AK PÜRÇEK
Ahmet Halmırat
Çeviren: Hüdayi Can
Çeviren: Hüdayi Can
“... Gündüzün önü de gece, sonu da
gece diye gama batma; gecenin de önü gündüz, ahiri yine gündüz değil mi ki...”
Dünyadan gönlü soğumuş adamları dinlesen: “Usta kırılmayacak,
Huda ölmeyecek şey yapmamıştır.” derler. Elbette, görür göze görünüp duran
hazin hakikat böyledir. Onun içindir ki onların bu söylediği seni kızdırsa da
“hayır” diyebilmen mümkün değil. Fakat seher vakti esen nesim yeller gibi
görünür görünmez başka bir hoş hakikat de vardır. Şuuru, kalbi; canı, ciğeri
böyle ruhu kafesleyen düşüncelere sığmayanların; yani şairlerin, ozanların,
sazendelerin, ressamların, yaratıcılık, kendince ruh verip değiştirme sanatıyla
kendini ve başkalarını durmakta oldukları dereceden az çok yukarı kaldıranların
incelik ve üstatlıkla seni başka bir dünyaya götürmesi vardır. Sen buna da
“hayır” diyemezsin. Sen bilakis “Baki varlıkta, Yaratan’ın aydınlık dünyasında
hiç bir şey yitip, yok olup gitmiyor.” denilen, ummanlar gibi engin ve güzel
düşüncenin koynuna dâhil olursun. Özlemin de budur. Durum böyle olunca aydınlık
ummanın mavi enginliklerinde oynaya zıplaya yüzen gümüş balığa dönersin.
Sizi bu aydınlık ummana çağırıyorum. Gidiyorsanız, haydi! /
Elbette, bu benim beyan ediş maharetimin, sizin de gezintiyi hissedebilişinizin
derecesine göre olur. /
Ne diyorum biliyor musun? Giden gitsin, gitmeyenin paşa gönlü
bilir, hadi gönül ikimiz yola revan olalım!
***
... Nesli yitse de ismi yitmeyecek Karadeli Göklen günlerden
bir gün, hem de ihtiyarlayıp, kamburlaşıp, yay gibi büküldüğü zaman Türkmen
sahralarının dört bir köşesine haberci gönderip, davet edip, yalnız kendi
gönlünün dilediği insanları ve de şakirtlerini etrafına topladı. Gelen geliyor,
giden gidiyor, kalabalık bir baksan o kadar da çok değil gibi.
Meşhur sazendenin yaşının sonunda bu şekilde saz-sohbet
kurmaya çalışıp, kendine eziyet etmesinden herkes kendince bir anlam çıkarmaya
çalışıyordu. Ancak kim ne derse desin “Ölmeden önce kalbinde bir ukde koymamaya
çalışıyor olmasın...” şeklinde tahmin yürütenlerin fikri doğru çıktı sanki.
Çünkü ihtiyar sazende üç gün misafirlerini dinledikten sonra: “Şimdi sırayı
bana verin!” dedi.
Uzamış ak kaşları mavi gözlerinin üstüne kanat gibi yayılıp
duran ihtiyar tıpkı sevgili cananının başını okşuyor gibi kucağındaki dutarını şefkatle
okşayıp şöyle dedi: “...Yiyeceğini yiyemeyen, giyeceğini giyemeyen adam; diyeceğini
diyebilmiş değildir...”
Onun dudaklarından dökülen bu merhametsiz hakikat,
dinleyenlerin gönlüne bir karamsarlık bulutu olup çökmüştü. Herhangi birisinden
değil de bizzat Karadeli Göklen’den işittiği için fakir kendi fakirliğinden,
zengin de zenginliğinden utandı.
Sonra, koca “Fakat...” dedi de, derin bir nefes alıp
doğruldu. Oturanların da sanki bir çeşit göğüsleri genişlemiş, dizlerine derman
gözlerine fer gelmiş gibi oldu. Cemaat onun bu ağır, sevimsiz fikri çok uzak
bir yerlere atıp koyuvereceğine, başka bir yeni, sevimli söz söyleyeceğine
inanıyorlardı. Karadeli Göklen devam etti: “Ama mesele diyeceğini
diyebilmektedir. Bunu başaran adam için başka şeylerin manası da olmaz, müşkülü
de. Ben dünyanın sözü hakkında söylemekteyim şu anda. Onu da sadece farklı bir
pay verenler diyebilmiştir. Siz, hepiniz diyeceğinizi tek başınıza der
durursunuz. ‘Yüreğim ol!’ ‘Sağ ol!’ der durursunuz. Bunu diyebiliyorsanız,
tamam... İşte, şerikli yeriniz bundadır. Hadi, madem öyle, sıkı durun şimdi. Bu
gün yine diyeceğimi diyeceğim gündür. Çok sıkı durun...”
Gönüllerine bir parça rahatlık gelen topluluk yerlerine iyice
yerleşti. Karadeli Göklen de beste arkasından beste, mukam[1]
arkasından mukam gönderdi. O, bu veda akşamında bütün pinhan sırlarını ayan
eyledi. Anlayan anladı, anlamayan belli belirsiz hissetmeye çalıştı. Coşup
delilik derecesine ulaşan üstat birden dutarının[2]
gümüş perdelerini şakırdatıp sıyırıp attı ve parmaklarını ipek tarların[3]
üstünde oynatıp, çok değişik bir mukam çaldı. Dutar çıplak bir nazenin gibi
onun kucağında kıvrılıp bükülüyor, dalgalanıp coşuyordu... Sazende asumandan
gelen bin parıltılı ipek melodileri parmaklarına sarıp sarıp, sonra tekrar
çözüp utanıyor gibi görünüp işvelenen, nazlanan dutarın, yani çıplak nazeninin
üstünü örtmek istiyor gibiydi. Sökmek üzere olan şafakla aynı renkteki ipek
parçası, yani beste ise, pınar pınar, menzil menzil akıp gidip varmakta...
İhtiyar sazendenin yüreğine asumandan, felekten inen bu
besteyi çevresindeki meftunları da şakirtleri de hafızalarına nakşedemediler.
Tümünün iradesi ihtiyarı; aklı şuuru büyüleyici bestenin akımına karışıp, arş-ı
âlânın aydınlık yamaçlarına yayılıp gitti.
Aklı başından gidip, ağzı açık bakakalanların arasında her
dinleyene “İşte, bakın, bu oğlan o olmalı...” dediren Şükür Bagşı[4]
de var imiş. Bu avaz ta ömrünün sonuna kadar Şükür’ün aklından çıkmamış. Ama
öyle de olsa bu beste onun müthiş hafızasının ağından da şule gibi sızmış,
geçip gitmiş. Kendisini yakalatmamış... O kendine verilen uzun ömür boyunca bu
besteyi ararken birçok muhteşem besteler yapmış, mukamlar bırakmış, ama o zaman
işittiği besteyi bir türlü bulamamış... Yok, yok! Bulmuş! Ama çok geç. ...Geç
oldu. ..Aman Rabbim! Onun bu besteyi çalışı üstadınınkinden daha bir garip
olmuş. Siz onu bilmiyorsunuz.
***
İşan Mergen babasının hareketlerini pek garipsemiyor. “Yaşı
yüze varmış bir adamın hiç kimse, hiç bir hareketini ayıplamaz.” diyerek kendi
kendini teselli ediyordu. Doğru değil mi yani?! Şükür Bagşı, bazen bir
davetiye, bir haber yok iken kendi kendine giyinip süslenip: “Ben şafakla yola
düşeceğim. Garip de olsa gönlü vardır. ‘Mutlaka gelirim, inşalah.’ da demiştim.
Dostumun itibarını ele güne karşı beş kuruşluk etmeyeyim.” diyerek düğüne
hazırlanmaktadır. Sonra bir bakarsın aradan pek bir zaman da geçmeden, “Evelallah,
sağ salim savdık. Gönlü oldu, garibanın.” diyerek, üstünü başını değiştirmiş,
rahatça oturmaktadır.
Oğlu:
- Sağ salim geldin ya, bu bize yeter. Anne, hadi, babama bir
çay demle bakalım, deyip gülümsemekle yetinir. Servi Ana ise gerçekten de
“yorgun argın gelen” bagşı yoldaşına çay demleyip getirir ve yanına oturup onun
anlattıklarını dinler.
Zaman zaman bagşı, daha katı açılmamış yeni cübbesini giyip
şaşırır ve “Servi can, şu Hiveli terzilerde de iş kalmadı sanırım. Hiç, böyle
bir şey olur mu? Bir baksana şuna?!”deyip, yeni eteği sarkıp duran cüppeyi
silkeleyip sinirlenmeye kalkışır. Servi Ana’nın: “Bagşı, senin selvi boyun dal olmuş.”
demesi mümkün değil tabi, dili varmaz. Zavallı, güneş gibi aydınlık
gülümsemekle yetinir. Onun tebessümlerinden bagşının gönlüne mihriban avaz
gelirdi. Onun en büyük arzusu en sevdiği bestesini bu kadına bahşetmekti. Ama
nice aylar yıllar geçse de, nice besteler, mukamlar yazılsa da, o hiç bir zaman
“Servi can, bu beste senindir.” demedi.
... İhtiyar sazendenin ilgisini tekrar dutara yöneltmesi oğlu
İşan Mergen’i de, eşi Servi Yenge’yi de şaşırtmadı değil. Çünkü o geceleri de
gençlik devrindeki dutarını kucaklayıp, gözünü bir noktaya dikip, uzun zaman
kımıldamadan oturmak alışkanlığına dönmüştü. Bu şekilde “donup kaldığı”
zamanlar onun fazla yakınından geçmek de, ona bir şey sormak da çetin mi
çetindi. Kendi kendine açılıp bir şeyler söylemezse ona laf atmak da olmuyor.
Çoğu zaman da bazen iki üç gün süren bu sessizlikten sonra o yeni bir muhteşem
besteyi hediye ederdi... Kocanın bu yaptığı ne oluyor acaba? Onun parmaklarında
perdeye basacak mecal yokken, o nasıl saz çalsın... Son zamanlarda saz çaldığı
zaman, onun hangi eseri çaldığı bile anlaşılmıyor. Sadece ihtiyarın gönlü hoş
olsun diye dinliyor gibi görünsen başka mesele. Fakat o kendisi çaldığı
parçaları anlıyordu. Elbette, Servi Yenge de anlıyordu. Bu ikisinin nefesi de,
dünyası da birdi ne de olsa. Ama öyle de olsa sazendenin bu seferki “susması”
bir tuhaftı. Yoksa yine bir avazın aşkına mı düşmekte?! Yeni bir eser bestelese
nasıl çalacak ki? Bu korkunç sualin cevabı yoktu.
... Son beş on gün içinde Şükür’ün aklına bir şey gelmişti.
Bir zamanlar, delikanlılık çağlarında yabancı köylerin birinde düğünde şöyle
bir olay olmuştu. Bu olanlar nasıl oluyor da insanın fikrinde yeniden
canlanıyor acaba? Niçin hayal meyal o an, o vaka yeniden aklına gelip, kendi
devamını nasıl yaşayabiliyor acaba?.. Şükür’ün saz çalışına hayran kalan yufka
yürekli bir kişi o zaman gözyaşına engel olamayıp ağlamıştı. Şükür de bir
fırsatını bulup ona niçin ağladığını sormuştu. “Nice erler geçti, pirler
geçti... Bir gün seni de bu kara yere koymaya kıymak zorunda kalırlar. Senin
gibi harikulade adamı da yere koymaya kıyarlar. Benim buna, bu fani dünyanın
adaletsizliğine canım yandı, usta.” diye o adam içindekileri olduğu gibi
aktarmıştı... Şükür yine o anı hatırlayıp gülümsedi: “Kara yere koymaya
kıyarlar, ben onu biliyorum. Kıymak gerekir. Beni aldığı için dünyanın dişinin
kovuğu bile dolacak değildir üstelik. Fakat benden yere, ecele bir şey kalmaz.
Ben ona kendimden hiç bir şey bırakmam. Hiç bir şey bırakmam!”
Şükür’ün bu cevabına o hayret etmişti. Onun bu dediğini
yapacağına inanmıştı ve de tüm kalbiyle sevinmişti: “Öyle yap, usta. Öyle yap!
Paylaştırıver...”
... Dutarını kucaklayıp, gözünü bitmez tükenmez enginlere
dikip oturan Şükür bu bir zamanki vakanın devamını yaşıyordu. “Benden kara yere
bir şey kalmaz. Su tutamlamış gibi olur kalır...”
O kendi bulduğu yeni ve değişik bir avazı kafasında
toparlamaya çalışıyordu. Onun bunu kendisiyle birlikte götürmeye hakkı yoktu. Onu
bırakıp gitmeliydi. Onun için de üç gündür “donup oturuyordu”. Yeni avaz
gümüşsü renkleriyle onu bulutlara karıştırıp, alıp gidiyordu...
Gece yarısı, dutarını “çalmaya” başladı. Servi Yenge arada,
tellere öylesine bir güçlüce vurulmasından hayalindeki boşlukları birbirine
bağlayıp, besteyi kafasında oluşturuyor gibiydi... Çalınmayan sazı hissetmek,
işitmek her kişiye nasip olan şey midir desene. Servi Ana ise işitti. Dünyayı
unutup dinledi.
Ertesi gün... Evet, ertesi gün kimine gülünç gelen, kimine
dedikodu malzemesi olan, kimine sır, kimine hal, kimine de işret olarak görünen
vaka gerçekleşti.
- Beni büyük dutun gölgesine götür. Konu-komşuya da söyleyin,
gelsinler. Ben senin için aramakta olduğum besteyi buldum, Servi can. Ak pürçekli
Servi canım-ey. Buldum... Buldum...
- Ben biliyorum...
Koca dutun gölgesini sulayıp süpürdüler. Kocaman, yenice,
güllü keçeyi de sermişlerdi. Bir yere adamlar toplansa, mutlaka bir değişik
temaşanın olacağını anlayan saf Hüppi de çoktan gelmiş oturmuş. Hiç kimseye
vermediği kendi yerinde tümseğe dirseğini koymuş yan gelmiş, kuma batmış
yatıyor.
... İşte orada birbiri ardı sıra geliyorlar. Omzuna attığı
yeni cübbesiyle, beline doladığı saçaklı ipek kuşağıyla ak sakallı kocayı Servi
Ana yeninden tutup getiriyordu. Onun dutarı da şakirdi Hudayberdi’nin elinde.
Öyle aşırı bir kalabalık olmasa da, diyeceğim, koca dutun
gölgesinin cemaati yeterliydi.
-
...
O-hoo, dutarını taşımaya gücü yetmeyen adamın çaldığı sazdan ne olacak?!
-
Çalsa
çalmasa otur lan, kes sesini.
-
Düğüne
derneğe alışmış adam işte, gönlü özlemiştir. Oturun, oturun.
-
Geçen
akşam bir düş görmüş. Servi Nine’yi anlattığı “Ak pürçeklim” diye yeni bir
besteyi çalıverecekmiş.
-
Hadi
yaa, olur mu?..
... Servi Ana dutarı
kılıfından çıkarıp sazendenin kucağına koydu. Hudayberdi dutarın tellerinin
olmadığını görünce bir an için yerinden kalkmaya yeltendi. Fakat artık geçti.
Şükür Bagşı gençlik heyecanına dönmüş gibi birden parmaklarını oynatıp, sağ
elini kapağın üstünde kelebekletti. Sazendeyi eskiden beri dinleyenlerin
kulağına bir çeşit değişik bir hoş avaz geliyor gibi oldu gitti.
Orazmemmet Pehlivan, dişini sıktı:
- Vah, evin yıkılsın felek! deyip, derin bir of çekti.
Koca sazendenin saygınlığı büyük olduğu için toplanan adamlar
bir süre ne yapacaklarını bilemeden bu çalınmayan sazı dinlediler...
İşan Mergen, sıkıldı, bir an için eli ayağına dolaşacak gibi
oldu:
- Baba...
O daha bir şey söylemeden Orazmemmet Pehlivan onun sözünü
kesti.
- Sus. Hiç bir şey
söyleme!
Çevredekilerin duyamadığı güzel mukamın dalgalarını yüreğinin
içinden geçirip sazın tesiriyle kendinden geçen sazendenin hareketleri git gide
azalıyordu. Servi Ana’nın ona bakan gözlerinden yaş akıyordu...
Gelenler yavaş yavaş kalkmaya başladılar. En son Orazmemmet
Ağa bu tuhaf sazı bitirdiği anlaşılan yaşlı sazendenin yanına varıp onun
kulağına elini koydu. Sonra da eğilip kulağına bağırdı:
- Çok sağ ol, ağam!
Çok sağ ol!
Orazmehmet Ağa başını sağa sola salayıp, arada geri dönüp
bakarak yavaş yavaş uzaklaşıp gitti. Yüz yaşındaki sazende sanki yüz yıldır bu
oturduğu yerde oturuyor gibiydi. Onun yanında kendisine eş olan Servi Ana, bir
de esrarlı mukamı benliğinde aramakta olan Hudayberdi kalmıştı...
Yüz üstü yatmakta olan saf Hüppi parmağını uzatıp “Tekrar
çalsana!” anlamında işaret ediyordu. Fakat ona dikkat eden kimse yoktu.
***
Gün güzeran kargaşasında gafil kalıp, yaşamak demenin işret
olduğu hakkında düşünmeye bile fırsat bulamayan, ömürleri yorulup dinlenmekle
geçen adamlar! Siz yatın. Bu gece gönlünüze yine ümit, yine bir sıcak
yumuşaklık gelir. Büyük sazendenin aşk serenadı arş-ı âlâdan karanlık gecenin
mavi sessizliğine karılıp üstünüze yayılıp gitmiş olduğu için bunun böyle
olduğunun siz şüphesiz farkında bile değilsinizdir...
Yatın...
Yorumlar
Yorum Gönder