KÂĞIT GEMİ

Ahmet Halmırat
Çeviren: Hüdayi Can

Nurmemmet Kakabayev’e dostluk hürmetiyle...

Çerçöpten gömülecek hale gelen bu kadim sel yatağına yine su gelmiş. Onun kenarında, biraz
ileri gidilirse hala tek tük temiz yerler bulunabilir. Suyun genişleyip yavaşladığı tabii
havuzcuğun başında ne zamandan beri üç dört oğlan çocuğu kâğıttan gemi yapıp, suya
bırakarak oynuyorlar. Gözün onlara takılınca çevrenin pisliğini, karma karışık olduğunu
görmüyorsun. Onların bulunduğu yer, bitmez tükenmez genişlik gibi, aydınlık gibi... Bu
çocukların arasında bir büyük adamın da bulunduğunu iyice dikkat etmeyen göz anlayamaz
bile. Anlaşılır gibi mi? Onun hali, çocuklarınkinden beş beter.
... Annamırat köye gelmiş...
Az kirlice şapkalı, yakası -bir zamanlar gayet titizlikle takıldığı anlaşılan, şimdiyse yakışıksız
görülen- kalın ve enli kravatlı, koltuğu dosyalı zayıf adam bu manzarayı bir müddet şaşırarak
seyretti. “Cık cık cık…”
Evet de, senin “Her aklına geleni yapman gerekmez.” diye taştan sert, soğuk ve net fikrin var.
Böyle olunca da alışılmışın birazcık dışına çıkan şey sana hem acayip hem gülünç geliyor.
Bunu ben kesinkes biliyorum. Çünkü öyle olmasa senin adına boşu boşuna “Kesinkes Ayım”
demezlerdi. Üstelik de sen propagandistsin, öğretmensin.
Bir müddet şaşırırsın, sonra gözün gider, uzun uzun seyretmek istersin. Yine de “Böyle
yapacağına git, tarlanı belle, başka işin mi yok!..” diyecek olursun. Fakat onu da diyemezsin,
çünkü onun tarlası yine de seninkine göre iyidir. Onu sen biliyorsun. Daha ne duruyorsun?
Kafanda sürte sürte cerahatli yaraya döndürdüğün yalama fikirlerini tekrarla da gidiver
gideceğin yere... “Şu sığırın sesi de çileden çıkarıyor insanı. Boğa gelmiş. Evet, götürmek
gerek. Eve varsan kocakarı başının etini yer ‘O da insan gibi nihayet, kendini onun yerine
koyup görsene.’ der. Üstesine bir de beş manat vermen gerekiyordur...” Bu durumun
komikliği aklının ucundan bile geçmez de vereceğin beş manata acırsın. “Acaba akşam

televizyonda hangi film var?” akşam yine “Kahpe Felek”i gösterirler. Sen, sanki ilk defa
görüyormuşsun gibi, başına kuş konmuş da kaçırmak istemiyormuşsun gibi, oturup
seyredersin, çocukların biri bile ses çıkarmamalıdır... “Cık cık cık. Bunun yaptığı işe bir bak.”
Evet. O, çocuklarla kâğıttan gemi yapıp, suya bırakıp oynuyor. Ağzını açıp durma da yürü
gideceğin yere.

Köye geleceğini sanmıyorlardı, ama sen geldin. Bu eski sel yatağına da su gelir sanmıyorlardı.
Bizim atalarımız o zamanlar av hayvanlarıyla dolu, çimen çiçekle bezeli olması gereken bu
akarsu boyuna, kim bilir, ne zaman göçüp gelmişlerdir. Yurt tutunmuşlardır, evli olmuşlardır,
illi olmuşlardır. Ondan beri birkaç kez il-ulus yanılmıştır. Devir devranlar dönmüştür. İşte,
şimdi sen sokağı asfaltlı, avlusu musluklu, çeşmeli meşmeli adamsın.
Hani, o akarsuyu nettin, dost? Pınarı mı? Onun devranı geçti. Onun suyu kesildi, o günden
beri köprünün altından çok sular aktı. Kurudu kaldı. Sonra suyun yatağı çöplüğe döndü. Kimin
süprüntüsü, kırık dökük bir şeyi varsa getirdi. Ara babam ara... Ne su alabilecek bir yer, ne de
kurdun kuşun, mal maşatın su içeceği yer kaldı. Her avludan çıkan yolak, dereye inerdi
önceleri, şimdi varıp çöplüğe direniyor. Sadece Annamırat’ın annesi Selviniyaz Ana dediğini
ettirebildi. Ta orda onların evinin önündeki büklüm temiz. Beş on adım çevresi de temiz. O
çilekeş: “Sokak, dere, su, köprü, ağaç... kerametli şeydir.” derdi. Onun söylediklerinin üstüne
varacağınız belliydi. Vardınız bile. İşte, sel yatağına su geldi. Hem de sel ya da bir yerden
kaçıp gelen geçici su değil. Kanalın suyunu pompayla ileri çıkardılar da, arkadaki tarlaya
akıtmak için bu eski su yatağına koyuverdiler. İşte, şimdi gözünü kocaman aç da, bak dur.
Yok, buradan akan suya cesaret edip kovanı daldıramazsın. Bunun içine neler atılmadı ki. En
iyisi ağza almamak bunu…
Musluk suyu kesilince durum daha ilginç, eğlenceli hal alıyor. Komşular, biri ötekinden saklı
gelip, dereden akan suya bakıp bakıp gidiyor. Çabucak geri dönseydi deyip, öteki biri
avlusundan boynunu uzatıyor, bir şeylerle uğraşıyormuş gibi ileri geri ayak sürüyor. İşte,
şimdi ettiğinizi bulun, ektiğinizi biçin.
... O, oğlancıklarla derenin başında oturup, kâğıttan gemiler yapıyor, suya bırakıp oynuyor.
Dalgaların üstünde ine kalka giden gemi suyun köşeye çarpıp burulduğu yere ulaşıyor da
birden alabora oluyor. O yapıyor, oğlancıklar ise sırayla gemilerini suya bırakıp yüzdürüyor,
sonra tekrar sıralarını bekliyorlar.
Bırak, yavrucuk, bırak. Belki, senin gemiciğin girdaptan sağ salim geçer. Nihayet biri olsun
geçmeli değil mi? Bırak, yavrucuk gemiciğini…
“Anam, gönlünü temiz tutana sıkıntı yoktur derdi...” O kendisi için yine derin bir hakikat
keşfetti. Onun elinin değdiği her şey adeta mukaddesleşmiş. Tandırı, ekmeklere çiçekten
nakışlar kondurduğu dürtgüçü, ekmeği tandıra koyarken eline geçirdiği repidesi, kışın başına

attığı küçük kaftan, orağı ve sairesi... İşte, bu dere büklümü de, onunla yıldızı barışan adamlar
da… Birden o pek anlaşamadığı kardeşinden de sadece onun oğlu olduğu için hoşlandığını
anladı. Onunla ilgili her şey yavaş yavaş mukaddesleşiyor. O, gönlünün sıcak söze muhtaç
olduğuna daha şimdi şimdi tam anlamıyla akıl erdirmeye başladı. O dediğin söz de bir
çocukların, bir de Suna Ana gibi helal süt emmişlerin ağzından çıkıyor. Başkalarında da var,
lakin onlar bu sözleri bir türlü söyleyemiyorlar. Gerçi sandıkta var, ama sandığın anahtarı yok,
anahtarını yitirmişler.
İki üç günden beri Suna Ana da görünmüyor. Bir yana mı gitti acaba? Belki de
rahatsızlanmıştır. Bahçe kapısının önüne çıkıp oturması vardı ihtiyarın. Sen şimdi ondan daha
önce işitmiş olduğun sözlerle gönlünü ısıtmak ve bununla yetinip geçip gitmek zorunda
kalmazsın inşallah. Hani başka ilacın da yok gibi, Annamırat.
“- Gözüne gözüm düşse, anan aklıma düşüyor, balam. Gözsüz ecel, gözüne budak mı kaçmış
ne, beni görmedi. Varacağı kapıyı karıştırdı da...”
“- Öyle deme, Suna Ana.”
“- Vaah, bunu demeyeyim de ne diyeyim. Gül yüzün soluk, rengin kefen bezi gibi. Canın sağ
mı hiç değilse? Günün muradın nasıl, kuzum?”
“- Şükür, iyi.”
“- Ay, başın dik olsa yeter. Öyle, karamsar olma. Sana yaraşmaz. Sen Selviniyaz’ın oğlusun.
Vah Selviniyaz, vah...”
“- Suna Ana, ben gideyim.”
“- Git, kuzum. Git boyuna posuna kurban olduğum. Allah sağlık sıhhat versin. Her seher duam
budur. Yolun ak olsun, yoldaşın Hak. Hıdır-İlyas yardım etsin... Kum diye avuçladığın altın
olsun...”
Onun söylediği sözler dertli yüreğe tılsım, yorgun gönle huzur. Ama ne yazık ki bütün insanlar
Suna Ana gibi değil. Selam verip denginden geçip gidersin, onlar da selamını alıp arkandan
manalı manalı bakarlar. Ondan sonra da...
- İçlerinde bir şu oğlu biraz akıllı gibiydi amma...
O çokbilmiş arkasını söylemez de susar. Öteki duran ise, yedi kat yerin altında yılan gevşese
bilen kişi tavrını takınır da lütfedip fısıldar:
- Değişmiş, değişmiş. Arada mezarlıkta da yalnız görmüşler. Anasının mezarının yanında kazık
gibi dikelip durasıymış...
- Laf aramızda hani...
- Hımm, ya?!
- Yaa.

- Hatta karısını birisiyle yakalayasıymış diyorlar. Şehirde gül gibi işi vardı, şimdi tutmuş pamuk
fabrikasında işe girecekmiş. Bunun hareketleri de bir garip... Cinli perili gibi…
Ne zamandır sağa sola bakınıp duran da lafa katılır. Ne demek istediğini anlamak ben diyen
adamın kârı değildir.
- Bu bahsettiğiniz, kitaplarını da konu komşunun çocuklarına dağıtıyormuş. Çocuklar okusa
bari. Yani, şey de...
O şimdi meraklı gözlerini benim yüzüme dikiyor. Benim de buna benzer bir şeyler söylememi
istiyor. Gözleriyle sürekli yalvarmakta. Bana deseniz “Hadi, lal mı kesildin? Versene bunlara
cevabını.” diyecek bir adam lazım. Bunu kendime söylemek yine kendime düştü. Maalesef
kendim de bunlardan çok farklı bir mahlûk değilim. Eğer öyle olmasam susmazdım ya. Bırakın
susmayı, asla bunların yakınında da görünmezdim.
Diyecek diyecek olup yarılacak hale gelinceye kadar, bu lafın başına başlayan sonundan çıkar.
Sonra o sütten çıkmış ak kaşık olur da ötekilerin hepsini tersyüz eder koyuverir.
- Hadi, arkadaşlar, burada olmayan birinin arkasından konuşmayalım. Yaptığımız iyi iş değil,
arkadaşlar. Bir de akraba olacaksınız. Siz böyle derseniz, elin oğlu ne demez? Eli bilmiyor
musunuz?
Bir tek sen suç işlemiş gibi olur kalırsın. Ötekiler ise... Önce “değişmiş” diyen değişir.
- El dediğine laf gerek. Sanki karısından ayrılan kıt mı?
- Bir tek o muymuş?
- Boşanmak istesem ben de boşanırım.
- Selamlı sabahlı, sözü sohbeti yerinde... İyi çocuk...
Sonra onlar ağız birliği etmiş gibi birbiri arkasına giderler. Sanki… Sanki hiçbir şey olmamış
gibi. Onların kendi aralarında geliştirdikleri karşılıklı gizli nefretleri bir miktar artmadıysa
başka artan ya da azalan şey yoktur.
O vakadan sonra kendime daha fazla gönül koymaya başladım. Ya ben kabalık ettim ya da
sen beni anlamadın. Ama ne de olsa yüreğimdekini söyledim. Bu sözü sana söyleme hakkımın
olduğunu hissettim. Sana doğru bir adım attım...
Karından ayrıldığın doğru. Sen ne kadar sır bildirmemeye çalışsan da ağır yükün altında
kaldığın belli. Şakaklarındaki aklar her gün biraz daha artıyor sanki. Kim bilir, belki de benim
gönlüme öyle geliyordur.
Bazen karşılaşıyoruz, o zaman da nasılsın, iyi misin muhabbetinden öte geçemeden vedalaşıp
gidiyorum. İçtenmiş gibi davranmayı da beceremiyorum. O seferkini sorarsan... Senin para
sıkıntısı çektiğin her halinden belliydi. Onu bilmek için çaba sarf etmeye gerek var mı?

- Annamırat, hani bir dakika beklesene ya hu... – Sen canını dişine takıp gülümsemek
istiyorsun.- Şey demek istiyorum. Sen gönlüne alma lakin... İşte, bu gün bana işinde “başarılı”
oldun diye şunu verdiler. Prim. Sen...
- Yok, yok.
- “Yok” deme, Annam.
Ben kırk manatı sana uzattım. Fakat senin almayacağını artık adım gibi biliyorum. Parayı
uzatan elim bir tuhaf yavaş yavaş soğuyor gibiydi. Yine de bir çıkış yolu aradım. Ben
samimiydim.
- Bu fazla bir şey değil, Annam. Böyle yapmasana...
- İhtiyacım yok. Anlıyor musun?
- Gel, öyleyse paylaşalım. Yarı sana yarı bana... Olmazsa, borç al, zamanla ödersin.
Ondan sonra sen samimiyetle tebessüm ettin. Sanki yüzün nurlandı. Ben alırsın ümidiyle
vermiştim. Fakat sen almadın. Paran ise yoktu, eğer varsa bile çok az olmalı, bu gün bayiden
gazete, dergi aldığını, sonra da okuyup geri verdiğini, özellikle sen de işit diyor gibi, benim
yanımda alaylı bir şekilde anlatmışlardı. Ben de aynen şu an yaptığım gibi susmuştum.
Küçükken ikimiz hep beraber gezerdik. Sen beni diğerlerinden daha fazla severdin. Bu
adamlar da bir tuhaf. İşte, şimdi onlar bu hareketleriyle benden öç alıyorlar. Benim tek
maksadım hâlâ güvenilir bir arkadaş olduğumu hissettirmekti. Çünkü araya giren uzun yıllar,
dipsiz denize dönüp hepimizi bir kenara atmış. İşte, şimdi de sen bu hareketinle beni zor
durumda bırakmaktasın...
- Şimdilik ihtiyacım yok. Duyuyor musun? Lazım olursa, kendim söylerim. Anlaştık değil mi?
Sen bunları söyledin de benim omzuma elini koyup, vedalaştın ve gittin. Ya ben, bir çeşit
aşağılandığım hissine kapılıp, bakakaldım. Almalıydın, en nihayet… En azından gönlüm için.
Her ne olursa olsun senin şu dünyası dar adamların hareketine sözüne kulak asmaman iyi bir
şey.

... İşte, bir gün de ansızın gelişin gibi birden sırra kadem bastın. Gelmemiş gibi, gelmeyecek
gibi...
Şu eski dere yatağına da su gelmeyecek gibiydi değil mi? Ama geldi. Sen de gelirsin.
Gelmesen olmaz ya. Çocuklar da sen gittin gideli kâğıt gemilerini yüzdürmüyorlar. Belki onlar
kağıttan gemi yapmayı bilmiyorlardır?!
Bu fikir benim dünyamı büyük bir keşif gibi aydınlattı. Gerçekten de her devrin çocukları
kendilerine has meşhur oyunlarını oynamazlar mıydı? Eğer sen öğretmediysen onların
yapmayı bilmiyor olmaları ihtimali de yok değil hani. Öğretirim, mutlaka öğretirim...

Ben elimdeki gazeteden bir sayfa yırtıp aldım da sizin oynadığınız yere varıp güzel bir gemi
yaptım. Meğer unutmamışım. Harika bir gemi oldu. Sonra onu yavaşça suya bıraktım.
Ağır ağır yüzmeye başlayan gemim sonra hızlandı ve yüzdü gitti. Şaşılası şey, o suyun kıvrıldığı
yerde de alabora olmadı. O bir müddet döndü de girdaptan sağ salim çıktı. Yine ağır ağır
yoluna devam etti. Fakat nedendir bilinmez ben buna sevinemiyorum.
O, büyük, güzel, gerçek bir gemi gibi, yavaş yavaş gözden kayboldu gitti. Birden bir anlamsız,
bir büyük hüzün yüreğime doldu. Sanki sen oğlancıklarla en son gemide sılaya, ata vatana
doğru yüzüp gitmişsin gibi, ben de unutulup, insiz cinsiz ıssız sahilde tek başıma arkanızdan
bakakalmışım gibi…

(Dergâh, Arafat Dağı)

Yorumlar

Popüler Yayınlar