BABA OCAĞI
Ahmet Halmırat
Çeviren: Hüdayi Can
Adımlarını yavaşlattı. Önünde, biraz önceki avlu...
Girsin mi yoksa boynunu büküp yine gerisin geri mi gitsin?! Burada baban,
kardeşin, yengen, Fermancık var... Çocukluk, yeniyetmelik var.
(Türk Edebiyatı, Arafat Dağı)
Çeviren: Hüdayi Can
İlerde, dik yamaçlar yavaş yavaş denizin dibine çöküyor gibi
mor dumana battı, gitti. İşte şurada, yokuşları eskisine göre daha düz görünen
bayırların da gün batımı kızıllığına gark olmasına ramak kaldı. Geniş derenin
gözesinin yanı başında yan yana oturan iki binanın ışıkları birbiri ardınca
yandı. Soldaki daha alçak gibi görünen binanın ışığı pencere hizasındaki dutun
yarı çıplak çubuklarının arasından sızıp, karşıdaki çardağın önünü de
aydınlatmış. (Sen bir yerlerden yorgun argın geliyor olsan, geç vakit, bir
baksan, görsen ki önünde evinin ışığı yanıyor, sıcak, müşfik biri seni
bekliyor...)
O küçücük iki odalı evin kapısı açıldı. Dışarı çıkan küçük
oğlan bir süre başını omzuna çekip gözleriyle karanlığı taradı. Sonra da hafif
bir ıslıkla köpeğini çağırdı. Elindeki bir parça ekmeği eniğe attı ve çardağın
saçak altına toplanmış odunlardan kucaklayabildiği kadarını kucaklayıp geri
döndü. O anda kuzeyde, köye gidilen yol tarafında birinin bağıra çağıra
söylemekte olduğu türkü bir ara işitildi, sonra yine yitip gitti.
- E-heey, kıvrım
kıvrım eeey, yolların var...
Kim acaba?.. Tanış ses oğlanın bedenine tepeden tırnağa
yayılan bir ürperti bırakan soğuk bir el gibi dokunup geçti. Odunun yarısını
elinden düşürdü. Hemen koşup, titreyen küçük eliyle kapıyı açtı ve içeri girdi.
- Dede, Berdi amcam
geliyo...
Odununu koymayı bile unutan çocuk artık iyice eskimiş asker
kaputunu omzuna atmış oturan ihtiyarın yanına geçti. Kaput küçük oğlu
Aydoğdu’nun askerden getirdiği olmalı. Ay dediğin, gün dediğin geçip durmakta.
Asker libasıyla dönüp geldiği gün babasına “Emriniz yerine getirilmiştir
komutanım!” deyip gülümseyişi şu anki gibi hatırında oysa.
- Gelirse, gelsin, oğlum, dedi Rahman Ağa. Torununun elindeki
odun parçalarını aldı, sobanın yanına bıraktı. Çocuğun başını okşayıp derin bir
nefes aldı.
Çocuk yanılmamıştı, çünkü Rahman Ağa’nın büyük oğlu Berdi son
zamanlarda hatta biraz da gereğinden sık, içip içip bu eve gelmeye başlamıştı.
Asla hiçbir şey getirmiyor gönlüne. Bu avludakilerin hepsi ona “amca da amca,
abi de abi”... Böyle de olması gerekiyordur belki, o büyük dedelerinin adını
taşıyor çünkü. Üstelik babasının olsun, küçük kardeşi Aydoğdu’nun olsun ondan
aziz kimi var? Biraderinin hanımı da saygılı, yumuşak huylu, oğlu Fermancık da
onu seviyor. Sevmeyip nereye gidecek, Berdi’nin aşkı köşkü Fermancık. Fakat
içip geldiği zaman o korkunç da...
Berdi kendisi de evli barklı oluncaya kadar burada yaşadı.
Burada doğdu, büyüdü. Şimdi o kasabada yaşıyor. Fakat son zamanlar nedendir
bilinmez canı sık sık bu yaşlı evde uyanmak, yeni günü eski evde selamlamak
istiyordu. O bunun sebebini de bilmiyor. Ama gönlüne onun burada geçirdiği
gençlik çağı, şimdi kendisinden kopup kalıyormuş gibi geliyor. Sanki gençlik
kendisinden ayrılmış burada yaşıyor, kendi kendine devam ediyor gibi... Sonra
bir de çakırkeyif haline kendi kendine yoldaş oluyor, farkına bile varmadan
baba ocağına doğru yola düşüyordu...
Kendi kendine ağzında bir parça türkü onu sakız edip evire
çevire gelmekte olan Berdi “Abi, selâmünaleyküm” diyen sesi işitti, yana döndü.
- O-hoo, Aydoğdu-can,
nasılsın ya hu?! Kolay gelsin...
- Sağ ol, abi. Daha yeni mal sağanları yolcu ettim. Hadi, gel
hadi eve girelim.
Avluya girer girmez Aydoğdu el yıkatmak için su getirmeye
gitti. Berdi ise birazcık sallanıp yağmurluğunun cebinden kibrit çıkardı ve
sönen sigarasını yaktı.
Tıpkı o eski avlu. Yeni ocak. Bir kenarda kulplu kara kazan
ters çevrilmiş yatıyor. Oradaki, köşedeki kenar direği yukarı kalkmış
laçkalaşmış eşek arabasını alırlardı bir zamanlar, Aydoğdu ile birlikte kışın
yakmak için kuru çöl çalıları taşırlardı. O günler artık ne kadar yabancı, ne
kadar uzak. Berdi güzel gözlerini süzüp, hüzünle gülümsedi. Dudağından düşen
sigarasını ayakkabısının ökçesiyle ezdi...
- Hadi, önce bir
babamızla selamlaşalım, daha sonra...
- Evet, öyle yapalım.
Abi kardeş birbirinin ardı sıra içeri girdiklerinde Fermancık
dedesine daha da yaklaştı. Berdi eşiği geçer geçmez durduğu yerden iki elini
birbirine yaklaştırıp öne uzattı:
- Selâmünaleyküm!
Rahman Ağa ona dik dik baktı, sonra yavaşça yerinden kalkıp
tokalaştı:
- Ve aleykümselâm babacık, sağlık mı? Sağlık esenlik mi?
Hadi, geç otur...
Aydoğdu, hanımının demleyip getirdiği çayı, çaydanlıktan bir
iki sefer kâseye koyup sonra geri çaydanlığa boşalttı ve: “Ferman, hadi sen diğer
odaya git” diye, oğluna başıyla işaret etti.
Çocuk önce Berdi’nin, sonra dedesinin yüzüne bir şeyler
soracak gibi bakıp yerinden kalktı. Tam gidecekken Berdi onu durdurdu:
- Dursana bir sen! Sen
ne diye bana selam vermiyorsun, bana? Ha?!
- “Selâmünaleyküm,
amca” dedim ya. Sen duymadın...
Çocuğun kâse gibi iri, menevişli gözlerinden yaş akmaya
başladı.
- Sulu göz olma!
Aydoğdu edebinden sesini çıkarmadı. Rahman Ağa:
- Hadi, sen de çocukla denk olup durmasana. Var, var kuzum.
Bu gün kendi evinizde yat, diye torununu gönderdi.
Ferman dışarı çıktı. Beş altı adım attıktan sonra dönüp geri
baktı. Ağacın sallanıp duran gölgesine gözü düşüp irkildi. Sonra annesinin
arkasından koştu, öteki evin kapısını şakkadak kapadı.
Koca, kâsesine çay koydu. Evde sobanın üstündeki yeşil
çaydanlığın cızırtısından başka ses seda yok. Can sıkıcı cızırtı şimdi gittikçe
güçlenip, yakın bir yerde taşlara çarpa çarpa akan deli bir derenin şarıltısı
gibi korkunç gürlüyor, dalgalarını kıyıya vuruyor, Rahman Ağayı boğdu boğacak.
Çaydanlığın emziğinden çıkan buhar ise sise dumana dönüp onun gözünü perdeledi
perdeliyor. Sonra duman duruldu. Asudelik. Onun geçen akşam gördüğü rüya
hayalinde yeni baştan tekrarlanıyordu.
... Uzun tüylü siyah bir Türkmen kalpağı giymiş koca,
devesini yederek avluya girdi. “Ih, çök!” diye devenin yularına bağlı ipi
salladı. Çölden kesilip alınmış çalının güzel kokusu çevreye yayıldı gitti.
Sonra o devesini kaldırıp avludan çıkmaya davrandı. Sonra birden aklına bir şey
gelmiş gibi birazcık durdu, geri döndü:
- Irahman, dedi, oğlum... Benim el-alemden bir üstünlüğüm de
yoktu. Ama...
O sözünü bitirmeden yavaş yavaş gözden yitti gitti.
Rahman Ağa “Babam rahmetli...” diye fısıldadı.
Çaydanlığın cızırtısı azalıyordu. Fokurtu yavaş yavaş azaldı,
sonra dindi. O kulaklarını örten içi tüylü basit kalpağını çıkarıp kenara
koydu. İhtiyarın alnı damla damla tere batmıştı. Aydoğdu kara kara düşünerek onun yüzüne göz
gezdirdi: “Babamız da yaşlanıyor yahu. Onu avluda sağa sola kımıldarken görmek
bile dünyalara değer... Böyleyken bunun yaptığı biraz çizmeyi aşmak gibi
geliyor bana. Kendisi de bir tuhaf. Ya “ağa” “ağa” diye bunu iyice tepemize mi
çıkardık ne? Her şeyin bir haddi hududu olmalı. Adam kendisine gösterilen
saygıyı hürmeti anlamasa sonu kötüye varacak anlaşılan...”
Berdi cebinden katları bozulmuş, kırış kırış olmuş mendilini
çıkardı ve yenindeki kireç izlerini silmeye başladı. Rahman Ağa çayından büyük
bir yudum alıp oturuşunu değiştirdi:
- Çayını soğutma. Sıcak sıcak iç, sonra da iç odaya geçip
yat. Evine de artık yarın dönersin.
Berdi bağdaş kurdu, yerine iyice yerleşti:
- Dur bi dakka... Şu, şu an siz, ikiniz de bana sarhoş demek
istiyorsunuz. Öyle bile olsam kime ne? Ha?! Sonra da, duyuyor musunuz, “El gün
ne der, başka da şu olur bu olur...” gibi boş lafları da bir kenara koyun...
Onun elindeki kâsesi çalkalanıp, çayın yarısı döküldü.
Kocanın kaşları çatıldı. Aydoğdu’nun yüzü gök gürültüsüne hazırlanan bulut gibi
ala boz oldu. Berdi kâsesini güllü keçenin üstüne koydu. Bir eliyle yere
dayandı diğer elini havada salladı ve:
- Biz de bitmişiz be... Üç dört kilometre yerden sürünüp
geliyoruz... Sizi falan adamdan sayıp...
Aydoğdu farkına bile varmadan sıçradı, yerinden kalktı:
- Ne dedin?!
O “Otur” diyen güçlü sesi işitip, babasının yüzüne bakamadan,
başını önüne eğdi ve yerine geçti. Birden yüzünün rengi değişmişti. Berdi bir
an kendi yaptığına şaşırdı, donup kaldı. Sonra acele etmeden ayakkabısını giydi
ve dışarı çıktı. Soğuk rüzgâra yumuşak saçını okşatıp, yer ölçüyormuş gibi
büyük adımlar atarak avludan çıktı gitti. Aklında o yana bu yana çevirip
durduğu şu tek bir sualle hızlı hızlı gidiyor: “Nasıl oldu da oldu? Allah Allah,
nasıl oldu?” Yolun kenarındaki yaşlı dutun siluetine gözü düşünce adımlarını
yavaşlattı. Kendini himaye edecek birini bulmuş gibi oldu. Bilinmez birisine
içini dökmese olmayacaktı sanki. Yutkundu. Ta şu ötelerdeki tepelerin ardına
geçip bağıra bağıra içini boşaltsan nasıl olur acaba? Yok. Gece gece hiç
olmayacak şeyler bunlar. Çabucak eve varıp yatmalı. Hava da bir tuhaf... Hemen
yağmur yağmaya başlayacak gibi. Kocaman ak yıldız. Ak yıldız, apak yıldız.
İşte, o da dalga dalga dalgalanıp gelen kara bulutların arasında yitip gitti. Rüzgâr
güçlendi. Kaygıyla esip kendini dağlara derelere vurdu. Çıplak meydanda kalpak
gibi yuvarlak büyükçe kuru otları sağa sola fırlatıp göğe savurdu, ama yine de
sakinleşemedi. Ve sonra, sessiz sedasız kara bayırlardan yokuş aşağı indi ve
Berdi’nin yağmurluğunun yakasını, yenini doldurup dışında dalgalandı. Berdi’nin
yüreği bir şeyler seziyor gibi oldu fakat o onun ne olduğunu tam anlayamadı. Şu
anda nedendir bilinmez, kendini sahipsiz gibi hissetti. Gönlüne hasret bulanmış
delikanlı omuzlarını çekmiş, o bir gidişine gitmekte. Rüzgâr onun yakasını
havalandırdı, başını okşayıp yoluna devam etti. Avare yeli anlamadılar. Acaba,
bu başıboş rüzgârın başında ne hayaller vardı? İşte sonunda, kendini zar zor
karşıdaki, yağmurdan yağıştan iyice kararmış çardağa atabildi. Arada, bu deli rüzgâr
annesiyle karşılaşan naçar lal gibi zarın zarın inledi... Ağladı... Sonra yavaş
yavaş sakinleşti.
Berdi kuruyan dut ağacının yanına vardı, kenarı kara çayırlı,
turna gözü gibi duru suyu dolu dolu akan dereciğin yanına oturdu. Elini yüzünü
yıkadı. “Bu günler bana neler oluyor böyle?” Bu soruya onun kendisi de şaşırdı.
“... Çocuklar bile benden kaçıyorlar. Bir de ziyaretimden hoşlanmayan, yine de
hissettirmemeye çalışanlar var. Hey gidi namertler, artık beni yoldan çıkmış mı
sayıyorsunuz? Cehenneme gidin. Belki de sizin gibi yoldaşım olacağına yalnız
gezsem iyidir. Geçer elbet bunlar da... fazla uzun sürmez.” O geldiği yere
baktı. Kaşları çatıldı gitti. “Aydoğdu iyi yapmadı... Yok iyi yapmadı. O benim
kim olduğumu biliyor hâlbuki... Fakat... ey, yok ya, ben şimdi babamın yüzüne
nasıl bakarım. Yoksa şimdi doğru geri dönüp, işi sarhoşluğa vursam, eve girip
yatıversem mi? Ya da gidip Şirin ile Rahmetcan’ı alıp, baba ocağına mı varsam?
Yok. Bu gece vakti gelinle bu çocuğu rahat bıraksan olmaz mıydı der. Böyle
gidivermek de bir çeşit... Olacak şey değil. Yarın pazar. Bu gün mutlaka baba
evinde yatmalı. Babam ne der acaba? Geri dönmek için de kaplumbağa kabuğu gibi
yüz gerek ayrıca... Hadi, yürü bir bakalım, yürü, yürü...
Yerinden kalktı ve yine koca dutu inceledi. Kurumuş gitmiş.
Basit bir siluete dönmüş. Bir zamanlar sırtında ak atleti bunun üstüne çıkıp
dut yerdi. Onun türküsü derenin çağıltısına, kuşların cıvıltısına karışır
giderdi:
...Hıvabad’ın ağaçları
Şağ şağ eder kuşları.
Biz Hıvabat’tan ayrılsak
Yıkılsın ağaçları...
Berdi’nin hayallere dalmış gözlerine tekrar ışık geldi. O
başını hafifçe aşağı eğip, geri baba ocağına yöneldi. Hava epey açılmış.
Karşıdaki yüksek bayırların yokuşlarına ayın şulesi düşmekte. Yol. Bu yol, evet
bu yol onun kendi yolu. Bu yoldan yavaş yavaş gidiyor... İşte, birden yeni yeni
bıyıkları terlemeye başladığı delikanlılık çağında kendi kafasından uydurduğu
türkü aklına geldi. Gülümsedi...
...Dağlar ağardığı zaman,
Otu sarardığı zaman,
Uzak yurda giderim
Yollar çağırdığı zaman.
Çay boyunun dalları,
Eser saba yelleri...
(Türk Edebiyatı, Arafat Dağı)
Yorumlar
Yorum Gönder