BENİM TUHAF SEVGİM
Ahmet Halmırat
Çeviren: Hüdayi Can
Çeviren: Hüdayi Can
Maralkeyik’in aydınlık hatırasına...
Aslında hiç kimseye söylenmeyecek,
kimseye gösterilmeyecek bir gizli bölge saydığım iç âlemimi bugün nasıl oluyor
da tanıyayım ya da tanımayayım herkese açmak istiyorum, bu istek hangi tenakuza
vurgun köşesinden çıkıyor benliğimin bir türlü anlayamamıştım başta. Şimdi ise,
ne korkum var ne de şüphem. Tersine kendim anlarım, kendi içimde açarım, hadi o
da olmadı diyelim en azından bir kez daha kendi güzel dünyamda, belki bir
lahzalık tekrar yaşama fırsatı yakalamış olurum, diyorum. Zaten her halükarda
kalbini şu ufukta silueti görülen bayırların eteğinde bir tablo gibi donup
kalmış güz hüzünleri içine işlemiş keçi yollarına, adamın içini delip geçen
eşkıya rüzgârlardan teselli arayan ve fakat gidecek yer bulamayan, sürüsü
çoktan göçmüş, kendisi yollarda kalmış yaralı kazlara, yer yer aklına gelen,
gelip de gönlünü bembeyaz bir ışık huzmesiyle yıkayan eninde sonunda varılacak
aydın kenara... bir iz, bir hatıra bırakayım da öyle gideyim diyen bir adamın
açık seçik konuşması da, her ne kadar kendini anlatmaya çalışsan da, bu hesap-sever
durgun beyinliler için bir sır olmaktan öteye geçemez, ya anlayanlar,
anlayabilecekler diye sormak geçse aklından, onlar da benimle birdir aslında,
biz aynı kişiyizdir. Demek, ben bunu kendi kendime anlatıyorum.
Her halde bu tuhaf hikmet benim
başımda imiş ha, diyen ve kendi haline kendi şaşıran adam benim. Bir taraftan
da hemen kendi kendimi teselli etmeye içimi avutmaya çalışıyorum. Avare şair,
diyorum, ham hayal kıssacı, kendini yollara vurmuş derviş olursun da hiç böyle
kısmet sana uğramadan bir yana geçer mi, desene. Ama ne zaman bu telkinlerimin arasına
birazcık ara girse, benden hiç gözünü ayırmayan kendi gözlerim acıyan gözlerle
bana bakıyorlar, sonra gerçeği bütün çıplaklığıyla söyleyip kayboluyorlar.
Aslında, diyorlar, sen kendin de bundan başka bir şey istiyor değildin... Ve
istediğin gibi de oldu işte sonunda. Bir suçlu arıyorsan, o sensin...
... Sonunda öyle bir gün geldi, ben
beş yılımı her dersten pekiyi çekerek okumuş olsam da okuldan maalesef boş
çıktığıma kanaat getirdim. Evet, yazık ki çektiğim beşliklerin beni boşluktan
çekecek güçleri yoktu. Ve tekrar kitapların ummanına gark olup gittim. Doğrusu
benim bilmekten, öğrenmekten, akıl yetirmeye çalışmaktan başka maksadım yoktu.
Güya muhteşem bir eser inşa yazıyormuşum gibi kendi kendimi yazmaya giriştim...
Elbette ben buna üzülmüyorum, ama serap gibi bir kemal düşünün peşine düşüp
böyle acayip yanlışın içine düşeceğimi tahmin edemezdim. Cevher gibi
saflaşırım, deniz gibi sevginin sırrına, genc ü hazinesine dönerim
sanıyordum... Ne diyorum ben, yani öyle olmadı mı bu da bir bakıma?!
Bir gün benim çalışma odamdaki
telefon çaldı.
- Alo, acaba orası
kütüphane mi? Selam!
- Hayır, kütüphane
değil, ama biraz kütüphaneye benzeyen bir yer...
- Affedersiniz,
kütüphaneye benzeyen bir yer nasıl bir yer olur? Neresi olur?
- Nasıl anlatayım? Burası bir garip
şairin bütün çalışanlar evine yurduna dağıldıktan sonra tek başına kaldığı, tan
yeri ağarıncaya kadar istediği gibi rahat rahat çalıştığı bir yer. Kim bilir,
birden canınız şiir dinlemek isterse, ya da canınız sıkılır da her hangi
birisiyle sohbet etmek isterseniz, istediğiniz zaman bu numarayı
çevirebilirsiniz...
- Tuhaf... Bay-bay.
Pardon.
O an için öylesine, düşünmeden
söylediğim bu sözlerin sonradan bu şekilde dönüp dolaşacağı, sonra da gelip
başıma dolanacağı doğrusu aklımın ucundan da geçmezdi. Gecenin bir vakti yine
telefon çaldı. Gündüz telefon eden yabancı kızın tanış sesi...
- Umarım garip şairin uykusunu
bölmemişimdir.
Gerçekten de, yarı uykulu, yarı
uyanık bir haldeydim. Onun için her zaman doğruyu söylemek gerektir prensibime
göre cevap verdim:
- Ben uyanıkken de
uykuda gibiyimdir, sanki bir rüyanın içinde yaşarım.
- Affedersiniz, siz istediğim zaman
telefon edebileceğimi söylemiştiniz. Belki de o zaman söylediğiniz şakaydı,
tabii neden olmasın. Ama siz, gerçekten de şair misiniz?
- İşin doğrusu bunu ben de tam olarak
bilmiyorum. Ama bir şey var, söz denilen şey beni hiç kendi halime koymuyor.
Sonra bir de tabiplerin, eski zaman hekimlerin insan ayağı basmamış yerlerde
şifalı bitki topladıkları gibi ben de kelimeleri, fikirleri, duyguları birbirinden
ayırmak için, tanımak için kafa yoruyorum işte.
- Ben daha önce hiçbir şairle
konuşmamıştım. Çalışmalarınıza engel olmayacaksa bana bir şiir okuyabilir
misiniz? Hem unutmayın, söz de vermiştiniz.
- Şaka yapmıyorsunuz
değil mi?
- Çok ciddiyim, inanın
lütfen.
- Peki, madem öyle dikkatlice
dinleyin. Ben size “Söz Hakkında Söz” adlı bir şiir okuyacağım.
- Dinliyorum.
“Suv” diyen söz “guv” sözüne
meňzeşdir,
“Suv” diyen söz meňzeşdir “luv”
sözüne,
Aňlasan buların barı demdeşdir-
Alısdakı göm-gök “arzuv” sözüne.
“Yaz” diyen söz “yar” sözüne
meňzeşdir,
“Gış” sözünden çisňäp durandır
“yagış”
“Tomus” ıssı sözün yâdına salar,
“Güyz” sözünün “küyseg” manısı
barmış.
Söz sözleseň, saylap sözle
söz-me-söz,
Söz söze yakındır, söz söze daşdır.
Söz aytmazdan sözläp duranı üçin,
“Göz” diyen söz “söz” sözüne
meňzeşdir.[1]
- Boje moy![2]
Bu okuduğunuz bulmaca gibi bir şeymiş.
Ben biyoloğum. Beni ayıplamayın. Bir kez daha tekrar edebilir misiniz...
Sonra bu şiiri ben tekrar
okuyuverdim. Biyolog kız halinden memnun, ertesi gün aynı saatlerde telefon
edeceğini söyleyip vedalaştı.
İşte böylelikle bizim telefonlu
sohbetlerimiz başlamış oldu. Elbette, benim hayatımda sevgiye benzer bir şeyler
olmuştu, yanıma gelip giden, telefon edip usandıran kızlar da yok değildi, ama
ben bunu onlara benzetmemek için acayip bir hayale el uzattım. O benim şartımı
hayretler içinde, hem de sevinçle kabul etti. Benin adım sadece Şair olacaktı,
ona da ben kendi isteğime göre Selviniyaz ismini verdim. Çünkü uzun zamandır
kendi hayal dünyamdaki güzel kıza “Selam, Selviniyaz” diye hitap ettiğimi, bu
adın her nedense hoşuma gittiğini söylediğim zaman o karşı çıkmadı. O istediği
zaman bana telefon edecekti. Böylelikle, bizim yarı şaka yarı ciddi, yarı hakiki
yarı hayal dünyamız kuruldu. Ben ona Yesenin’den, Bayron’dan, Blok’tan,
İtalyan, Japon şairlerinden şiir okuyordum. Belki bana öyle gelmiştir, sanki o
benim kendi şiirlerimden daha fazla hoşlanıyor gibiydi. O bana tekrar tekrar
“Etekkale’de teşrin” adlı şiirimi okuturdu...
...Yeşil ardıçlı yalçın kemerde,
uçurumda
Salkım salkım bulutlar boz boz...
koyu koyu...
Güvercinler, kumrularsa çatıda
Söyleşirler, fısıldarlar... gu-gu...
gu-gu...
Yola revan güzün göçünde,
Tan yelinin salındığı bahçede.
Ah, benim gizli sevgimin üstüne,
Ah, benim utangaç sevgimin üstüne,
Ya yağmur yağar, ya kar,
Ya yağmur yağar, ya kar...
Ya yağmur yağar, ya kar,
Ya yağmur yağar, ya kar...
- Biliyor musunuz Şair, ne diyeceğim?
Ben bazen hayalimde, bazen de aynanın karşısına geçip sizinle konuşuyorum. Ben
sizin bu şiirinizi şarkıya çevirdim. Dinleyin...
O piyanonun tuşlarına dokunup,
şarkısını mırıldanmaya başladı: “Ya-a-a yağmur yağar, ya-a-a kar... Ya-a-a
yağmur yağar, ya-a-a kar... “
- Şair biyolog kızla
yüz yüze buluşmak istemez mi acaba?
- Göle konmuş kuğu
gibi seni ürkütmekten korkuyorum. Benim gönlüme, sen, durmadan boy atmış çayır
çimeni ezerek, beyaz çiçeklerle donanmış meydanda yalın ayak koşuyor gibi
geliyorsun... Sana “Selam, Selviniyaz! Sunam, Selviniyaz!”diyesim geliyor...
- Bu gün birbirimizin
yanından selamlaşmadan geçip gitmiş olmamız da mümkün...
- Otobüste ya da troleybüste
beraber bir koltukta oturmuş olmamız da mümkün. Ben uzun, kara yağız, siyah
saçlı...
- Ben de uzun boylu,
beyaz yüzlü, siyah saçlı...
- Ben seni kaybederim
diye korkuyorum, Selviniyaz!
- Ben de... Çok
korkuyorum...
- Benim sana doğru
koşasım geliyor, Selviniyaz!
- Ben korkuyorum...
Şiir okusana?
- Yeni yazdığım şiiri
okuyayım mı?
- Okusana...
Asya!
Asya!
Mahzun Asya!
Sen halim oğlundan olma asi ah...
Bir gün ak kayanda çiçek olur açarım,
Rengim asuman gibi ve biraz siyah.
Gören hayret eder,
Hiç yetmez aklı-
Taşların yüreğine sevgi sığmamıştır.
Bunu eni-konu, hey, bilen var mı?
Ben behiştin çiçeği, adım-rızvandır!
- Alo! Alo! Sen
nerdesin? Ben seni görmek istiyorum, Rızvan! Rızvan! Duyuyor musun, ben seni
görmek istiyorum!
- Sunam, Selviniyaz...
- Rızvan, senin adın
ne olursa olsun, ben sana Rızvan diyeceğim...
- Sunam, Selviniyaz...
... Şimdi bunu yazgı ya da kısmet
diye izah etmeye çalışıp durmanın gereği yok. Ben niçin böyle akılsız ve
korkunç bir oyuna giriştim ki? Hiç bu olası şey mi desene? Ne diye senin iş
yerini, ev adresini ya da telefon numaranı bir yere yazıp koymadım acaba? Kaldı
ki ben senin daha adını bile bilmiyorum ki... Senin de bütün bildiğin sadece
benin iş telefonum. Sen benim daha yazı işlerinde çalıştığımı bile bilmiyorsun
sanırım... Sana ne oldu? Sen niçin bana telefon etmiyorsun, Selviniyaz! Ben
seni nerede arayayım? Önümden çıksan da ben seni tanıyabilecek değilim! Ben ne
yapmalıyım? Beklememeliyim. Peki ne yapmalıyım? Bu bitmez tükenmez sualler
benim aklımı başımdan aldı. Kime ne soracağımı, nasıl açıklayacağımı
bilemiyorum. Yaklaşık bir hafta, on gün kadar gözümü telefondan ayırmadan
oturduktan sonra iyice fenalaşıp hastaneye düştüm. Hastaneden çıkıncaya kadar
dostum benim yerime oturup nöbetçilik etti... Çalışma masasının üstündeki camın
altına koyduğum yazı ne zamandır sararıp solup gitti: Rica ediyorum! Kim “Şair
ya da Rızvan var mı diye sorsa, adını soyadını, adresini, telefon numarasını
not alın! Mutlaka alın!”
Sonra benim telefon numaram değişti,
çalıştığım yer değişti, gam-tasa değişti... Ben o zamanki telefonumun yeni
sahibini bulup, ona da bu notu bıraktım. Ama bu hicranın hiç sonu gelmedi. Sana
ne oldu Selviniyaz? Seni neredesin, seni nasıl aramalı Selviniyaz? Sen beni
ara, bul artık, Selviniyaz!
Ben bir başka dünyadan bu dünyaya,
yalnızlık dünyasına sürgün edilmiş gibi oldum bak!
Şiirlerimi, sana okuduğum şiirlerimi dergilerde
basmıyorlar. Bassalar sen benim adımı soyadımı bilirdin. Sen neredesin? Sana ne
oldu, Selviniyaz?
Benim canım dostum üç dört defa
ilginç bir deneme yapmış. O bir yere toplanmış kızlar topluluğunun yanına varıp
“Selviniyaz!” diye bağırmış. Bir keresinde bir kız ona “Evet? Ben Selviniyaz’ım.
Siz kimsiniz? Ben sizi tanıyamadım.” dediğinde o sevincinden neredeyse kuş olup
uçacakmış. Ama telefonlu, şairli meseleyi anlatmaya çalıştığında ise, “Sen, kardeş, şakalaşacak başka adam
bul.” Demiş, kızmış, gitmiş.
Böylece, aylar geçti, yıllar geçti.
Benim koyu siyah saçlarım ağarıp gitti...
Şimdi ben “Selam, Selviniyaz”
şarkısını dinleyemiyorum. Çoğu zaman uzun bir yolculuğa çıkacağım zamanlar ya
da bozkırda, dağda belde tek başıma gezerken, söze sığmayan şekillere bir an
için baksam, koyu siyah saçlı, kaşları kalemle çizilmiş gibi tanıdığım,
tanımadığım kızları gelinleri görsem, kendi güzel ve hüzünlü sevgim aklıma
geliyor...
Ben şimdi o zamandan beri, yalnız gezmekten
hoşlanıyorum, çünkü sadece yalnızken senin varlığını hissedebiliyorum. Ben
şimdi o zamandan beri, ara sıra birden büyük mü büyük bir sevgiye düşecekmişim
gibi, hem korkup hem heyecanlanarak yaşıyorum...
[1]
“Su”
sözü “kuğu” sözüne benzer, / “Su” sözü benziyor “balık” sözüne, / Anlasan
bunların hepsi beraber nefes alırlar / Engindeki masmavi “arzu” sözüyle. //
“Yaz” (yaz Türkmencede Bahar demektir.) sözü “yar” sözüne benzer, / “Kış”
sözünden çiselemektedir “yağış” / Temmuz sıcak sözünü hatırlatır. / “Güz”
sözünün “özlem” manası varmış. // Söz söylesen, seçip söyle söz-be-söz, / Söz
söze yakındır, söz söze uzaktır. / Söz söylemeden söyleyip durduğu için / “Göz” sözü “söz” sözüne benzer.
Yorumlar
Yorum Gönder