra İmam Selman'ın mescidinden ayağını kesti. Ama başka günlerin birinde ikindi vaktinde, mescitte cemaatin en az olduğu zamandır, diye Selman ile “nezaket selamı”na gidip geldi. İşte ondan sonra, İmam Selman ile ilişkisini tamamen kesmişti.
İmam Selman da sanki biri daha o gelmeden onun niyetini haber vermiş gibi ondan daha nazik arayı açmaya yardım etmişti. Bu kadarını beklemeyen Kara Durmaz aradan birkaç hafta geçtikten sonra sanki vücudundan bir parçası yolunup atılmış gibi hissetti kendini. O her duyduğu ezanda, cuma namazlarında İmam Selman'ı hiç olmazsa uzaktan bir görseydim düşüncesinin içinde gittikçe güçlendiğini, ama bu isteğine uysa bunun arkasından babasına hissettirmeden İmam’la gizlice ilişkisini devam ettirmek fikrine dönüşme ihtimalinin de uzak olmadığını hissediyordu. Özellikle de o kötü niyetli olması mümkün adamlardan İmam Selman'ı korumak istiyordu. Bir taraftan da saraydan kovulmak, böylelikle sadece kendine değil babasına da zarar getirmekten korkmuyor değildi. Kendisinin de oğlunun da saraya girip çıkması, geçim derdine pek kafa yormadan her halükarda çevrelerindeki diğer insanlardan biraz daha iyi yaşamaları için babasının ne zorluklar çektiğini o tam olarak bilemese de az buçuk seziyordu. Ayrıca bir şey daha vardı ki, birden saraya girmelerinin yasaklandığı haberini alırsa bu rezalete babası dayanamaz, ihtiyar babasının ölümüne sebep olmuş olurdu. Kara Durmaz bir dostluk hatırına başına buyruk hareket ederek böyle bir tehlikeye yol açmaktan korkuyordu. Her ne kadar zor gelse de o İmam'ı unutmaya, hafızasından tamamen silmeye karar verdi. Meral ona:
"Selman’ı çoktandır misafirliğe çağırmıyorsun biliyor musun? Yoksa Sametciğimizi de alıp biz mi gidelim?" diye sordu.
"Boş ver canım, o imam olmadan da günümüz geçip gidiyor işte. Gidesin geliyorsa kendin gidiver."
Meral bu cevaptan hoşlanmasa da kocasının yüzüne hiçbir şey söylemedi. Erkeklerin de kendilerine göre ayrı bir dünyaları vardı ne de olsa. O dünyaya kadınların fazla sokulması bu milletin adetlerine göre pek hoş karşılanmazdı. Kara Durmaz'ın çocuğuna olan bağlılığı, karısının hiçbir şeye muhtaç olmaması için çektiği zorlukları gördükten sonra ona bir şey söylemeye hakkının olmadığını düşünmüyor değildi, Meral. O işten çıkar çıkmaz evine gelir, çevrelerindeki erkeklerin pek yapmadıkları şeyi yapar, oğlunu kucağına alır, avlularında ileri geri gezer dururdu. Bir kez bu halde babasıyla karşılaştı. Saraya gidiyorum diye yenice çıkıp gittiği için, babasının böyle çabuk döneceğini düşünememişti. Babasının geldiğini görünce hırsızlık yaparken yakalanmış gibi utandı. Babası da onu daha da üzmek istiyormuş gibi hiçbir şey söylemeden konuşmadan geçti gitti. Bu arada Meral koşup gelmiş, Samet’i babasının kucağından almıştı ama artık çok geçti. Kara Durmaz kızgınlıkla:
"Gezdirsem ne olacakmış ki? Gezdiriyorsam kendi oğlumu gezdiriyorum." diye, Samet’i Meral’den geri almaya da kalkıştı.
Ama Meral vermedi. Vermediği de iyi oldu. Kara Durmaz’ın babası bir şeyler almaya gelmiş olmalı, evden yine geri çıktı ve sarayın yolunu tuttu. Giderken yüzünü çevirmeden oğluna:
"Ne o, bugün boş musun?" diye sordu.
"Hayır, ben de şimdi çıkacaktım."
Kara Durmaz'ın cevabının babasını pek ilgilendirdiği yoktu. Onun sorusu "Hadi, saraya işinin başına git." demekti. Kara Durmaz için ise esas saray eviydi. Meral ile bugün Samet’in ilk kez saçını keseceklerdi. Samet annesinin kucağında otururken babasının kafasından kestiği saçlara hayretler içinde bakıyordu. Onlara şaşkınlıkla dokunuyordu. Eteğine dökülen saçlar çoğalmaya başlayınca rahatı kaçtı. O, babasının, başını kaşındırmasından hoşlanmıyor, dışarı çıkmak istiyordu. Ama onun ne istediği büyüklerin umurunda değildi. O ne isterse istesin kendi yapacaklarını yapmakla meşgullerdi. Sonunda Samet ağlamaya başladı. Babası onun kafasına yine su döktü. Belki bırakırlar diyen Samet buna daha çok kızmıştı. Daha yüksek sesle ağlamaya başladı. Annesi bir yerden güzel bir ala boncuk getirdi. Samet onunla meşgul olacak gibi yapınca yine saçını kesmeye başladılar. Samet’i artık kafasından kesilen saçlar ilgilendirmiyordu. O eline verilen boncukları bir köşeye fırlattı. Neyse ki artık babası onu kendi haline bırakıp yanından ayrılmıştı. Annesi kafasını biraz silip süpürdü ve tekrar yıkadı. Sonra da yeni bir gömlek giydirdi.
"Kara, baksana buna, tıpkı sana benzedi. Baksana kaşlarını çatışına."
"Küsekliği de sana çekmiş."
"Ne yani ben küsek miyim? Sensin küsek."
"Boncuğunu da bir yerlere fırlattı."
"Aptal şey, benim boncuğumu niçin atıyorsun?"
Samet attığı yerden boncuğu aldı ve oynamaya başladı. Meral, bir ak bir kara iplikten oralarda göze karşı faydası olduğuna inanılan ala ip örmeye başladı. Sonra da Samet’in elindeki boncuğu alıp, onun ipini kopardı. Ne kadar dikkat etmeye çalışırsa çalışsın ipi koparılan boncuklar her tarafa saçıldı. Meral onlardan biri yitirse bütün zenginliği kaybolup gidecekmiş gibi boncukları alelacele topladı. Bir taraftan çayını yudumlayıp bir taraftan da Meral’in hareketlerini takip eden Kara Durmaz da Meral’in boncukları koparmasından hoşlanmamıştı.
"Ne yapmaya çalışıyorsun?"
"Oğluma nazar değmemesi için alaca takacağım."
Meral derhal ördüğü alacayı boncuklardan birine geçirdi ve uçlarını bağlayıp Samet’in boynuna taktı. Küçük Samet sevinçten boynuna takılan boncuğu göstermek için babasının yanına koştu. Babası babalığın lezzetine bir türlü kanamıyor gibi oğlunu kucakladı. Meral de onlardan uzak kalamadı. Oğlunun yeni tıraş edilen başını tutup:
"Baksana, tıpkı senin başın." dedi. Onun sevinci de oğlunun sevincinden aşağı kalacak gibi değildi.
Gülnesibe artık çocuğunuz olmayabilir derken yanılmamış. Bir ayağı sarayda, bir yolunu bulup kaçabilse hemen eve gelip onu kucağına alan babasının, şefkatiyle ısıtan annesinin tek kıvancı olan Samet altı yaşına basmıştı. Meral oğlunun ne erkek ne de kız kardeşi olmadan tek başına büyüyecek olmasına üzülüp, bir çok defa Gülnesibe'nin kapısını çaldı. Bir çok defa: "Acaba buna bir çare bulunmaz mı?" diye ah çekti. Gülnesibe: "Bu işler Allah'ın elindedir. Sametcik dünyaya geldiğinde rahim zarar gördü. Ben elimden geleni yaptım Meralcan. Belli olmaz belki ahir ömrünüzde ya da on on iki yıl sonra yine evlat yüzü görürsünüz. Allah yardım etsin. Allah'a yalvar. Allah’tan dileyelim. Belki dileklerimiz kabul olur ne diyeyim. Meralcan benim ilk çocuğum da böyle zorlukla dünyaya geldi. Onun bir de eksiği varmış, fazla yaşamadan cennetin kuşu oldu. O zaman bu zamandır, Allah'a yalvarır dururum. Selman da: “Allah çevresindekilere çok iyilik edenlerin, çok hayır dua alanların dualarını kabul eder." diye bana kadın tabipliği öğrenmemi tavsiye etmişti. O zamanlar Bağdat’ta yaşıyorduk. O zamandan beri hiç olmazsa seninki gibi tek evlat versin diye Allah'a yalvarır dururum. Sen de benim için dua et. Ben de senin bir çocuğun daha olsun diye her namazdan sonra dua ederim." dedi.
Bundan sonra Samet, Meral’in gözüne daha aziz görünmeye başladı. Bu konuşmalara ilk başlarda pek inanmayan Kara Durmaz da sonradan Samet'in tek evladı olmasının mümkün olduğuna inanmaya başladı. Bu durum onda Meral’de olduğu gibi daha derin sevgi değil de sorumluluk duygusu uyandırdı. O oğlunun yalnız olduğu için hayatta çok zorluklarla göğüs göğüse gelmek zorunda kalacağını düşünüyordu. Kendisi de yalnız büyüdüğü için iki üç kardeşi olanların yanında haklı da olsa sesini çıkaramadığı anları hatırladı. O adamdan sayılmasının da, hatta birkaç arkadaşından güçlü, sebatlı görülüp saray muhafızlarının talim gördüğü alaya alınmasının da babası sayesinde olduğundan haberdardı. Şimdi Samet’i adam etmek sorumluluğunun kendisine düşeceğini anlamış, o sorumluluk omzuna şu anda yüklenmiş gibi bütün ağırlığıyla hissetmişti. O sorumluluğu taşıyamayıp da altında kalmamak için şimdiden neler yapması gerektiğini düşünmeye başladı. Daha emzikten yeni kurtulmuş çocuğa ne yapacağını bilemedi. Ama günlerin geçmesi dünyanın dönüp durması iyi bir şey.
Hem kendilerinin, hem büyüklerinin mutlaka yapılması gerekir diye düşündükleri şeyleri yapacak dünyanın milyonlarca çocuğunun arasında Samet’in bir nokta halinde altı yaşına bastığı sıralarda Kara Durmaz'ın talim vermek için topladığı gençler de yirmi- yirmi bir yaşlarına ulaşmışlar, kimisi muhafızlığa, kimisi orduda küçük rütbeli komutanlığa, kimisi de saray işine alınmıştı. Kara Durmaz'a yeni bir grup toplamak işi de verilmemişti. O birkaç gün şimdi ne yapmamı isteyecekler diye saraya geldi gitti. Onun imdadına yine babası yetişti. O oğluna onu kendi yanında işe başlatmak istediğini söyledi. Babasının sarayda ne iş yaptığını Kara Durmaz bilmiyordu. O sadece babasının saray için, devlet için tehlikeli olduğu düşünülen suçlularla ilgilendiğini bir yerlerden hayal meyal hatırlıyordu.
Kara Durmaz saraylıların arasında yaşayıp hazineden hak almanın diğer insanlardan iyi yaşamak anlamına geldiğini iyi biliyordu. Bu gruba giren adamlar arasında bulunmalarının esasen babası sayesinde olduğunu da biliyordu. Onun için, babasının yanıma alacağım dediğini duyunca, bir yandan sevindi, bir yandan da gidebileceği başka bir kapının olmadığını, kendisine verilecek işin olmadığını hissetti. Talim verdiği gençler şimdi ondan girişkendiler. Geri muhafız alayına alınsa da orada çalışmak onun için artık çok zordu. Her zaman çalışmak, kendine bakmak gerekirdi. Orada onu sanki önceden de babasının hatırına tutmuşlardı. O bazı hareketleri yoldaşları gibi yapamadığı için kendi kendine bir çeşit kompleksle gezmişti. O buna sebep olarak babasının kendisine çocukken gerekli eğitimi vermeyişini görüyordu. O kendisi için, "Çocukken az bir zorluğa bile katlanamayacak şekilde yetiştirilmemiş olsaydım şimdi büyük yerlere ulaşırdım." diye düşünüyordu.
Yeni manga hazırlamak işine geçirmeleri, Emir'in yakınında gezmekten mahrum edip, derecesini küçültmek anlamına gelse de Kara Durmaz bu işe geçtiğine sevinmişti. O, on gençten en az yedi tanesini hakiki, sebatlı yiğit olarak, kendi ellerimle yetiştirdim diye düşünüyordu. Kendi oğlunu ise şu yedisinden de farklı, bambaşka bir şekilde yetiştirmeyi düşünüyordu. Onun hayalinde oğlu gelecekte en azından casuslar teşkilatının başı, ya da aslında emir olmalıydı. Bu onun uğruna ömrünü bağışlayacağı gizli maksadıydı. Şimdi ise manga hazırlamayı şimdilik bırakması lazım demişler, onu bu işinden de ayırmışlardı.
Babası Kara Durmaz’ın böyle bir duruma düşeceğini önceden biliyormuş gibi kendi yanından ona bir iş hazırlayıp koymuştu. O, sarayda cellatlık yapıyordu. Yaşı epey ilerlediği için, onun baltayı tam yerine vurması gittikçe zorlaşıyordu. Yaş kırkı geçtikten sonra da bu işe devam edemezdi. Ama yerine başka bir layık adam bulunmadığı için işine devam ediyordu. İşte tam zamanında oğlu yetişmişti. Bundan on beş yıl önce babasının baltasını kendine bırakıp gittiği gibi o da bu mirası oğluna geçirebilse başka bir şey istemiyordu. O baltasını bıraksa da işsiz kalmayacaktı. Cellatlıktan başka onun esas işi casusları hazırlamaktı. Onun hazırladığı casusların bir bölümü sefere çıkılacak yurtlara gönderilirdi, bir bölümü de yurdun içine dağılır, bozgunculuk çıkaran ya da çıkarması mümkün olan adamlar, gruplar hakkında sarayı bilgilendirirdi. Bu iş çok büyük sorumluluk istiyordu ve git gide daha fazla vakit alıyordu. Cellatlık yapacak başka birini bulup, casuslarla daha iyi çalışması gerektiğini ona bizzat Emir hazretleri söylemişti. Şimdi oğlunu cellatlığa almanın tam sırasıydı. Daha sonra yavaşça oğlunu casusluğa geçirmek istiyordu. Şimdilik onu gerçek bir cellat olarak yetiştirmek gerekti.
Oğlu Kara Durmaz'ı iş yerine, yani ceza verilen yere götürdü. Yolda oğluna cellatlık yaptığını övünçle söyledi. Kara Durmaz bunu işitince sanki yüzüne vurulmuş gibi oldu. Ama bu durumunu cellatlığın devlet için, memleketi korumak için ne kadar gerekli bir iş olduğunu anlatmaya başlayan babasına hissettirmedi. "Cellatlık belki göz önüne getirdiğimiz kadar kötü bir meslek değildir." diye düşündü. Şu an onun için yapacağı işin devlete ya da memlekete faydası o kadar da önemli değildi. O yeni yetmelerin çoğu gibi itibarlı, herkesin heves ettiği, kazançlı bir işte çalışmak istiyordu. Bir taraftan cellatlık böyle işlerden de sayılabilirdi ama adı kötüydü. Ama Kara Durmaz şu an istediği işi seçebilecek durumda değildi. Onun için sesini soluğunu çıkarmadan babasının peşine takılmış gidiyordu.
O gün ceza meydanında bir hırsızın eli kesilmeliydi. Ceza verilen yere varmadan babası çalışma odasında önüne bir Kur’an koyup, günah bir iş yapıyorsa günahını bağışlaması için Allah'a yalvardı. Sonra teberini gözden geçirdi. Oradan da doğruca ceza meydanına doğru gitti. Kara Durmaz babasının yüzünde hiç meymenet kalmadığını fark etti. Şu an ona seslenmek, yanına yaklaşmak mümkün görünmüyordu. Adım atışına kadar baştan ayağa acımasızlığa dönmüş, yürüyen ceza kesilmişti.
Meydana vardıklarında orada iki adam bir şeyler hazırlamaya başlamışlardı bile. Pek geniş olmayan, her tarafı penceresiz duvarlarla çevrili meydanın sadece üstü açıktı. Her nedense meydanı kalın bir kum tabakasıyla örtmüşlerdi. Kara Durmaz’ın babasıyla girdiği kapının karşısında bir kapı daha vardı. Meydanda dolaşan adamlardan biri ortada duran had tahtasının bir adım önüne beyaz bir kumaş yazdı. Kara Durmaz onun ne için yazıldığını anlamamıştı. İçinden: “Bunlar kim oluyor acaba? Yoksa babam geleceğimiz yeri karıştırdı mı? „ dedi. Babasının soru sorulacak hali yoktu. Bu arada karşıdaki kapı gıcırdayarak açıldı. İki asker, hırsızı önlerine katıp gelmişlerdi. Hırsızın gözleri ve ağzı bağlıydı. Gömleğinin kolları koparılmıştı. Yukardan düşen güneş ışığında onun çıplak onuzları parıl parıl parlıyordu. Ellerinden ter damlaları kayıp yere düşüyordu. Kara Durmaz "Niçin iki elini de açtılar acaba, yoksa iki elini birden mi kesecekler?" diye düşünürken hırsızın sol elini çıplak yassı tahtanın üstüne koydular. Hırsız terli eli soğuk tahtaya değince tepeden tırnağa ürperdi. Elini geri çekecek gibi yaptı. Askerlerin biri kesilecek eli kolundan tahtaya bağladı. Kara Durmaz’ın babası bundan hoşlanmamış gibi kaşlarını daha kötü çattı. Kesilmesi gereken el rahatlayıncaya kadar bekledi. Kolun dirsekle birleşen yerinin iç yüzü sanki kesilmek için özellikle hazırlanmış gibi tüysüzdü, beyaz bir çizgi gibi ağarıyordu. Bilekten bağlanan kara kayış kolu olduğundan daha aciz gösteriyordu. Orta yerden geçen yeşil damar sanki kesileceğini biliyor, koldan fırlayıp çıkmak istiyor gibi hızlı hızlı atıyordu.
Kara Durmaz elle ilgili bütün hareketleri gözünü ayırmadan izliyordu. O elin şu anki durumu hiç de suç işlemiş gibi görünmüyordu. Gönlüne bu fikir gelen Kara Durmaz'ın aklına: "Elin suçlusu ile suçsuzu arasında ne fark olabilir?" sorusu geliyordu. O bunları düşünürken önce "Ya Allah!" sesi işitildi, peşi sıra da babasının elindeki balta tahtanın üstünde yatmakta olan çıplak ele doğru indi. Koldan kesileceğini zanneden Kara Durmaz bilekten kesilen elin fırlayıp biraz önce yere yazılan beyaz kumaşın üstüne düştüğünü gördü. Tabiplerden biri koşarak gelip kara kanı fışkıran elin kayışını çözdü. Kesik elin dirseğinden yapışıp duran diğer tabip kayış bağcık çözülür çözülmez elsiz kalan bileği bir kabın içine soktu. Her biri bir koltuğuna giren askerler yüzü kireç gibi ağaran hırsızı sürüklercesine alıp götürdüler. Diğer tabip suçlu eli dolayıp aldı. Bu olanlara hayret edip dili damağına yapışan Kara Durmaz babasının çoktan meydandan çıkmış olduğunu fark etti.
Kara Durmaz babasının arkasından yetişti. Onlar geldikleri kapıdan çıkıp kendi odalarına girdiler. Babasının biraz önce bir adamın elini kesen teberini hiçbir şey olmamış gibi silerken, bugün bu olanlardan haberi bile yokmuş gibi gülümsemesi Kara Durmaz'ı daha da şaşırtmıştı. Sanki biraz önce yüzü vahşi köpeğin yüzüne dönen babası şimdi tekrar kendine benzeyen bir başka adamla değiştirilmiş gibiydi. Onun şu an gülümseyişine baksan onun asla hırsız bile olsa bir adamın kırmızı kanını döktüğünü anlamadığını düşünürdün. "Yoksa babam gerçekten de ne yaptığını bilmiyor mu?"
"Nasıl oğlum? Ben de ilk defasında tıpkı senin şimdiki halin gibi babamdan geri kalmıştım."
Kara Durmaz'ın yüzü açılacak gibi görünmüyordu. Tam tersine babasının tebessümle söze başlaması onun daha da sinirlenmesine neden olmuştu. Babası yaptığı işten hiç tereddüt etmeden sözüne devam etti:
"Ne o, hırsız haramzadenin eli kesildi diye üzülüyor musun bir de?"
"Onu babam kesti diye üzülüyorum."
"Boşuna üzülme. Hırsızlık eden adamın elini kesecek adam ben olmasam da bulunur. Sanki o bilmiyor muydu elinin kesileceğini? El ne oluyor başını kestiğim adamlar da oldu. Ben sadece hükümdarın emrini yerine getiriyorum. Benim başını kestiklerimin savaş meydanında başı kesilenlerden..."
Kara Durmaz babasını daha fazla dinlemeye çalışmadı. Boğazına düğümlenen kızgınlık bir şeyler anlatmaya çalışan adamın babası olduğunu da unutturdu.
"Madem öyle, zevkle kesmeye devam et sen. Beni sorarsan, ben bu işi..."
"Senin yapabileceğin işi biliyorum. Git, git karın bekliyordur şimdi seni. Koş, kendini kucağına at... O belki senin gibi işe yaramaz aciz birini daha doğurur. Ama şunu da aklından çıkarma, erkek kişi sadece karısını tatmin etmekle erkek oluyordur zannetme!.."
Kara Durmaz hızlı hızlı yürüyerek evlerine döndü.
Onu gerçekten de, altı yaşındaki hanım evladı denilen oğlu ile hanımı karşıladı. Meral her zamanki gibi kocasına sevgiyle bakıp, o daha söylemeden önüne çay koydu. Kocasının önceki kocası olmadığını anlamıştı. Şimdi elinden gelse yüreğini mendil edip kocasının yüzünden kızgınlığı, tasayı, yorgunluğu... kendisinin sevmesine engel olabilecek bir tek leke bırakmamacasına silmeye hazırdı. Ama kocasının kaba sesi onun ayna gibi kalbine çarpıp tuz buz etti.
"Yok et çayını. Oğlunu alıp kendin de yok ol öteki odaya. Gözüme görünme."
Kocasından böyle bir karşılık beklemeyen Meral koşup Samet’in eline yapıştı. Birden ona bir şey yapmasından korkuyor gibi üstüne abanıp öteki odaya götürdü. Çayı ise götürmedi. Götür denilmiş olsa da o odada kalan çaydanlık, kaseler şimdi onun aklından tamamen silinmişti. Kurtarıcısına yapışır gibi oğluna yapışıp, onu bağrına bastı. Çocuğunun sıcaklığıyla kaygıyla karışık aşağılanmasını bastırmaya çalışıyordu. Çirkin bir olay olduğunu hissetse de küçük Samet olanlardan hiçbir şey anlamamıştı. O annesinin koltuğundan kurtulup bebekliğinde yaslanıp uyuduğu yastığını koltuğuna aldı. Annesi bugün o yastığın yüzünü yenilemişti. Buna sevinen Samet yastığını babasına gösterip gelmek istiyordu. Meral onu durdurdu:
"Anneciğim babama da göstereyim olmaz mı..."
"Sonra gösterirsin oğlum. Baban şimdi çok yorgun. Başı ağrıyor."
"Başı ağrıyorsa benim yastığıma yatsın."
"Senin yastığın babana küçük gelir."
"Küçük gelmez. Benim yastığım küçük değil. Kendin 'Küçük değil.' dedin ya..."
"Küçük değil oğlum. Senin için küçük değil, ama baban için küçük."
Babasının son sözleri iyice moralini bozan Kara Durmaz ne yapacağını, kendini nasıl sakinleştireceğini bilemiyordu. Samet’i kucağına alsa olacaktı ama daha şimdi "Onu da yok et" diye bağıran kendisiydi. Bazı arkadaşlarının şaka ile gerçeği karıştırıp:
"Senin de evlenişin, evlenişmiş arkadaş. Eline kıymık batan çocuk gibi kaçsan koşuyorsun yanına. Şimdi bir de adamın oğlu olmuş. Oğul doğuran karı bir tek seninki değil. Elde de var. Ama senin gibi sümüklüsünü koltuğuna alıp karısının yanından ayrılamayan yoktur herhalde." diyorlardı.
Bunun gibi laflar hoşuna gitmese de Kara Durmaz onlara pek önem vermemeye çalışır, kulak asmazdı. Ama aynı şekilde babasından hanımını sevdiği için küçümseyici laf işitmek ona ağır gelmişti. "Acaba karımdan nefret etsem hoşuna mı gidecek?"
Kara Durmaz "Acaba Meral’imi gereğinden fazla mı seviyorum, fazla mı üstüne düşüyorum?" diye de düşündü. Ama ne kadar sevmek gerektiği konusunda bir sınır belirleyemedi. Aslında "Hanımını, tek evladını sevmenin sınırı var mıdır?" diye düşünse de bugün gördükleri, babasının sözleri, onu ilk defa söylemeyeceği şeyi söylemeye mecbur etmişti.
"Allah benim rızkımı bu şekilde vermeyi mi murat buyurdu acaba? Yoksa aslında elbette cellatlar cemiyete gereklidir. Belki kestiği el için, döktüğü kan için babamın günahı da yoktur. O el kesilmeliydi ve kesildi. Bu böyleyken babam onun için niye üzülsün ki? Yok yok üzülmüştür."
Öbür odadan Samet’in ağlayışı işitildi. O "Babama gideceğim." diye ağlıyordu. Annesinden kaçıp kurtuldu mu, yoksa annesi mahsustan kaçırmış gibi mi yaptı, birden kapıyı açıp Kara Durmaz'ın oturduğu odaya girdi. Girmesine girdiyse de babasının asık suratını görünce, kapıda durup, kocaman gözlerini ona dikmekten başka bir şey yapamadı. Onun yüzüne bakan Kara Durmaz gevşedi. Bunu anlamış gibi oğlu gelip kucağına sokuldu. Bir türlü sakinleşmiyor, arada bir hıçkırıyordu. Onun yumuşacık saçlarını okşadıkça Kara Durmaz'ın yüreği rahatlıyordu. "Cellatlık da cehenneme gitsin, saray da. Tacirlik yapsam da iyi kötü geçinirim." Samet yastığını getirmek için yine geri çıktı. Meral'e boş yere bağırdığını düşünen Kara Durmaz: "Erkek adam mı olmuş oluyorum şimdi böyle yapınca?" dedi. Samet yastığını koltuğuna almış gelmişti.
"Ooo, annesi buna yeni yastık dikivermiş. Hani bana?"
"Başın ağrıyorsa bunu alsana."
"Hani o zaman sana?"
"Benim başım ağrımıyor ki!"
"Benimki de şimdi iyileşti. Hadi şimdi git, anneni çağır."
Sonra o birden Samet’i durdurdu da.
"Yok, dedi, boş ver. O kendi gelir. Hadi gel ikimiz “çeke çeke" oynayalım.
"Çeke-çeke" baba oğulun en sevdikleri oyundu. "Çeke-çeke" dendiğini duyar duymaz Samet küçücük parmağını uzatıp babası henüz avucunu tam açmaya bile fırsat bulamadan onun eline dayadı. Kara Durmaz açtığı ellerine kendisine ait değilmiş gibi baktı. O kendi ellerine baksa da gözünün önünde ak paçavranın üstünde kesilen, kesildikten sonra biraz kımıldayan el canlanıyordu. Kıllı elin kalın kalın damarlarından dört bir yana fışkıran kanlar gözünün önüne gelince farkında olmadan kaşları çatıldı. Kaşlarıyla birlikte açtığı elinin parmakları da yumuldu. Samet’in parmağı uzatılıp duran elinin içinde kalmıştı.
"Baba, saymadın ki?"
"Haa, şimdi. Kızıl tavuk, sarı tavuk, gırmıllavuk, şırkıllavuk!"
Oyunda iyice ustalaşan Samet, babası henüz "şırkıllavuk" sözünü tam tamamlamamışken parmağını çekip aldı.
Bir süre sonra Meral ortada kalan çaydanlık ve kaseleri almak bahanesiyle içeri girdi. Oğlunu kucağına oturtup "çeke-çeke" oynayarak oturan kocasının yüzünün açıldığını görünce kendini küskünlüğe vurdu. Kara Durmaz'ın kendine bakan gözlerini görmüyormuş gibi yapıp yerdeki çaydanlığa, kaselere yapıştı.
"Ne diye turşu satıyorsun. Senin aklın Samet'inki kadar da yokmuş doğrusu. Baksana bunun nasıl akıllı akıllı oturduğuna."
"Anne, anne gel sen de oyna. Şimdi annem saysın."
Meral geldiği gibi, oğluna da kocasına da hiç dikkat etmiyormuş gibi çıktı gitti. Ondan sonra Samet de oyundan zevk almadı. Yastığını koltuğuna alıp annesinin arkasından gitti. Kara Durmaz eline baktı. O kesilen elden pek bir farkı yoktu. O parmaklar, o damarlar...
"O el de oğluyla çeke-çeke oynadı mı acaba? Hali vakti yerinde bir adamın kesesiyle çeke-çeke oynamamış olsaydı... Doğrusu hırsıza kıyamamak iyi bir şey değildir herhalde." Kara Durmaz, Meral'ı çağırdı.
"Oğlunu yatırdın mı?"
Meral sesini çıkarmadan hafifçe başıyla onayladı.
"Meral‘im öfkelenmesene. Gel şimdi sana bir şey söyleyeyim."
Kara Durmaz "Bir şey söyleyeceğim." sözünü ağzından kaçırdıktan sonra içinden "Babam görse, ne o şimdi de karınla meşveret mi ediyorsun?" derdi. "Ne yapalım? Ne derse desin." diye babasının kendini geçirmeyi düşündüğü işin ne olduğunu söyledi. Meral nasıl cevap vereceğini bilemedi. Sorusunu anlamsız koymamak için Kara Durmaz gördüklerini neredeyse anlatacaktı. Meral ona kendisinden ne istediğini sordu.
"Bana sorarsan biraz garipsedim. El kesip, baş alıp ekmek yemeli sonuçta."
"Hoşlanmadıysan girme o işe."
"Ondan başka da teklif ettikleri bir iş yok."
Meral yine sesini çıkarmadı. Kara Durmaz "Baş alıp ekmek yemek gerek." dediğinde Meral de kendisini destekler "Öyle de bir iş mi olur?" der sanmıştı. Ama Meral beklediği cevabı vermedi.
"Baban geçmeni söylüyorsa kötü iş değildir."
"Babama bakma, alışmış gitmiş. El kesiyor adam, sonra da sırıtıp duruyor. Kim bilir belki de beni rahatlatmak için gülümsemiştir. Rahmetli dedem de cellat imiş."
"Cellat olduktan sonra başka bir iş çıksa bırakabilirsin değil mi?"
"Tabi orası da var. 'Çalışmayacağım.' dediğim an kimsenin bağlayıp koymayacağı belli bir şey."
"Olmazsa başka bir iş buluncaya kadar çalışmayı dene işsiz kalmaktansa."
Asla böyle bir cevap beklemeyen Kara Durmaz konuşmaya nasıl devam edeceğini bilemedi. O Meral'e dikkatle bakıp, biraz önce yanından kovduğu için sinirinden mi böyle konuşuyor, yoksa gerçekten böyle mi düşünüyor, anlamaya çalıştı. Meral’in işi ciddi ciddi soruşu yüreğindekini söylediğini gösteriyordu. O gerçekten de içinden geleni söylüyordu.
Meral’le bu konuyu konuştuktan sonra Kara Durmaz kendini iyice kötü hissetti.
"Bakıyorum da ben iyice yumuşayıp gidiyorum her halde. Kadın başına Meral bile cellatlığa benim gibi bakmıyor. Babam: 'Elini kestirmek istemiyorsa, hırsızlık etmesin.' derken haklıydı galiba. O dedemden kalan teberini bana koyduğuna seviniyor, ben ise onun sözünü dinleyeceğim yerde çekip gidiyorum. Bu benim babamdan da, dedemden de akıllı olduğumu mu gösteriyor? Onların düşünemediğini düşünecek adam mıyım ben? İlk başta kolay olmayacağını babam da söyledi işte. Yavaş yavaş alışırım ben de başkaları gibi. Sarayda babamınki gibi itibarım olsa, maaşım da epey artsa, daha ne istiyorum. Gerçekten de kendimi biraz sert tutmalıyım. Oğlumla çeke-çeke oynamayı bırakmalıyım önce. Samet'i de bir bahadır olacak şekilde yetiştirmeliyim."
Kara Durmaz yine oğlunun geleceği hakkında tatlı hayallere daldı. Onu en atılgan, en kendine güvenen, en kahraman... yiğit olarak gözünün önüne getirdi. Kara Durmaz'ın hayalinde o bambaşka bir yiğit olarak yetiştiği için sonunda emir oluyordu. Hayalleri bu noktaya geldikten sonra gerçek hayata döndü.
"Babamın söylediklerinin hepsi doğru. Ona karşı çıkıp boş yere sinirlendirdim. Belki babamın da beni büyük vazifelere ulaştırmak hayali vardır. Ah, baba biraz çocukluğumda şımartmamış olsaydın... Ne yapalım, nasip işidir hepsi. Saraydan ayrılmayayım. Şimdi cellat olsam herkes benden çekinir. Gelecek için yolumun açılması da mümkün. Saraydaki casuslar alayına bir girebilseydim. Hatta onların kimler olduğunu bile kimse bilmiyor. Babam biliyordur belki. Bilse bilse o bilir."
Kara Durmaz ne kadar zor gelirse gelsin babasından özür dilemeye karar verdi. Hem özür dilemesinin cellatlığa razı olmak anlamına geleceğini de babası hemen anlardı.
Düşündüğü gibi de oldu. Babası cellatlığın devletin parçalanmazlığı, kanunların sağlamlığı, hükümdarın hükümlerinin dosdoğru yerine getirilmesi için ne kadar önemli bir iş olduğunu ona tüm inandırıcılığıyla anlatmaya çalışıyordu. Bu sefer Kara Durmaz sadece arada bir başıyla tasdik ediyor, sesini çıkarmadan dinliyordu. En sonunda babası:
"Bir şeyi aklından çıkarma oğlum. Gerekirse cellat ol ama sarayda ol. Kendin kadar varlar yoklar yanından atlas elbiselerini hışırdadıp geçmesinler. Ne iş yapıyorsun, nerede çalışıyorsun dediklerinde, filancanın hizmetindeyim, filan pazarın hamalıyım demek zorunda kalma. Bırak zenginlerin elinden bir şey bekleyerek yaşayacağına, onlar seni görünce, sarayın adamı geliyor desinler, ayakları titresin.
Babasının bu söylediklerini içinden tasdik etse de Kara Durmaz bunların dile alınmasını istemiyordu.
"Sonra da dikkat ettiysen, ceza verilen adamın gözü de, eli de bağlıdır. Bu cezalandırılacak adam için de iyi, cellat için de. Cezalandırılan senin kim olduğunu görmediği için, ne sövebilir, ne beddua edebilir. İşin doğrusuna bakarsan, ceza verilmeli diye hükmü emir çıkarıyor. Beddua edilecek o işte senin bir suçun da yok. Ama bunu anlayan adam da çıkar, anlamayan adam da. Onun için senin kim olduğunu ceza verilen adamın bilmemesi en iyisidir..."
Kara Durmaz babasına: "Ne o tanınmaktan mı korkuyorsun? Tanırlarsa tanısınlar. Kurdun ilenci ite bir şey yapmaz." demek istedi. Ama yine babamla darılırız diye sesini çıkarmadı. Babası ona aile içinde nasıl davranması gerektiği hakkında da bazı tavsiyelerde bulundu.
"Oğlum, hanımınla iyi anlaşmanız beni sevindiriyor. Fakat her şeyin bir haddi hududu var. Evlendiğin günden beri sanki benden kaçıyorsun. Ben senin babanım sonuçta. Meral yine senden iyi. Bu yaptığın doğru değil. Önce baba düşünülür. Önce baba memnun edilmeye çalışılır. İşte bir gün Samet’in yetişir o zaman anlarsın. Oğlunu da öyle şımartıp durma. Senin şımartıldığın yeter. O hiçbir zaman benim kucağıma gelip oturmaz. Yoksa ben de torun sevmek istiyorum. Ama ne kadar istersem isteyeyim, kendime hakim oluyorum. böyle ham yetişirse o çocuk sonra bir şeye yaramaz. O olmasa bizden sonra kim çalışacak sarayda bizim soyumuzdan? On asır sonra da bu dünya değişmez. Cellat da olur, cellada hüküm çıkaran da. İnsanların kimi cellat olur, kimi başı vurulan... Biri baş keser ama atlas libas giyer, biri ise işini bilmediği için ya hamal olur, ya hamal kadar da olamaz...
Kara Durmaz babasına: "Yine on asır sonra arada geçen emirler sayıldığı zaman aralarında senin torununun adı da geçer." demek istedi. Ama yine sesini çıkarmadı.
(Devam edecek.)
Yorumlar
Yorum Gönder