Ağır Aksak Gidiyor Dünya 5

İlyas Amangeldi
Türkçesi: Hüdayi Can

...Ölenler yerle birlikte onun altında dönerler durmadan, diriler üstünde. Bundan on asır önce yine böyle dönmekte idiler şüphesiz, bu arada kıyamet kopmazsa on asır sonra da aynı şekilde döneceklerdir, tıpkı bugünkü gibi..

Kara Durmaz babasıyla, dişini sıkıp bir iki cezaya daha katıldı. Şaşılası şey, babasının söylediği gibi, o yavaş yavaş tebere de kesilecek ele de alışıyordu. Hatta baş vurulduğuna şahit olduğu gün bile o ilk seferinde el kesilirken olduğu gibi sarsılmamıştı. Buna sevindi.
Şımartmamak için Samet’ten uzak durmak ona daha zor geldi. Başlarda oğlunu geceleri rüyasında kucağından düşürmezdi. Uyanıkken ise oğlunu görmezlikten gelirdi. Oynamakta olan oğluna doğru gayri ihtiyari attığı adımları kaç defa geri almak zorunda kalmıştı. Farkında olmadan arkasından gelip ayaklarını kucaklayan oğlunu o üstüne yapışkan bir şey değmiş gibi eliyle ayırır da kendi yoluna yürür giderdi. Saraydan çıkıp eve giderken önceden yaptığı gibi yine oğluna tatlı bir şeyler alırdı. Sonra onu evine götürmemek için yolda gördüğü çocuklara dağıtıp bitirirdi. Önünden koşup gelen oğluna ise yüz vermez, Meral'a "Götür." derdi.
Çocuk kalbi böyle şeyleri daha çabuk seziyor. Samet babasının kendinden yavaş yavaş uzaklaştığını görüp, bir süre ağlamaklı dolaştı. Annesine: "Yine babamın başı mı ağrıyor? Onun baş ağrısı ne zaman geçer, anne?" diye sorardı. Bu sorulara ne cevap vereceğini bilemeyen Meral ne yapar eder onu sakinleştirirdi. Sonraları Samet babasının başının ağrımadığını anladı. Onun kendisiyle ilgilenmeye fırsatı olmuyordur diye düşündü. Daha sonra kendisi de bilmeden, babasıyla sadece hayalinde konuşmakla yetinmeye başladı.
Kocasındaki bu değişikliklerin esas sebebinin ne olduğunu Meral iyi biliyordu. Kocası işsiz kalır sanıp korkusundan "Cellatlık da olsa bir dene." dediğine üzülüyordu. Bazen de kocasının gerçek erkek adamların çalıştığı işte çalıştığını düşünüp onunla gurur duyuyordu. Böyle kıvanç duygusunun güçlendiği zamanlar kocasının kalbini kazanmak için yeni giysiler giyer, süslenirdi. Kızlığında hediye ettiği ala boncuğu takardı. Başlarda kocasının sabah çayını babasıyla içmeye başlamasına sevindi. "Bana yoldaş olmak için şimdi Sametcan var." dedi. Kara Durmaz'ın gittikçe meymenetsizleşip, yavaş yavaş Kara sevmeze dönüşüne alışıyordu. İçinden: "İşleri bir olduğu için çay başında meşveret ediyorlardır. Şimdi beraber konuşacakları konuları vardır. Onun için de çaylarını beraber içiyorlardır." diyordu. Erkeklerin kendi işleriyle kendinin de kendi kadın işleriyle meşgul olmasını yavaş yavaş "hayatın bir kanunu" olarak kabul etmeye başladı. Arkadaşı Gülnesibelerin ailesini misal alıp baktı. İmam Selman mescide diye gidiyor, yatsı namazını da orada kılıp geç vakit eve dönüyordu. Gülnesibe de sabahtan akşama derdi için derman arayan kadınlarla meşgul olduğundan, ev işlerine zor yetişiyor. Meral kocası Kara Durmaz ile ruhi ayrılıklarını bu yolla kendince tabii görmeye çalışıyordu. Onun kalbinin derinliklerinde "Bu hal uzun sürecek değildir ne de olsa." diye bir ümit vardı ve henüz ölmemişti.
En sonunda el kesilecek günlerin birinde babası teberini Kara Durmaz'a emanet etti. Ondan önce onlar birkaç kez, siyah kumaştan dikilen maketlerin üstünde deneme yapmışlardı. Kara Durmaz sanki gerçekten bir adama aitmiş gibi el kesti, baş da vurdu. Baltayı doğru tutmayı öğrenmesine faydası belki vardır ama bu denemelerin acımasızlığı arttırmaya, kana alıştırmaya bir yardımı yoktu. İçi paçavrayla doldurulmuş kumaş başka, içi ağzına kadar al kanla dolu insan vücudu başka. Ama ilginçti, paçavrayı kese kese insan adam kesebilecek duruma gelebilecekmiş. İndirdiğin balta tam kesilecek yere varsa tamam. Sonra ondan kan mı akar, can mı çıkar, yapabileceğin bir şey yok. İşin sonuna bakmaktan bakmamak iyi, görmüyorsun da, bilmiyorsun da.
"İnsana görmediği şeyin de acısını çekmek kabiliyeti verildiği için belki bir süre ‘görmüyorum da, bilmiyorum da...’ diyebilmek kolay değildir. Fakat gayret et. İnsana bir başka kabiliyet, görürken görmemeyi başarmak kabiliyeti de verilmiştir. Görmeyi herkes başarır. Görürken görmemeyi başarmak gerek. Konuşmayı herkes başarır, ama sır saklayıp lal olmayı başaranlar azdır. Herkesin kulağı iyi kötü işitir. Ama işitmek istemediği şeye sağır olanların sayısı azdır. Gerçekten sarayda uzun süre çalışmak istiyorsan gözün varken kör olmayı, dilliyken lal olmayı, kulakların işitsen de sağır olmayı öğrenmek zorundasın."
Babasının bu sözleri Kara Durmaz'a başlı başına bir ilim gibi görünüyordu. O babasının söylediklerini dinleyip, öğrettiklerini öğrenip onun daha önce tahmin bile edemediği kadar farklı bir adam olduğunu görüyordu. O eskiden babasının saraydaki dostları sayesinde yaşayıp, çalışıp, gezdiğini sanırdı, şimdi ise başka adamların çoğunun başaramayacağı kabiliyetlerin babasında tabiat haline geldiğini görüyordu. Babasına olan saygısı arttı, bakışı değişti. Artık her işinde elinden geldiğince babası gibi olmaya çalışıyordu. Babasının tavsiyesiyle ilk olarak gönlündeki isteklerin sayısını azalttı. Artık bir tas soğuk suyu bile çok fazla canı çekmezse içmemeye çalışıyordu. Söyleyeceği her iki sözden birini söylemeden söyleyeceği şeyi anlatmayı öğreniyordu. İnsanlardan bir şeyi rica etmekten, herhangi bir insandan, hatta karısından bile, kendi yapabileceği bir işi istemekten kaçınıyordu. Çevresinde olan işleri pek konuşmadan, gözünü açıp, görerek öğrenmeye çalışıyordu. Babası el keserken akan kana dik dik bakıyor, onu görmemeyi öğreniyordu. Babasının lal olmak dediği şeye ise, sadece az konuşmak değil, konuştuğun zaman karşındakinin öğrenmek istediği şeyleri değil de anlamsız boş şeyleri anlatmak da giriyormuş. Sağır olmak demek ise, kendisiyle ilgisi olmayan sırlı konuşmaları, kendini öfkelendirecek dedikoduları dinlememek, onları merak etmemek demek imiş.
Bu işin yolunu yordamını öğrenmek bir yana, öğrendiklerini fıtrat haline getirmek Kara Durmaz’a daha zor geldi. Meğer bu iş talim ederek kas yapmaktan, kollarını güçlendirmekten, boynuna varıncaya kadar bedeninin bütün azalarına kendilerine gerekli gücü, kabiliyeti kazandırmaktan daha kolay değil imiş. O kendi huyuna dikkat ettikçe yavaş yavaş gaddarlaştığını hissetti. İçinden gülmek gelse kahkahanı hatta tebessümünü tutmak, öfkelenince öfkeni basmak... Bütün bunlar sanki yüreğinde coşku yaratan ince duygu damarlarını kendi ellerinle kırıp yolmak gibi bir şeydi sonuçta. Bu onun fikirlerinde, duygularında, kabalığı, nezaketsizliği güçlendirdi. O artık Samet’in ağlayıp durduğunu görse de onu susturmaya çalışmıyor “Bırak kendi kendine sussun, hiç kimse yardımına koşmazsa o kendi kendine yardım etmek zorunda kalır, böylelikle de iradesi güçlenir." gibi şeyler düşünüyordu. Sonra bu fikrine uyup, ağlayıp duran çocuğunun sesini işitmeden, onun eziyet çekişini görmeden oturabiliyordu. Kocasının emrine boyun eğen Meral de onu susturmaya gidemezdi. Kendi ağlayıp kendi susmak zorunda kalan Samet anne babasının "sağırlığına" sinirlenirdi.  Gelip kendini susturmadığı için özellikle annesine kızardı.
Kara Durmaz o günlerde kocasının gönlü için çocuğunu ağlatmaya bile katlanan Meral'den her geçen gün uzaklaştığını fark ediyor ve buna seviniyordu. "İşin doğrusu böyle olmalı." diye düşünüyordu. Sadece hanımına değil çevresindekilere de soğuk bakmaya başladı. Ama işin garip tarafı kimse ona, "Sana bu günlerde ne oluyor ya hu?" demedi. Gözüne herkes birbirine bu şekilde davranıyormuş gibi görünüyordu. Meral de ona ne gönül koyup, ne naz edip engel olmuyordu. Bilakis Meral'in ona saygısı artmış gibiydi. Bir baksan, Kara Durmaz'ın son zamanlardaki haline Meral üzülüyor gibiydi. Bir sefer o, kocasına "Başka bir iş bulamıyor musun?" diye sordu. Kocasının cellat olmasına önce rıza gösterip, şimdi de "Başka bir iş yok mu?" demesine sebep olan Samet’ten başkası değildi. O bir gün annesinin yanında uzun süre surat asıp oturdu. Meral ona pek dikkat de etmiyor, halısını dokuyordu. O belki kendisine dikkat edilmemesine kızıp, belki de başka bir sebepten "Anne!" dediği zaman sesi güçlü çıktı.
"Ne var? Ne diye böyle bağırıyorsun?"
Samet kendisi de birden yüksek sesle konuştuğunu anlayıp sesini alçalttı:
"Anne, babamın sarayda ne yaptığını biliyor musun?" diye sordu.
Böyle bir soru beklemeyen Meral o sorunun manasını tam anlayamadan:
"Bilmiyorum, bir işler yapıyordur kendine göre..." dedi.
"Anne bilmiyor musun babamın ne yaptığını? O cellat."
"Cellat olmuşsa ne olmuş?"
"Cellat olduysa ne mi olmuş? Ne mi olmuş?"
Samet koşarak gitti, diğer odadan içinde muhabbet kuşları olan kafesi getirdi. Meral oğlunun ne yapmak istediğinden habersiz, tedirgin halde oğluna bakıyordu. Samet elini sokup kafesteki kuşlardan birini dışarı çıkardı.
"Cellatlar böyle adamın kellesini koparırlar."
Samet elindeki kuşun kafasını koparıp bir kenara fırlattı. Bir kafası kopmuş yerde debelenen kuşa bakıyordu, bir de annesine. Meral çabucak yerinden kalktı, koşup oğlunu kucakladı.
"Buna böyle ne yaptın oğlum? Bırak şimdi ağlama. Pazardan başkasını alırız."
"Anne, babam niçin cellat. Ben kuş istemiyorum, sen bana onu söyle."
"Bırak oğlum ağlamayı. Birinin de cellat olması gerekmiyor mu sonuçta? Hoşuna gitmiyorsa ben babanla bir konuşayım. O ben söylersem cellatlığı bırakır."
Samet’in parmağının ucunda kalan bir damla kan beyaz gömleğine bulaştı. O gözünden akan yaşı silmeye çalışırken elinin kanı yüzüne de değdi.
"Oğlum yüzünü kan etmişsin, gel yıkayalım..."
Samet’in gömleğine değen kana gözü düşünce o:
"Tövbe estağfurullah, bir baksan çıkan bir damlacık kan gibi, ama öyle de olsa bütün hayatımızı kan edip çıktı." dedi. İçinden “Babanın döktüğü kanlar bizi gark etmese ona da şükretmeli.” diye düşündü.
Gömleğini çıkarıp yüzünü yıkarken Samet:
"Anne, ben ölsem de cellat olmam." dedi.
"Kim sana cellat ol." diyor ki oğlum. "Vah, aslında baban da cellat olacak adam değildi de..."
"Öyleyse onu kim cellat yaptı."
Meral "Deden" diye bir kelimeyle cevap verebilecekti. Ama bu konuda Meral, Samet’in dedesinden çok kendini suçluyordu. Samet'e:
"İnsan suya atılan bir kayık gibidir. Akıntı nereye gitse o da o tarafa gider." diye cevap verdi. Sonra da bu konuda Kara Durmaz’la tekrar konuşmaya karar verdi.
Kara Durmaz’ın artık Meral’in söylemesiyle cellatlıktan çıkacağı yoktu. O: “Cellat olmak, katil olmak anlamına gelmez. İşimin ne kötülüğü var? Beni sorarsan alışıyorum artık. „ diye cevap verdi. Meral gündüz oğlunun yaptıklarını anlattıysa da bu sadece Kara Durmaz’ın iyice sinirlenmesine sebep oldu. Bu yerde Meral’in suçu varmış gibi ona bağırmaya başladı:
"Ben günahsız kuşcağızların kellesini almıyorum. Anlamıyor musun sen bunu? Tüyü bitmedik yetimlerin hakkını çalıp hırsızlık edenlerin elini kestim diye ya da zina edenin başını vurdum diye ben ne üzülüyorum, ne de kendimi suçlu sayıyorum. Bilakis adaletin silahına döndüğüm için ben kendimi heybetli hissediyorum. Yaptığım işten gurur duyuyorum." diye cevap verdi.
Meral ne diyeceğini bilemedi. O kocasına, cellatlığa alıştıkça en yakınındakilere bile yabancı gibi bakmaya başladığını söylemek istedi. Ama bu sohbetten bir sonuç alınmayacağı belliydi. O erkeklerin haysiyetinde kadınlarınkinden farklı olarak biraz acımasızlık olmalı her halde diye düşündü. Belki o gaddarlık mertebesine ulaştığı ölçüde erkek kişi gerçek erkeğe dönüyordur. Onların kadınlardan üstünlükleri de belki bu acımasızlıklarında gizlidir.
Kara Durmaz, Meral’in söylediklerini hiç aklından çıkaramıyordu. O kendisiyle alay edilmiş "Sen cellatsın." diye küçümsenmiş gibi oldu. Samet’in cellatlığa böyle bakmasına birinin sebep olduğunu sandı. Kendinin cellat olduğunu ona kim söyledi acaba? Bu konuda Samet’le konuşmak meseleyi daha da zorlaştırabilir. Annesinden duymuş olması mümkün değil. Yoksa sokakta beraber oynadığı çocuklar "Senin baban cellat." diye onu rahatsız mı ettiler? O cellatlığa girmeden önce karısıyla görüşerek bir sonuca varmış olsa da, şimdi "Böyle meseleleri kadınlarla konuşmak erkek adama yakışmıyor, karısından tavsiye alacak kadar küçülmenin zararı sonra ortaya çıkıyor." diye sonuç çıkardı olaydan.
Meral’in kendini de şaşırtacak şekilde cellat olmasına rıza göstermesinin bu meselede esas teşvikçi olduğu için öyle düşünmüyordu. O "Kadınlar bir tavsiyesine kulak assan, birkaç gün sonra bu sefer kendi tavsiyelerinin tersini de isteyebilecekmiş demek ki." dedi. Bu durum onun Meral'e karşı daha da soğumasına sebep oldu.
Kara Durmaz Meral'a sorup gerçekten de Samet’in sokakta oynadıkları çocuklardan etkilendiğini anladı. Meral'a oğlunu "sokağa kovmamayı" buyurdu.
Kendi hamlığından kurtulmak için temrinlerle uğraşmakta olduğu bir anda oğlunun annesinin yanında cellatlıkla ilgili böyle ileri geri konuşması bardağı taşıran son damla olmuştu. Bu olay onun oğlundan kopmasını hızlandırmaktan başka işe yaramamıştı. Onun gözünde şimdi oğlu yabancı birinin "Adam et" diye kendisine bırakıp gittiği bir çocuk gibiydi. Samet'e ise sokakta oynadıkları çocukların "Senin baban cellat." demeleri, sonra da bunun gerçek çıkması, babası ile aralarında aşılmaz bir duvar örmüştü.
Kara Durmaz'ın teberi babasından alıp ilk kez kendi elleriyle el kestiği gün babasıyla çay başında konuşmalarına Meral istemeden kulak misafiri olmuştu. Meral'a sanki istemeden değil de özellikle duyurmak istemişler gibi gelmişti bu konuşmaları. Onlar zerdalinin gölgesinde çay içiyorlardı. Meral de biraz ilerde Samet’in elbiselerini yıkıyordu.
"Eğer kestiğin el bir akrabanın, ya da tanıdığın eli olursa ne yapmalı?"
"Tanış olsa ne yapacaksın? El eğrilik yapmamalıydı. Senin vazifen kesmek. Sen fermanı hayata geçiriyorsun. Senin tanıdık adama yapabileceğin en büyük yardım cellatlığını tüm gücünü toplayıp daha usta yerine getirmendir. Elbette bu kolay iş değil. Kolay olmasa da böyle yaparsan onlar ağrılarını hissetmeye bile vakit bulamazlar. Bunun için de her seferinde işini öncekinden daha iyi yapmaya çalışmalısın. Şöyle bir on gün daha gayret etsen ustalaşırsın. Sonra beni başka bir işe geçirirler, tek başına çalışman gerekir... Akraba makraba lafını unut. İnsanın en yakını karnıdır. Onun da içi pislikle doludur. En iyisi saraya gidelim, biraz elini çalıştır. Teberini tamamıyle kendi sağ elin gibi hissetmeye başlayıncaya kadar temrin gerektir unutmayasın."
Onlar Meral’in konuşmalarının tamamını duyduğundan habersiz çıkıp gittiler. Kim bilir, belki de anlamışlardır da anlamamış gibi yapmışlardır, görmüşlerdir de görmezlikten gelmişlerdir... Meral ilk defa kocasının işe gidiyorum diye evden çıktıktan sonra bütün bir gününü nasıl geçirdiğini hayalinde canlandırmaya çalıştı. Hatta Samet bir kuşun kafasını yolup "İşte babamın yaptığı iş." diye gösterdiği zaman bile "O tıpkı böyledir." diye düşünmemişti. O cellatlığın nasıl bir şey olduğunu anlamış, Kara Durmaz bu konuda ilk konuştuğu zaman karşı çıkmadığına pişman olmuştu. Ama artık geçti. İşte kocası baltasını sağ eli gibi hissetmeye çalışmak için çıkmıştı evinden. Erkekler çıkıp gittikten sonra, yüreğinde dertlerle, kaygılarla manevi ağrılarla uzun süre bir başına oturdu. Sonra gönlüne teselli arayıp, belki derdimi paylaşır diye Gülnesibelere gitti. Birden Meral, kendisini yerli yersiz vesveseye düşüyor gibi hissetti. Keşke Kara Durmaz’ın cellat olduğunu bugün işitmiş olsaydı. O da değil. Hatta Kara Durmaz bu işe girmeden önce ona fikrini de sormuştu, ama... Kocasının işiyle kendi kendine övündüğü günler şimdi bir bir gözünün önünden geçiyordu. Bütün bu olanlar ona sadece gülünç geliyordu. Kim bilir, birkaç gün sonra da bugün yaptıkları, arkadaşına içini döküşü komik gelirdi ona. O zaman o böyle gülünç hallere düştüğüne üzülür de işin sonunu getiremez hatta?!
Neyse ki Gülnesibelerde Gülnesibe’den başka kimse yokmuş. Meral kocasının cellat olduğunu arkadaşına nasıl söyleyeceğini bilemiyordu. Onun şimdiye kadar görmediği şekilde mahzun olduğunu gören Gülnesibe Meral’i kocasının kırmış olabileceğini düşündü.
"Yerimiz geniş, istersen biraz bizimle kal. Belki kıymetin artar. Ne dersin?"
Meral sesini çıkarmadı.
"Hele bir çay içelim."
Meral çay içerlerken Kara Durmaz'ın cellat olarak işe alındığını söyledi.
Kara Durmaz’ın tabiatının değişmesine varıncaya kadar olanları anlattı. Gülnesibe onun anlattıklarını dikkatle dinledi. Sonra da hiçbir şey olmamış gibi:
"Cellatlığı da biri yapmalı değil mi, Meral? Kendisi zorlanmıyorsa çalışsın işte. Mesleği o olduktan sonra biraz hareketlerinin değişeceği, çoluğuna çocuğuna fazla vakit ayıramayacağı da belli bir şey. Kadın dediğin eşinin yardımcısıdır. Darılma da beni dinle."
Sözünü kesmek isteyen Meral’i durdurdu ve devam etti.
"Ama bu konuda başkalarının yanında konuşma."
"Nesibeciğim, ben korkuyorum."
"Böyle dediysem korkmaya da gerek yok canım, korkacak ne var? Kendi eli ya da kendi başı kesilecek değil ya... Öyleyse neden korkacakmışsın? Bilakis rahat olmalısın. Hadi çayını iç. Kaynatam çok iyi adam demiyor muydun sen?"
"Ah, Gülnesibe öyle diyordum işte ele güne karşı. Kötü demekle iyileşecek değil ya.  Ona bu işi buluveren babası zaten. Bunca yıldır hizmetini gördüm, bana bir kez bile "Gelinim." dediğini duymadım. Tıpkı yal verdiği köpeği gibi. Köpeğine bak, kendini gör. Rahmetli anne babam da her halde ben bunlara düştüğüm için üzüntülerinden ölmüşlerdir. Vah, kendi ayağımla geldim üstelik. Kendi düşen ağlamaz demişler ama..."
"Meralcan, bu yaptığın doğru değil. Biz göçüp geldiğimizde çevrede senden bahtlı kimse yoktu. İki söz söylesen biri Kara’ndı. Sağ salim oğul gördün. Oğlum olsa başka bir şey istemiyorum diye yanıma senden sık gelen yoktu. Birden bahtına taş yağmamıştır ya."
"Ne yapayım, Gül’üm, gözden mi oldu, dilden mi oldu, dünya tersine çevrildi. Bazen iyiye yormak da istemiyor değilim. O gerçek erkek adama benzedi gitti. Eskiden bir şey yapmak istese bana akıl sorar dururdu, şimdi onu da bıraktı."
"Her ne ise Allah sonunu hayır etsin. İşte bir gün Sametcan yetişir. Sana güzel güzel Arapça kitaplar okuyuverir. Hiç değilse Samet’le uğraş, onunla ilgilensen diğer meselelerle kafanı meşgul etmemiş olursun."
"Vah, onu da şımartıyorsun, diye rahat bırakmıyor ki..."
Kadınların en ağır derdinin aile içindeki düğümler olduğunu, onlar için en zaruri tabibin bu düğümleri çözecek tabip olduğunu bildiği için o sadece biçare kadınların iç hastalıklarının tedavisiyle uğraşmaz, aile içi meseleleri aşabilmeleri için gelenlere tavsiyeler verir, teselli eder, hiç değilse dertlerini dinlerdi. Elinden geldiğince o düğümlerin çözülmesine yardımcı olmaya çalışırdı. Ama çoğu zaman elinden bir şey gelmezdi. O bu derdin tek ilacının zaman olduğunu düşünüyordu. Şimdi Meral'a da o sihirli ilacını tavsiye etti.
"Meral Bacı, sabret. 'Kara Durmaz'ın huyu iyi.' diyordun. Senin yüreğinin sıcaklığı, onun kalbindeki buzu bahar rüzgarı gibi eritir. Sabırlı ol, bir de sadece evinle meşgul ol. Pazarda Samet’inin nafakasını koyduğun keseni kaptırsan anlardın celladın ne kadar gerekli olduğunu. Cellat olmasa, kendilerine merhamet edileceğini bilseler, hırsızlar suçsuz insanları evlerinde de rahat oturtmazlardı. Kara Durmaz'ın da yüreği katılaşmıştır, böyle bir işte çalıştığı için. Tam tersine sen ona yardım etmelisin. Bırak hiç değilse evinde güzelce dinlensin..."
"Yüreği taşlaşmış biriyle yaşamak dile kolay..."
Meral, ne arkadaşının söylediklerine katıldı, ne de karşı çıktı. Doğrusu ne diye ona karşı çıksın, tam tersine ona arka çıkacak birileri lazımdı. O arkadaşına içini döküp, uzun süre onlarda oturdu. Sonra evine döndü, dönerken de yol boyu sessiz sessiz ağladı.
Evde Samet’ten başka kimse yoktu. O da annesi kendini Gülnesibe teyzelerine götürmedi diye küsmüş, yazmayı öğrenmeye çalışıyordu. Meral onunla barışmaya çalıştı. Kendi serçe parmağını çocuğunun serçe parmağına tutturup "Balta mı lazım, kılıç mı?" diye oyun oynamak istedi. Samet ise mahzun ve garip halde yüzüne bakıp: "Bana onların hiç biri lazım değil, anne." dedi. Meral, bütün sevgisiyle oğlunu bağrına bastı.
Kara Durmaz'ın babası sanki biliyormuş gibi baltasını oğluna bıraktıktan sonra fazla yaşamadan dünyayla vedalaşmak zorunda kaldı. O oğlunu casuslar alayına yerleştirmek maksadına ulaşamamıştı. Kara Durmaz babasının kötüye gittiğini gördüğü günlerden birinde ona bu işlere kimin baktığını sordu.
"Bizzat emir bakıyor."
"Emirden sonra?"
"Ben bakıyordum oğlum. Ama bu konuda kimseye bir şey söyleme. Seni yanıma alacaktım, yetişemedim. Bilemiyorum, iyileşsem... belki o zaman yetişirim. Bir defa senin adını da teklif ettim emire. Tam olarak karşı çıkmadı ama belli bir şey de söylemedi. Belki henüz erken olduğunu düşünmüştür. Kendine dikkat et de, çalışmaya devam et. Bugün olmasa yarın yanına çağırır. Benim yerime kimi alır, o da belli değil. Ama sen onu öğrenmeye de çalışma. Sarayda çalışan herhangi biri, hatta seyis bile o olabilir. Onun için herkese eşit mesafe bırak. Hoşlanılmayan adamların yanına gitme. Hiç kimseye de sırrını söyleme. Herkes senin kendi en güvenilir adamı olduğunu zannetsin, anlıyor musun?"
"Evet, baba."
Bunlar, Kara Durmaz'ın babasından aldığı son tavsiyeler oldu.
Meral, kayın pederinin vefatından sonra yaşayışlarının iyiliye doğru değişeceğini düşünmüştü. O merhumun yası geçirildikten sonra Kara Durmaz’a "Şimdi baban yok, artık bu mesleği bırak." desem ne olur diye düşündü. Ama söyleyemedi. Kara Durmaz bu sözlerden hoşlanmaz diye çekinmedi de, kendi düşüncelerinin doğru olduğuna tamamıyla inanamadığı için sesini çıkaramadı.
Kara Durmaz babasının vefatından sonra kendisini hükümdarın ne zaman çağıracağını düşünüp çok bekledi. Babası kendi yerine kimin geçirileceğiyle pek ilgilenmemesini söylediyse de bu sırla ilgili kulağına gelen dedikoduların hepsini eleğinden geçirip bakıyordu. Ama hiç birini de gönlüne göre bulmuyordu. Hemen babasının makamına olmasa da en azından o alaya çağrılmayı ümitle bekliyordu. O basit bir bekleyiş de değildi. Casuslar alayına girmesi için, babasının yerine vazifelendirilen adamın onun adını emire teklif edilmesi gerektiğini biliyordu. Onun için de saray çalışanlarının hangisiyle konuşursa konuşsun, sanki kendini casuslar alayına alacak adamla konuşuyormuş gibi hareketlerine dikkat etmek zorunda kalıyordu. Kendisiyle konuşan her görevlinin kendisiyle boş yere konuşmadığını, denemek için geldiğini zannediyordu. Ve hemen ertesi gün o konuşmanın sonucunu bekliyordu. Bu neticesiz ve sonu belli olmayan beklemeler, hayali denemeler onun beynine yük olmaya başladı. Sanki görünüp, konuşup, ümit veren, sonra da hiçbir şey olmamış gibi çekip giden canlı serapların arasında gibiydi. Gerçekte ise onu casuslar alayına almak isteyen de yoktu, onu yoklayan da. Herkesin derdi kendi başından aşkındı. İki yıldır saray sanki kanın üstünde yüzen bir kayığa dönmüştü. Hükümdara karşı isyan çıkarmayı düşünenler, el ve ağız birliği edenler çoğalmıştı. Kara Durmaz en son ne zaman el kestiğini bile unutmuştu. Hep kelle, kelle, kelle...
Karışık geçen bu yıllar Kara Durmaz için faydalı oldu. O işinde ustalaşıp hakiki cellada dönüştü. Mesleğinde ustalaştıkça, bu dünyanın içinde başka bir dünyada yaşıyor gibi hissetmeye başladı kendini. Meral’in sevgisini, ihlasını görmüyordu bile. Saray çalışanlarının ya rastgele karşılaşıp ya bir iş için gelenlerinin konuşmalarından bir netice çıkmadıkça Kara Durmaz kendine kızıyor sadece oğlunu mertebesi yüksekler arasına katmak arzusunu gerçekleştirmek için ihlasla çalışıyor, bu mesele tek derdi haline geliyordu. Yarın oğlunun yüksek vazifelere kendi gücüyle çıkabilmesi için elinden geleni yapıyordu. Bazen onun "bambaşka terbiye" için yaptıkları iyice çizmeyi aşıyordu. Ama ne kadar sınırları zorlarsa zorlasın hala bir şeylerin eksik olduğunu düşünüyordu.
"Çocuğu herkesin yaptığı gibi yetiştirsen o da herkes gibi olur. Polatı polat yapan öteki demirlerden daha fazla dövülmesidir. Polat dövüle dövüle saflaşır. Ben sadece oğlumu değil, kendimi de saflaştırmalıyım. Yüreğimdeki hamlığı, erkeklere yakışmayacak duyguları döve döve temizlemeliyim." Bunun gibi fikirlerle Kara Durmaz artık iyiyi kötüyü anlayan Samet'in yanağına gerekli gereksiz tokat yapıştırıyor, bu yolla onun yufka yürekliliğini, gereksiz merhametini yok etmeye çalışıyordu. Oğlu ağlamaya korkup da gözü nemli uzaklaşmak isteyince de tutuyor:
"Ne diye vızıldıyorsun? Sen de vursana, diye, Samet’in küçücük ellerini tutup tüylü yanağına vurduruyordu."
"İşte bunu yapabiliyor musun?" diyor, yüksek sesle haykırıp, yukarı sıçrıyor, evin önündeki ihtiyar zerdalinin kalın dalına hem ayağıyla hem elinin tersiyle vuruyordu. Bu oyunlar Samet'i korkutuyordu. O geceleri kabus görmeye, ağlayarak uyanmaya başlamıştı. Zavallı annesi oğlunun uyuyamadığı geceler ne yapacağını bilemiyordu. Gündüzleri ise babasının onu yanından ayırmaksızın "adam edişine" bakar anneliğiyle gurur duyardı. İş sonunda yumruklaşmanın başlamasına gelince bunu seyretmeye dayanamaz, eve girerdi.
Bir süre sonra Kara Durmaz, oğlunu köpek, horoz dövüşlerine götürmeye başladı. Bu tip "gezintilerden" Samet yüzü kireç gibi olmuş halde gelirdi. O köpeklerin dövüşünden beter onların çevresinde dolaşan adamların tıpkı köpekler gibi bir birlerini ellerinden gelse dişleriyle parça parça edecek halde bağrışmalarından korkardı. Bu gürültü patırtının dışında durmayan babasının meymenetsiz, korkunç yüzü uzun süre gözünün önünden gitmezdi. Yaşı on ikiye ulaşıp namaz kılmaya başlayan büyük oğlan çocuğu olduğu için seccadeyi kurtarıcı gibi görmeye başladı. Artık altı yedi yaşlarındayken yaptığı gibi annesinin kucağına sığınıp, "Anne korkuyorum." diye ağlayarak sakinleşemezdi.
Meral, oğlunu Kara Durmaz ceza verilen yere götürmüştür diye korkuyordu. Annesinden de bir fayda görmeyeceğini bilen çocuk hiçbir şey anlatmadığı için o bu meseleyi Kara Durmaz'ın kendisine sordu.
"Götürsem ne olacakmış? Bugün olmasa yarın götürürüm. Sen onu iyice hanım evladı etmişsin. Köpek dövüşünden bile korkuyor senin oğlun."
"Henüz küçük o. Olmazsa biraz büyüdükten sonra götürsene. Gece de kabus görüyor, rahat uyuyamıyor."
"Hepsi senin suçun. Ona Arapça öğretmek nereden aklına geldi. Bizim soyumuzda başına sarık sarıp çocuklarını besleyen yok. O da molla olmaz. Gülnesibe ona küçükken öğretti gerekeni. Bu şimdi öğrettiği de neyin nesi?"
"Arapça öğrenmek mollalık öğrenmek değil ki. Ben de oğlum imam olsun demiyorum. Rahmetli babam da Arapçayı Araplar kadar bilirdi. Oğlum da tacirlik yapar, yurt görür. Çocukken öğrendikleri ona yetmez. Gülnesibe öyle diyor. O Samet'e başka ilimler de öğretiyor, hesap da öğretiyor..."
Gülnesibe, Samet’i bebekliğinden beri kucağından indirmek istemezdi. Bazı günler, Kara Durmaz evde olduğu için arkadaşı gelmezse kendi Merallere giderdi. Gelir gelmez de işi gücü Samet olurdu. O Meral'e:
"İşte, bir de oğluna Arapça öğrettim mi onun kimin çocuğu olduğunu bile anlayamazlar. Ben ona kendime anne dedirmeyi de öğretirim."
"Hakkın vardır ablacığım. Oğulcuğumu görememek de varmış işin içinde."
"O kadarını bilemem. Ben olmasam da bir başkası sebep olurdu. Kara Durmazların neslinin devam etmesini isteyen Allah bir yolunu bulurdu. Ben sadece bir sebebim burada. Yine de doğru söylemem gerekirse Sametcan oğlum gibi görünüyor bana. Böyle dediysem de kıskanma haa."
"Söyledim ya, oğlum senin de oğlundur, diye."
Meral daha sonraları bu sohbeti hatırlayıp Gülnesibe'e: "Ah, gerçekten de Samet benim oğlum olacağına senin oğlun olsa olmaz mıydı?" derdi. Gülnesibe'nin büyüleyici masalları Samet’in dünyada en çok hoşlandığı şeydi. Onların hemen hepsini Samet ezberden biliyordu. Gülnesibe teyze onları Arapça anlattığı zaman daha etkileyici oluyordu. Onlardan biri Samet’in aklına daha derin yerleşmişti. İşte o masal şöyleydi:

Karaların dörtte birine hükmünü ulaştıran Sultan dört yana tellallar gönderip ilan ettirdi. "Benden büyük dereceye, benimkinden büyük zenginliğe ulaşan kim varsa ya bizzat kendi gelsin, ya da kendisinin kim olduğunu, nerede olduğunu ayan etsin ben varayım. Eğer zenginliğinde, mertebesinde beni geçen adam erkek ise kızımı vereyim, eğer kız ise tek evladıma münasip görülür, ulu mertebeli bir ailenin ferdi olur. Kendi gelip yenilen bütün zenginliğini benim hazineme geçirmek zorunda kalır.
Beni üstüne varmaya mecbur edip yenilenin başı ölümlü, malı talanlıdır."
Bu habere hiç kimseden, hiçbir yerden ses gelmedi. Ne gelen oldu, ne çağıran. Ama Sultan bu konudaki merakını yatıştıramıyordu bir türlü. O şöyle düşündü: "Benden büyük derecedeki, benden daha zengin adam kızımı ne yapsın, oğlumu ne yapsın? O hiçbir şeye muhtaç değildir. Ben iyisi başka şekilde ilan ettireyim."
"Benden büyük dereceye, benimkinden büyük zenginliğe ulaşan kim varsa ya kendi gelsin ya da kendisinin kim olduğunu, nerede olduğunu ayan etsin ben varayım." Bu sefer yeneni yenileni neyin beklediğiyle ilgili hiçbir şey söylenmiyordu. Ama bu sefer de padişahın huzuruna çıkmaya cesaret eden adam olmadı. Sultan belki uzak memleketlere haber yeni ulaşmıştır bir haber, bir davet gelir diye çok bekledi. Dünyanın dört köşesine gidip gelen kervanlar sadece Sultan'ın yurduna, gücüne, zenginliğine denk bir devlet görmedikleri, kimsenin onunla boy ölçüşemeyeceği haberiyle geliyorlardı.
Sonra günlerden bir gün sarayın kapısında sırtında sıradan cübbesiyle bir fukara göründü. Saray muhafızlarına padişahın tellallarını duyup geldiğini söyledi. Muhafızlar gülmekten yerlere serildiler. "Hey gidi yörük çoban, malın meşakkatinle ilgilensen olmuyor mu? Sultan-ı âlem senin gibilerle görüşmez." dediler. Ama adam ne korktu, ne kızdı. Sanki onun için dünyada garipsenecek bir şey olamazmış gibi: "Siz, dedi, sultanınıza benim geldiğimi haber verin. Görüşmezse kendi bileceği iş, ben hiçbir şey kaybetmem, ama o çok şey kaybeder." Sultan gelen misafire üç gün izzetu ikramda bulunmalarını, sonra da yolcu etmelerini buyurdu.
Misafirlik süresi olan üç gün de üç yudum su gibi geçti gitti. Misafiri yolcu etmek istediler. Ama o: "Sultanınız dediğiniz kadar yüce mertebeli bir adam ise acaba niçin kendisinden zorlu birini arıyor? Hiç olmayan bir şey aranır mı? Olmayan bir şeyi arayacak, ne o aklından zoru mu var? Bu sorumu cevaplasın, ben de yoluma gidivereyim." dedi. bu sözleri duyan Sultan bir anda kızacak gibi oldu. Doğru söyleyene kızıveren adamdan Sultan mı olur? Sultanlık bilgeliği ona misafiri huzuruna çağırmayı buyurdu.
Misafiri getirdiler. Sultan kendisinde onu hiçbir misafirinden aşağı tutmaksızın ayağa kalkıp selamlayacak gayreti de buldu neyse. Halini hatırını sordu, sonra da:
"Ey Tanrı misafiri, önce bizim zenginliklerimizi bir görelim. Sonra zaruridir dersen senin yurduna da gideriz." dedi.
Dışından baksan bir ulu yurdun sahibine benzemeyen misafirin davetiye ile geldiğini gösteren bir işaret olmasa da, Sultan bu, sultanlara yakışan edebini bozmadı. Dış görünüş ilk başta insanı yanıltabilirdi ne de olsa. Belki bu da bizi denemek için böyle yoksul giyiminde tebdili kıyafet gelmiştir. Kim bilir belki de yolculuk sırasında bir belaya uğramıştır. Onun fikrini tasdikliyor gibi misafir başını salladı. Sultan bilge vezirini çağırıp zenginliklerini getirmesini buyurdu.
Bir tarak. Yarısı altın, yarısı gümüş. O tarak saç taramak için biraz büyük görünüyordu. Sultan tarağı gösterip:
"Tanrı misafiri, dikkat ettiyseniz tarağın toplam yirmi dört dişi vardır. Onun altından yapılmış on iki dişi gündüzdür, gümüş dişleri gecedir. Ben onunla her gün güneş doğarken ve batarken haysiyetimi tararım." dedi.
Tarağı götürdüler. Sonra da üstü beyaz bir ipekliyle örtülmüş bir kutu getirdiler. Sultan kutuyu alıp içinden büyüklüğü sıradan kayısıların iki katı kadar altından yapılmış bir kayısı çıkardı. O kayısı, o kadar ustaca yapılmıştı ki üstünde yenice yıkanıp getirilmiş gerçek kayısıda olduğu gibi su damlaları parıldıyordu sanki. Sultan onu kolayca ikiye ayırdı. Içinden taştan yapılan ama hakikat mi dediren çekirdeğini çıkardı. Sonra çekirdeği de açtı. Onun içinden de bembeyaz öz çıktı. Çekirdeğin değerli taştan yapılmış özünü eline alan sultan:
"İnsan, her konuda o meselenin özüne, lübbüne ulaşmaya çalışmalıdır. Ben bu kayısıyı meşveret meclislerimde önüme koyarım ve söylenen sözün manasına ulaşmak gerektiğini unutmamak için böyle onun özünü elime alırım." dedi.
Sonra misafire kabzası altın ipliklerle işlenmiş bir kamçı getirip gösterdiler.
"Bu kamçı, bana yenilen on iki düşmanımın, fethettiğim on iki devletin sultanlarının sırtında iz bırakan kamçıdır."
Sultan kendini beğenmiş şekilde kamçıyı eline aldı, sarı çizmesinin koncuna hafifçe vurdu. Sonra kamçısını da bırakmadan misafirini peşine takıp sarayın avlusuna çıktı. Avlunun kıbleye bakan tarafında saraydan biraz küçük de olsa, ondan on kat daha süslü kaşane gibi türbe göründü. Sultan misafirinin önüne düşüp türbeye kadar yaklaşık yetmiş adımlık yaya yolunu geçti. O basit bir yol değildi. Onun al yeşil parlayan mermer basamakları vardı. İki tarafında yaz kış yeşil kalan, bu memlekette yetişmeyen ağaçlar, rengarenk çiçekler, güller vardı. Güllerin ağaçların arkasından türlü renklerle havada rakseden fıskıyelerden misk u anber kokusu geliyordu. Sevimli ışıklar, meşaleler, taştan yontulmuş figürler o yoldan yürüyen adama, acaba bir masalın içinden mi geçiyorum, dedirtiyordu. Türbe daha da güzeldi. Parıl parıl parlayan duvarlara nakşedilen nakışlardan gözünü ayırmak zordu. Türbenin ortasında altından yapılmış kocaman bir seki vardı.
"İnsan, eninde sonunda ölür. Kiminin cesedi kurda kuşa yem olur, kiminin cesedi yangında kalıp kül olur. Kimininkini suda balıklar yerken, kimininkini yerde kurtçuklar kemiriyor. Ben kendi cesedim için bu sonlardan hiç birini uygun bulmuyorum. Bırak, o ben öldükten sonra da altın sekinin üstünde "İşte o sultan." diye gösterilecek şekilde mumyasıyla değişmeden yatsın. Sen benim bu fikrimi nasıl buldun hürmetli misafir?
Misafir, sorulan soruya hemen cevap vermedi de önce bir süre edeple sustu. Sonra mülayim sesiyle söze başladı:
"Ey sultan, insanı önce hayvandan, sonra kendisi gibi insanlardan üstün kılan ruhunun zenginliğidir. Ondan sonra, çok daha sonra mal mülk, altın gümüş zenginliği gelir. Onlar söz zenginliğinden de, duygu, merhamet şefkat zenginliğinden de, düşünce feraset zenginliğinden de sonra gelir. Siz biraz önce haysiyetinizi taradığınızı söyleyip altın ile gümüşten yapılmış bir tarak getirdiniz. Yumuşak haysiyetiniz altın gümüş dişlerin arasından aktığı zaman onun tertipleyicisi kim? Tarak kimin elinde? Mualliminiz, efendiniz kim? Altın gümüş tarağın dişleri mi, ya da kendiniz mi kendi kendinizin efendisisiniz? Ben de haysiyetimi tarıyorum. Sizin gibi sadece bir sabah bir akşam da değil, beş vakit tarıyorum. İşte benim tarağım, diyen misafir koltuğunun altından bir seccade çıkarıp sözüne devam etti.
"Benim efendim Hak teala. Ben onun önünde hesap veririm. Benim sevaplarımı da günahlarımı da o tespit etti. Onun yasakladıklarını yaptığımda günah, farz kıldıklarını yaptığımda sevap işlemiş olurum. Sadece onun ölçülerine göre ben kendi sevaplarımı günahlarımı ayırt etmeye çalışırım. Onun mübarek kelamı Kur’an-ı Kerim’in ayetleri sureleridir benim haysiyetimi tarayan tarağımın keskin, altından gümüşten de kıymetli dişleri. Çünkü, bütün mahlukatla birlikte beni de o yarattı.
Siz pek zenginmişsiniz sultan, hem de bir o kadar fakir imişsiniz. Bu fani dünyanın maddi zenginlikleri de size sultanlıkla beraber nasip olmuş. Ama sizin iman zenginliğiniz çok az imiş." demiş ve biraz önce koltuğundan çıkardığı seccadeyi kıbleye doğru sermiş.
Sonra onun üstüne geçip “Allahu ekber” demesiyle gözden kaybolması bir olmuş.

Bu şekilde kaybolmak isteyen Samet bir odadan diğer odaya geçer, annesinin tarağını alıp dişlerini sayar dururdu. “Tarak kimin elinde? Mualliminiz, efendiniz kim? Altın gümüş tarağın dişleri mi ya da kendiniz mi kendi kendinizin efendisisiniz? Ben de haysiyetimi tarıyorum. Sizin gibi sadece bir sabah bir akşam da değil, beş vakit tarıyorum. İşte benim tarağım.”derdi. Sonra babasının saraya giderken giydiği libasını gösterir. “Ey sultan, insanı önce hayvandan, sonra kendisi gibi insanlardan üstün kılan ruhunun zenginliğidir. Ondan sonra, çok daha sonra mal mülk, altın gümüş zenginliği gelir. Onlar söz zenginliğinden de, duygu, merhamet şefkat zenginliğinden de, düşünce feraset zenginliğinden de sonra gelir. Siz pek zenginmişsiniz sultan, hem de bir o kadar fakir imişsiniz.” diyerek seccadesini sererdi. Namaz vakti olmasa da kıbleye doğru serdiği seccadenin üstüne geçer, kendinin o fukara olduğunu düşünürdü. Şimdi ona sadece kaybolmak kalıyordu. Ama ne kadar istese de kaybolamazdı. Bazen onu öyle istiyor, öyle istiyordu ki "Yoksa gerçekten de kaybolup gittim mi?" derdi. Sonra bunun sadece bir hayal olduğuna üzülür, üzüntüsünden gözlerinde tutamadığı gözyaşlarıyla seccadeden kalkardı. Gerçek hayat onu yine çeker, yerlerde sürüklerdi. Babasının onunla yumruk yumruğa dövüşmeye çalışması, kendinin babasından bahane bulsa kaçmaya çalışması, annesinin bazı geceler uyumayıp sabaha kadar ağlaması, Gülnesibe teyzenin onu her gördüğünde kaygıyla bakması masalların hayalinde uyardığı duygularla bir yere sığmıyordu. O elinden gelse bu dünyasını istediği an terk edip masallar dünyasına gidecekti. Ama gidebildiği en uzak yer Gülnesibe teyzelerin eviydi. Evlerine dönse babası başka bir şey bulamazsa, haykırarak dövüşmeyi öğretmeye başlar. Samet’in en fazla nefret ettiği şey, eli sopalı, zincirli o dövüş oyunlarıydı. Babası ise zevkten dört köşe olur, keyfinden gözleri kızarır giderdi. Babasıyla fazla karşılaşmamak için Samet evlerine yemek vakitlerinde bile annesini epey bağırttıktan, epey azar işittikten sonra gelirdi. Yavaş yavaş onunla daha kötü kapışmaya başlayan babası "Aradığım zaman evde ol." diye buyurdu.
Sarayda ceza verilecek adam olmadığı günler Samet için en zor geçen günlerdi. Öyle günlerde sabahtan akşama evde olan babası onu yanından bir adım bile kaçırmazdı. Babası saraydan döner de onu aramak durumunda kalırsa Samet şamar yemeye peşinen hazır olmalıydı. Böyleyken yine de Samet Gülnesibe'den ayrılmak istemezdi. Yüzüne vurulan şamarlardan yanakları kıpkırmızı kızarır dururdu. Ne kadar vurulursa vurulsun Samet'e ağlamak yasaktı. O sinirlenince daha da vahşileşen babasının dediklerini eksiksiz yerine getirmek için canını dişine takardı. Ama ne yaparsa yapsın, isterse ağzıyla kuş tutsun şamar yemediği gün olmazdı. Babasının "doğu savaşı" dediği işkenceleri tamamlandıktan sonra Samet annesinden utancına tek başına bir odaya girer boğum boğum olan ayaklarını ellerini tutup ağlardı.
Arkadaşının yanına gelen Gülnesibe de birkaç kez bu olayların şahidi olmuştu. O Samet'e yardım etmek için kocası Selman'a, Kara Durmaz ile bu konu hakkında konuşuvermesini rica etti. Ama Kara Durmaz, Selman'ın imamlık yaptığı mescide gitmediği için bu ikisinin yolda belde karşılaşması zordu. Onlar cemiyetin başka başka tabakalarına ait adamlardı. Tıpkı denizin dibinde yaşayan balıklarla onun üstünde yaşayan balıklar gibiydiler. Öyle de olsa Selman eski dostluklarını hatırlamış gibi, Samet'in halinin kötü olduğunu anlayıp Kara Durmaz ile konuşmak için onun evine geldi.
Kara Durmaz onu bir zamanlar babasının karşıladığı gibi soğuk karşıladı. Onun yüzünden oğluna verdiği dersleri bırakmak zorunda kalacağına üzülüyordu. Baba oğul bugün yumruklaşmayı öğreniyorlardı. Selman Kara Durmaz'a çalışmalarına devam etmelerini, kendisinin acelesi olmadığını söyledi. Ama Selman'ı görür görmez "Git yıkan." diye o oğlunu serbest bırakmıştı. Kendisi de elini yüzünü yıkadı geldi, gönüllü gönülsüz misafiriyle çay içmeye oturdu. Selman, Kara Durmaz'ın yanından çabucak uzaklaşıp gitmek istedi. Karısı rica etmemiş olsaydı o bu kapıdan girmeyi bile düşünmezdi. Şimdi de çoktan kalkıp gidecekti. Kendini tıpkı iğnenin üstünde oturuyor gibi hissediyordu. Çok zor gelse de sabretti, geniş gönüllülükle söze başladı:
"Ne de olsa oğlunuza öğrettiğiniz bu hareketlerin bir faydası olur her halde?"
Kara Durmaz içinden "Faydası olsun olmasın sana ne? Ben sana adamların bir kulağından girip bir kulağından çıkan vaazlarının ne de olsa bir faydası oluyordur her halde, diye sormuyorum ya." dese de ağzını açtığında başka türlü konuştu:
"Bugün faydası dokunmasa yarın dokunur. Yarın faydası olmasa on asır sonra olur. Biz bilmiyoruz ama bu dünyada okunan duanın öbür tarafta faydası dokunacak ise elbette bunun da bir şeylere faydası dokunur diye tamah ediyoruz."
"Kara Durmaz, ben seni severim. Akıllı oğlunuz var. Ona acıdığım için de yanınıza geldim."
Kara Durmaz içinden: "Evet, ne de olsa kendi çocuğu olmayan adam bir başkasının çocuğunun kaygını çekmelidir." dese de:
"Bizi seveni Allah sevsin. Acıyacak kadar oğluma ne oluyormuş ki, iş güç derdiyle benim bir çok şeyden haberim de yok hani."
"Oğluna mı..."
Selman sözüne nasıl devam edeceğini bilemedi. Kasesindeki çaydan bir yudum aldı ve:
"Ben kalkayım. Sanırım vaktini aldım."
"Vakit dediğin şeyi almak mümkün mü mollam? Alınabilecek olsa onu herkes çuval çuval alıp bir kenara koymaz mıydı?"
"Orası da doğru ya. Biz vakti almıyoruz da vakit bizi alıp gitmekte. Neyse esas mesele ahirette hesaba çekildiğimizde yüzümüzün kızarmaması. Cehennem ateşinde yanmayalım."
"İnşallah mollam, söylediğiniz gibi olsun. Yine bekleriz."
İçinden "Dönüp bir daha yüzünü görmem." dese de Selman, Kara Durmaz ile sonradan da çok karşılaştı. Hatta ömür kasesi dolduğunda da onun en yakınında duran adam Kara Durmaz olmuştu.

(Devam edecek.)

Yorumlar

Popüler Yayınlar