KOÇ KADERİ
Govşutgeldi Danatarov
Çeviren: Hüdayi Can
Bahar kırkımı bittikten sonra köydeki ailelerin şahsi koyunlarını otlatan çoban Nagım Ağa: “Davarların iki kuşağı buna ait. Mergen, koçunu götür! Hayırlı hayvanmış, işimize yaradı, Allah razı olsun, elin gözün dert görmesin.” dedi.
Henüz gücü kaçan koç da değil ama, çoban halkı işte, dediğim dedik…
Alıp geldim, fakat koçumla ikimize evde de yüz veren olmadı.
“Öyle kesmeye mesmeye kalkma. Sürüyle gezen koçun eti kırk yıllık yarayı depreştirirmiş. Götür o pazara da sat gel, def et. Yok yok, çocuklarına asla yedirmem, ortancanın zaten sarılığı var, götür dedim, ipiyle mipiyle.”
Çabucak başımdan savayım diye köyde de şunun bunun yanında laf çarptırdım: Herkes içinden “İyi olsa, evinden artacak değil ya, ay oğul.” diyor.
Uzun lafın kısası, evde kaldığı bir hafta içinde maskarası çıktı eli günü mal sahibi yapan hayvancağızın. Kadrinin meteliğe düştüğünden haberi yok, tersine burnunu dikip, yanından geçsen, gözlerini alartıp efeleniyor. “Sonunda gafil anını yakalayıp karnını deşecek bu çocukların, götür artık, eğer eninde sonunda yok etmeyi düşünüyorsan.” sözleri bu konuda kulağımı ağrıtan son lakırtı oldu.
Devlet Nazar’ın pazardan dondurma getiren arabasına atıp gittim.
Her ne kadar kendimi bildim bileli pazar yüzü görmedim desem yalan olursa da bir şeyler satmak niyetiyle bu ilk gidişimdi.
Tam yola çıkacağım zaman Cövlan Amcaya: “Buna ne istesem acaba?” diye sormuşum iyi ki. Yoksa tellallar başımı gözümü döndüreceklermiş.
“Varacağın yer pazardır ne olsa, yeğenim, kendi dediğini ettirir, fakat her halükarda koçun damızlık mal, üç yüz manat filan desen alacak adam aldanmış olmaz. Koç dediğini zaten hali vakti yerinde adam alır. Kimse zaruriyetten almaz. Sen baştan üç yüz manat fiyat biç.” Cövlan Amcanın sözlerini makul görüp koçumu çekiştire çekiştire girdim pazarın bir kenarından. Nereden elime geçtiyse bir de kısa ip almışım ki. Neyse, utana korka bir kenara çöktüm. Koçum da yedilmeye benden fazla alışmamış, ipi kısa olduğu için burnunu ön ayaklarının arasına sokmuş, derin derin soluk alıp veriyor. Daha yeni oturmuştum ki kara kuru bir adam – adama bak bıyığını da düzeltmiş – gözünün içi gülerek sordu:
"Satılık mı, üstat?"
"Satılık, eğer satabilsek."
"Haa, bir baksan ufak tefek gibi de ama... Hadi tamam, söyle olacak fiyatını. / Garipsemiş gibi yapıyor benim yanımda. Bundan fazla büyütüp de merkep edinip binecek mi? / Bilelim."
"Üç yüz."
"Üçç yüzz?! Bu ne ya, yeğen, pazarın kulağı yok mu sanıyorsun öyle ağzına gelen fiyatı söyleyiveriyorsun. Bu koçun kızışmış pazarda taş çatlasa ne edeceğini söyleyeyim mi?"
"Nedir?"
"İkiyi avucuna sayıyorum, işte. Böyle güneşin altında bekleyip durma bunun için. Ver elini!"
Benim onunla öyle üç aşağı beş yukarı pazarlık yapacak halim yok. Sonra hem laf da bulamıyorum. Başka ne yapacağımı bilemedim de yüzümü çevirip oturuverdim:
Çeviren: Hüdayi Can
Bahar kırkımı bittikten sonra köydeki ailelerin şahsi koyunlarını otlatan çoban Nagım Ağa: “Davarların iki kuşağı buna ait. Mergen, koçunu götür! Hayırlı hayvanmış, işimize yaradı, Allah razı olsun, elin gözün dert görmesin.” dedi.
Henüz gücü kaçan koç da değil ama, çoban halkı işte, dediğim dedik…
Alıp geldim, fakat koçumla ikimize evde de yüz veren olmadı.
“Öyle kesmeye mesmeye kalkma. Sürüyle gezen koçun eti kırk yıllık yarayı depreştirirmiş. Götür o pazara da sat gel, def et. Yok yok, çocuklarına asla yedirmem, ortancanın zaten sarılığı var, götür dedim, ipiyle mipiyle.”
Çabucak başımdan savayım diye köyde de şunun bunun yanında laf çarptırdım: Herkes içinden “İyi olsa, evinden artacak değil ya, ay oğul.” diyor.
Uzun lafın kısası, evde kaldığı bir hafta içinde maskarası çıktı eli günü mal sahibi yapan hayvancağızın. Kadrinin meteliğe düştüğünden haberi yok, tersine burnunu dikip, yanından geçsen, gözlerini alartıp efeleniyor. “Sonunda gafil anını yakalayıp karnını deşecek bu çocukların, götür artık, eğer eninde sonunda yok etmeyi düşünüyorsan.” sözleri bu konuda kulağımı ağrıtan son lakırtı oldu.
Devlet Nazar’ın pazardan dondurma getiren arabasına atıp gittim.
Her ne kadar kendimi bildim bileli pazar yüzü görmedim desem yalan olursa da bir şeyler satmak niyetiyle bu ilk gidişimdi.
Tam yola çıkacağım zaman Cövlan Amcaya: “Buna ne istesem acaba?” diye sormuşum iyi ki. Yoksa tellallar başımı gözümü döndüreceklermiş.
“Varacağın yer pazardır ne olsa, yeğenim, kendi dediğini ettirir, fakat her halükarda koçun damızlık mal, üç yüz manat filan desen alacak adam aldanmış olmaz. Koç dediğini zaten hali vakti yerinde adam alır. Kimse zaruriyetten almaz. Sen baştan üç yüz manat fiyat biç.” Cövlan Amcanın sözlerini makul görüp koçumu çekiştire çekiştire girdim pazarın bir kenarından. Nereden elime geçtiyse bir de kısa ip almışım ki. Neyse, utana korka bir kenara çöktüm. Koçum da yedilmeye benden fazla alışmamış, ipi kısa olduğu için burnunu ön ayaklarının arasına sokmuş, derin derin soluk alıp veriyor. Daha yeni oturmuştum ki kara kuru bir adam – adama bak bıyığını da düzeltmiş – gözünün içi gülerek sordu:
"Satılık mı, üstat?"
"Satılık, eğer satabilsek."
"Haa, bir baksan ufak tefek gibi de ama... Hadi tamam, söyle olacak fiyatını. / Garipsemiş gibi yapıyor benim yanımda. Bundan fazla büyütüp de merkep edinip binecek mi? / Bilelim."
"Üç yüz."
"Üçç yüzz?! Bu ne ya, yeğen, pazarın kulağı yok mu sanıyorsun öyle ağzına gelen fiyatı söyleyiveriyorsun. Bu koçun kızışmış pazarda taş çatlasa ne edeceğini söyleyeyim mi?"
"Nedir?"
"İkiyi avucuna sayıyorum, işte. Böyle güneşin altında bekleyip durma bunun için. Ver elini!"
Benim onunla öyle üç aşağı beş yukarı pazarlık yapacak halim yok. Sonra hem laf da bulamıyorum. Başka ne yapacağımı bilemedim de yüzümü çevirip oturuverdim:
“Henüz pazar yeni kurulmuş, bunu yarı fiyatına verip de...”
O ilk müşteri de yüz bulamayacağını anladı ve homurdana homurdana gitti: “Satacak adama da benzemiyor yahu. Ne zannediyor acaba bu yarı murdar koçunu.” O böyle deyince bize doğru gelmeye başlayanlar da sanki büyülenmiş gibi arkalarını dönüp geçiverdiler. Yani, asla fiyat sormaya gelen bile yok. Elin biçtiği fiyata bir bakayım desem, etrafımdakiler de hep toklu şişek satan millet.
Pazarı sorarsan kızıyor. Toz toprak mı gerek, sinek mi, iyi kötü koku mu, biri gözünü deşecek, başka biri beynini çürütmek üzere. Gürültü patırtı. Müşterisiz duran tek meta benim koç.
O ilk müşteri de yüz bulamayacağını anladı ve homurdana homurdana gitti: “Satacak adama da benzemiyor yahu. Ne zannediyor acaba bu yarı murdar koçunu.” O böyle deyince bize doğru gelmeye başlayanlar da sanki büyülenmiş gibi arkalarını dönüp geçiverdiler. Yani, asla fiyat sormaya gelen bile yok. Elin biçtiği fiyata bir bakayım desem, etrafımdakiler de hep toklu şişek satan millet.
Pazarı sorarsan kızıyor. Toz toprak mı gerek, sinek mi, iyi kötü koku mu, biri gözünü deşecek, başka biri beynini çürütmek üzere. Gürültü patırtı. Müşterisiz duran tek meta benim koç.
“Gördüğüm kadarıyla koçum, pazar fiyatı sendeki bol alet edevata verilmiyor sanırım.” Koç benim ne düşündüğümü okuyup duruyormuş gibi gözünü alardıp, gittikçe aşağı eğiliyor.
Evvelki gürültüyü az görüyor gibi, işte, üstü kapalı pikaplardan biri de gerisin geriye yaklaşarak bize doğru geliyor. Bir taraftan da alabildiğine gürültülü kornaya basıyor. Durdu. Şoför mahallinden sırık cinsinden uzun, zayıf bir herif inip arka kapıyı açtı. Mal yükleyeceğini zannetmiştim, meğer o tersine mal satmaya gelmişmiş. Arabanın arkasında ortaya yığılan şeyler de öyle rastgele paçavra değil de indirimli kravatlar çıksa ne diyeceksin. Neyse, gence ses bereketi verilmiş en azından. Tek bir bağırışla koca pazarın kalabalığını kıbleye dönmüş, omzuna selam veriyor gibi etmeyi başardı.
Kime ucuz ip lazımsa burda! Duyduk duymadık demeyin! Onu bir manat. Gel, iyi ipe gel, çeşit çeşit renkleri var, gel!
Arabanın yanına herkesten önce sarı külahlı bir ihtiyar ulaştı:
"Amirlerin memurların takındığı kravat gibi ya bunlar, ip diyorsun bir de?"
"Yok babalık, medeniyet uçkuru bu. Ne olduğunu bir kenara bırak, koyununu bağladığını bil."
"Amirler sana kızmaz mı böyle yapıyorsun diye, yanicim?"
"Hadi, amcacığım, sen almayacaksan bir kenara çekilsene bir."
"Gelin hey, ip alacaklar, onu bir manat, batan geminin malları bunlar."
Adamlar hemen anladı. Onar onbeşer alıyorlar. Bir topunu alıp diktirip büktürüp üç katına satmayı düşüneni de olmalı. Ben de ipi zaten kısa bulduğum için iki tanesini alıp koçun boynuna ekledim. İp olarak bir eksiği yok. Yarım kulaç uzunluğu var, hem de sağlam. “Al koçum, artık entellektüel de olduğuna göre bir müşteri bulunmaz mı ki?” Belanı versin demeyeceğim ama... Neredeyse öğlen olacak. Bizim yüzümüze bile bakmıyorlar. Yanıma gelen tek adam biraz önceki “amir” ihtiyar oldu. Pazara da keyif için mi gelmiş, nedir? ... Bir derdi var gibi durmuyor, ağzı kulaklarında.
Evvelki gürültüyü az görüyor gibi, işte, üstü kapalı pikaplardan biri de gerisin geriye yaklaşarak bize doğru geliyor. Bir taraftan da alabildiğine gürültülü kornaya basıyor. Durdu. Şoför mahallinden sırık cinsinden uzun, zayıf bir herif inip arka kapıyı açtı. Mal yükleyeceğini zannetmiştim, meğer o tersine mal satmaya gelmişmiş. Arabanın arkasında ortaya yığılan şeyler de öyle rastgele paçavra değil de indirimli kravatlar çıksa ne diyeceksin. Neyse, gence ses bereketi verilmiş en azından. Tek bir bağırışla koca pazarın kalabalığını kıbleye dönmüş, omzuna selam veriyor gibi etmeyi başardı.
Kime ucuz ip lazımsa burda! Duyduk duymadık demeyin! Onu bir manat. Gel, iyi ipe gel, çeşit çeşit renkleri var, gel!
Arabanın yanına herkesten önce sarı külahlı bir ihtiyar ulaştı:
"Amirlerin memurların takındığı kravat gibi ya bunlar, ip diyorsun bir de?"
"Yok babalık, medeniyet uçkuru bu. Ne olduğunu bir kenara bırak, koyununu bağladığını bil."
"Amirler sana kızmaz mı böyle yapıyorsun diye, yanicim?"
"Hadi, amcacığım, sen almayacaksan bir kenara çekilsene bir."
"Gelin hey, ip alacaklar, onu bir manat, batan geminin malları bunlar."
Adamlar hemen anladı. Onar onbeşer alıyorlar. Bir topunu alıp diktirip büktürüp üç katına satmayı düşüneni de olmalı. Ben de ipi zaten kısa bulduğum için iki tanesini alıp koçun boynuna ekledim. İp olarak bir eksiği yok. Yarım kulaç uzunluğu var, hem de sağlam. “Al koçum, artık entellektüel de olduğuna göre bir müşteri bulunmaz mı ki?” Belanı versin demeyeceğim ama... Neredeyse öğlen olacak. Bizim yüzümüze bile bakmıyorlar. Yanıma gelen tek adam biraz önceki “amir” ihtiyar oldu. Pazara da keyif için mi gelmiş, nedir? ... Bir derdi var gibi durmuyor, ağzı kulaklarında.
“İşte, göreceksin götürürler bu oğlanı.”
“Kimi?”
“Kovus’u. Amirler hoşlanmaz, böyle davransa, yanicim. Sen de ondan alıp takmışsın değil mi? Amirlerin hoşlandığı görülmemiştir, böyle oyun etsen, yanicim.”
Ben sesimi çıkarmadım. Sonunda o da kalktı gitti. Doğru da valla, ta Nuh nebi zamanından kalma laflarla zaten dağınık kafamı şişiriyor.
Oturuyorum. Kendi kendime kızıp, kesip satsam iyiymiş, diyorum. “Mezbahaneye filan götürsem olmaz mıydı yani. Keşke, baştan aklıma gelseydi. Üç yüz dedin, sonra da nal dedin, mıh demedin. Elli manat indirsen n’olacaktı? Diline deve mi bastı, mağazaya getirmiyorsun ya. Hepsinden önemlisi orta yaşa gelinceye kadar pazarın girdisini çıktısını bilmesen, böyle mal meşakkatle uğraşmak neyine gerek?” Sinirimden koçun kravatını çekip çekip bırakıyorum. O gariban da boyundan posundan utanıyormuş gibi, gittikçe suratı asılıyor. Ben öyle bir kırılmış, öyle bir küskünüm ki, sormayın. Koçu koç olduğuna, boynuzu boynuz olduğuna pişman ettim.
Her ne ise kısmette pazar bağlamak varmış. Kekemenin sonuna bak, demişler.
Güneşin bağrında kavrulup otururken Hızır mısın müberek dedirtircesine Şalar Mukım imdada yetişti. Bu ne de olsa bizim pazarımız, Moskova gibi yerlerin yetmiş iki dilli pazarlarının bile altından girip üstünden çıkıyor herifçioğlu. Niçin baştan bunu aramak aklıma gelmedi, hayret ediyorum. Hemen kalktım, tokalaştık, süsüştük.
"O-hoo, Mergen Tacir, ne o, koçunla başbaşa vermiş pazarı yasa döndürmüş, suratınız bir karış oturuyorsunuz. Hayır olsun?"
"Gördüğün gibi işte, dilinden anlayamadık bu deli pazarının."
"Tersinden girmişsin sen bu pazarın koçum. Kendine göre girilecek kapısı vardır."
Şu an onun şakasına değil, bedduasına bile katlanmaya razıyım. Satıverse tamam bu ömür törpüsünü.
O paytak paytak adımlarla koçun çevresinde şöyle bir döndü. Önünden ardından inceledi.
Sen de interesting adamsın doğrusu. Ne güzel geçecek hayvanı ne hallere sokmuşsun. Hadi, ne yapalım... Bir küçük al, milletin bütün parasını koçunun arkasına yükleyivereyim, Kel Cebbar'ın oğlu!
Hiç bende “ı-ıh” diyecek göz mü var. Başka bir yolu mu kaldı bunun.
Dert etme, çilingir sofrasını hazır bil, sağ salim satabilsek.
Ver bana ipini.
Şalar koçun kravatını elimden alıp, boynuna iki kez doladı da ensesine hafifçe bir şaplak indirip “goşt” dedi. Bir de ıslık koyuverdi evi yanasıca hovarda.
"Vay anasına, ne yapıyorsun yahu?!."
"Sen şimdi elini çek, küçük kel, sesini çıkarmadan bizi takip et, yeter."
"Tezikirse..."
"Sen de yerli ciciv haline bakmadan ithal tavuğa akıl satıyorsun gerçekten."
Koç önce bir silkindi. Burma boynuzlarını – üç buçuk kez dönüyor o da – ensesine atıp, burnunu sağa sola attı. “Rap, rap” diye ayaklarını vurdu. Ancak bundan sonra geri kaykılıp, kalabalığı ikiye bölüp, tören adımı yürümeye başladı. Koyunlara keçilere pervası yok, ta yukarıdan bakıyor. Aslında o bir baksam gerçekten de öteki davarlardan besbelli başka imiş yahu. Öveçlerden kısırlardan bile hemen hemen bir sere büyük. Yargını yay boyu, kuyruk desen, bir çalkalanıyor Arapın sarığına da “Sen dur, ağa!” diyecek. Güya nizama geçen askerlerin önünden geçen generalin var. Mallar davarlar hani neredeyse “Sağlığınızı isteriz.” deyiverecekler.
Kalabalıktan yükselen “Ona bak, ona bak, koç demeye şahit gerek.” sesleri gittikçe gürleşmeye başladı. Keyfine pazarlığa sokulanlar da peşimize düştüler.
"Kiminmiş ya bu koç?"
"Dört yüzü aklı başında alıcılar da verir buna, eğer kiminse."
"Değer de değil mi, buna."
"Mallı olmak istiyorsan sürüne bunu koyuvermeli."
Ben kulaklarıma inanamıyorum. Şalar'ın ise sesi çıkmıyor. Kollarını kasıklarına koymuş küçük adımlarla koçu takip ediyor.
Böyle böyle, koç pazarın içinde bir tam tur attı. Yan duran yabancı koçu da hafifçe bir okşadı geçerken.
İkinci tura başladığımızda Şalar’ın önünü müşteri kesti.
"Hanginizin bakalım bu kravatlı koç?"
"Söyleyiver."
"Bu koç için öyle uzun uzun pazarlık edecek değiliz, ne isterseniz vereceğim, fakat..."
"Fakata mal yok."
"Süsüştürecek misin?"
Riske girmeyi de biliyormuş bu gidinin Şaları.
"Koç koyun cinsinden neyin varsa getir."
"Vay bee. Helal olsun!"
"Hemen o anda, deminki delikanlı yedeleyip, kocaman kara bir koç getirdi. Şalar bana bakıp göz kırptı: “Alnına yazılanı görsün koçun.”
Koçlar daha birbirini görür görmez sanki yedi sülalesi kan davalıymış gibi geri geri gitmeye başladılar, enselerini tümberdip kırıttılar. Sonunda da kalabalığın bağırtısını bayrak edinip, ta uzaktan koşup indiler ya Allah diye: Golç! Şark! Şarkın-şark! Şark da şark! Cark da cark. Boynuzlardan kıvılcım sıçrıyor. Hep vuruşta ben de hop oturup hop kalkıyorum. Bir taraftan da dua ediyorum. Birkaç raunt süsüştüler Allah sizi inandırsın. Benim ise salım su üstünde.
Oturuyorum. Kendi kendime kızıp, kesip satsam iyiymiş, diyorum. “Mezbahaneye filan götürsem olmaz mıydı yani. Keşke, baştan aklıma gelseydi. Üç yüz dedin, sonra da nal dedin, mıh demedin. Elli manat indirsen n’olacaktı? Diline deve mi bastı, mağazaya getirmiyorsun ya. Hepsinden önemlisi orta yaşa gelinceye kadar pazarın girdisini çıktısını bilmesen, böyle mal meşakkatle uğraşmak neyine gerek?” Sinirimden koçun kravatını çekip çekip bırakıyorum. O gariban da boyundan posundan utanıyormuş gibi, gittikçe suratı asılıyor. Ben öyle bir kırılmış, öyle bir küskünüm ki, sormayın. Koçu koç olduğuna, boynuzu boynuz olduğuna pişman ettim.
Her ne ise kısmette pazar bağlamak varmış. Kekemenin sonuna bak, demişler.
Güneşin bağrında kavrulup otururken Hızır mısın müberek dedirtircesine Şalar Mukım imdada yetişti. Bu ne de olsa bizim pazarımız, Moskova gibi yerlerin yetmiş iki dilli pazarlarının bile altından girip üstünden çıkıyor herifçioğlu. Niçin baştan bunu aramak aklıma gelmedi, hayret ediyorum. Hemen kalktım, tokalaştık, süsüştük.
"O-hoo, Mergen Tacir, ne o, koçunla başbaşa vermiş pazarı yasa döndürmüş, suratınız bir karış oturuyorsunuz. Hayır olsun?"
"Gördüğün gibi işte, dilinden anlayamadık bu deli pazarının."
"Tersinden girmişsin sen bu pazarın koçum. Kendine göre girilecek kapısı vardır."
Şu an onun şakasına değil, bedduasına bile katlanmaya razıyım. Satıverse tamam bu ömür törpüsünü.
O paytak paytak adımlarla koçun çevresinde şöyle bir döndü. Önünden ardından inceledi.
Sen de interesting adamsın doğrusu. Ne güzel geçecek hayvanı ne hallere sokmuşsun. Hadi, ne yapalım... Bir küçük al, milletin bütün parasını koçunun arkasına yükleyivereyim, Kel Cebbar'ın oğlu!
Hiç bende “ı-ıh” diyecek göz mü var. Başka bir yolu mu kaldı bunun.
Dert etme, çilingir sofrasını hazır bil, sağ salim satabilsek.
Ver bana ipini.
Şalar koçun kravatını elimden alıp, boynuna iki kez doladı da ensesine hafifçe bir şaplak indirip “goşt” dedi. Bir de ıslık koyuverdi evi yanasıca hovarda.
"Vay anasına, ne yapıyorsun yahu?!."
"Sen şimdi elini çek, küçük kel, sesini çıkarmadan bizi takip et, yeter."
"Tezikirse..."
"Sen de yerli ciciv haline bakmadan ithal tavuğa akıl satıyorsun gerçekten."
Koç önce bir silkindi. Burma boynuzlarını – üç buçuk kez dönüyor o da – ensesine atıp, burnunu sağa sola attı. “Rap, rap” diye ayaklarını vurdu. Ancak bundan sonra geri kaykılıp, kalabalığı ikiye bölüp, tören adımı yürümeye başladı. Koyunlara keçilere pervası yok, ta yukarıdan bakıyor. Aslında o bir baksam gerçekten de öteki davarlardan besbelli başka imiş yahu. Öveçlerden kısırlardan bile hemen hemen bir sere büyük. Yargını yay boyu, kuyruk desen, bir çalkalanıyor Arapın sarığına da “Sen dur, ağa!” diyecek. Güya nizama geçen askerlerin önünden geçen generalin var. Mallar davarlar hani neredeyse “Sağlığınızı isteriz.” deyiverecekler.
Kalabalıktan yükselen “Ona bak, ona bak, koç demeye şahit gerek.” sesleri gittikçe gürleşmeye başladı. Keyfine pazarlığa sokulanlar da peşimize düştüler.
"Kiminmiş ya bu koç?"
"Dört yüzü aklı başında alıcılar da verir buna, eğer kiminse."
"Değer de değil mi, buna."
"Mallı olmak istiyorsan sürüne bunu koyuvermeli."
Ben kulaklarıma inanamıyorum. Şalar'ın ise sesi çıkmıyor. Kollarını kasıklarına koymuş küçük adımlarla koçu takip ediyor.
Böyle böyle, koç pazarın içinde bir tam tur attı. Yan duran yabancı koçu da hafifçe bir okşadı geçerken.
İkinci tura başladığımızda Şalar’ın önünü müşteri kesti.
"Hanginizin bakalım bu kravatlı koç?"
"Söyleyiver."
"Bu koç için öyle uzun uzun pazarlık edecek değiliz, ne isterseniz vereceğim, fakat..."
"Fakata mal yok."
"Süsüştürecek misin?"
Riske girmeyi de biliyormuş bu gidinin Şaları.
"Koç koyun cinsinden neyin varsa getir."
"Vay bee. Helal olsun!"
"Hemen o anda, deminki delikanlı yedeleyip, kocaman kara bir koç getirdi. Şalar bana bakıp göz kırptı: “Alnına yazılanı görsün koçun.”
Koçlar daha birbirini görür görmez sanki yedi sülalesi kan davalıymış gibi geri geri gitmeye başladılar, enselerini tümberdip kırıttılar. Sonunda da kalabalığın bağırtısını bayrak edinip, ta uzaktan koşup indiler ya Allah diye: Golç! Şark! Şarkın-şark! Şark da şark! Cark da cark. Boynuzlardan kıvılcım sıçrıyor. Hep vuruşta ben de hop oturup hop kalkıyorum. Bir taraftan da dua ediyorum. Birkaç raunt süsüştüler Allah sizi inandırsın. Benim ise salım su üstünde.
“Gelmeyip gelmeyip bir gelip, onda da böyle bir maskara olursam. Kendi haline gezelen dur, desene. Kesip sat. Böylesine katlanamayacaksan. Olmazsa tüccara ver. Ah canına yandığım, akıl eksik ise, kısalıktan ne fayda, demiş eskiler.”
“Cark-cark!”
Her vuruşta beynim sarsılıyor.
Pazarcılar bütün işlerini bir yana koydular. Herkes seyrin heyecanında.
Oyun sonunda bitti. O oğlanın getirdiği kara koç vuruşların şiddetine dayanamayıp dizini bükünce benim koç fırsat vermeden son vuruşu yapıştırdı. Kara koç pes etti. Ancak ondan sonra araya girdiler. Artık koçun bağını kravatını beni zaten takan yok ya Şalar'a da bırakmıyorlar. Millet sanki birbirini kıracak. “Olurunu söylesene, dilin bir şey söylesin.” Biz de alttan almadık ticareti. “Dört” dedik.
Gözü kara gözlüklü bir adamın ise elin gürültüsü patırtısı umurunda bile değil. Yanındaki koltuk çantasını arkadaşına verip, elinde mezurası geçti koçun başına. Adam, bizim filan yüzümüze de bakmıyor. Belini ölçtü: “Yaz!” Boynuzunu ölçtü. Ayağını, kuyruğunu, göğsünü, kısacası ölçülebilecek her yerini ölçtü. Gülümsedi. Not alana bakıp, baş parmağını kaldırdı: “Tam aradığımız!” Ancak bu aşamadan sonra mal sahibiyle ilgilendi.
Müşteri ikiye çıkmıştı. Biri o süsüştüren oğlan, diğeri de bu gözlüklü oldu. Hangisinin önce istediğinden emin olmadığımız için biz de bir şey demedik. İkisi eşit davacı.
Gözlüklünün dili tek durmuyor:
"Sen, yeğenim, bir şeyi anlamaya çalış. Sana lazım olan koçu pazardan bulmak mümkün. Bu olmazsa başka biri. Bundan irisi de vardır. Olmazsa ben buluvereyim. Fakat benim işime her koç yaramaz. Sadece bu lazım. “Sebebi mi?” Çünkü, bu koç numunelik. “Klasik örnek” denilen. Baksana buna, bak. Her şeyi ölçüye uygun. Boyu bir yirmi beş, boynuzu üç buçuk burma, her birinin otuz beş kertiği var. İşte, bir de burnuna bak. Bu internasyonal form! Tam bana lazım olan."
Çevredekiler de takılıyorlar:
"Şeyi nasıl, uygun mu?"
"Onu da bir denemesi lazım bilmesi için, hah hah ha!"
"Gülüşmesenize siz de, ben bunu kendim için mi alıyorum sanki? Sizin için için alıyorum. Sergiye koymam lazım. Yalvarırım, üstat, sen benimle anlaş. Olur de!"
Sonunda razı etti. Delikanlı:
"Al be ya, dayı, verdik sana bunu. Neredeyse heykelini diktireceksin yahu!" dedi.
Hah işte, maşallah, sonunda anladın. Heykelini dikmeyiz bunun, onun yerine kendini dikeriz. Sergilere katılırız nasipse. Ver bana ipini.
Gözlüklü dört yüz manatı elimize sayıp, koçu götürdü. Biz kalabalıktan ayrıldık. Şalar parayı benim elime verirken: “Kel han, bundan sonra koç yetiştirirsen doğru benim yanıma gel.”dedi de bilgiç bilgiç gözünü kırptı:
"Gördüğün gibi, sergilere satarız."
"Nerede tutacak acaba bu adam?"
"Aman sen de, o hayvan doldurur. Derisine saman tıkarlar ak koçun. Şöyle bir yarım ay sonra müzeye gidersen, koçunun nazlı nazlı bir köşeye bakıp durduğunu görürsün."
Benim yüreğim kıyıldı gitti.
Pazardan dönerken biraz önce kravat satan adamın gürültüsünü işittim.
"Ben sattım mı tamam, değil mi yani, el nerede kullanırsa..."
Polisler onu konuşturmuyor:
"Kapat kapını, satılacak yerde sat. Anladın mı?!" – deminki ihtiyar yerden çıkış gibi yanımda bitti:
"Söylemedim mi ben, amirler hoşlanmaz." diye.
“Aman be, canı cehenneme!” deyip, evin yolunu tuttum.
Koçu satıp parasıyla kendime, çocuklara üst baş aldım. Yepyeni elbiselerimizle ekim bayramında geçit resmine gittik. Müthişti. Keyfimiz yerindeydi. Ama, işte birden, kasası açık bir arabanın üstünde donup duran koçu görüp kendim de dondum kaldım. O herifçioğlu, benim koçumun derisine saman doldurup, arabaya oturtmuş. Koca kalabalık da alabildiğince koçun üstüne çiçek demetleri atıyor.
1992
“Cark-cark!”
Her vuruşta beynim sarsılıyor.
Pazarcılar bütün işlerini bir yana koydular. Herkes seyrin heyecanında.
Oyun sonunda bitti. O oğlanın getirdiği kara koç vuruşların şiddetine dayanamayıp dizini bükünce benim koç fırsat vermeden son vuruşu yapıştırdı. Kara koç pes etti. Ancak ondan sonra araya girdiler. Artık koçun bağını kravatını beni zaten takan yok ya Şalar'a da bırakmıyorlar. Millet sanki birbirini kıracak. “Olurunu söylesene, dilin bir şey söylesin.” Biz de alttan almadık ticareti. “Dört” dedik.
Gözü kara gözlüklü bir adamın ise elin gürültüsü patırtısı umurunda bile değil. Yanındaki koltuk çantasını arkadaşına verip, elinde mezurası geçti koçun başına. Adam, bizim filan yüzümüze de bakmıyor. Belini ölçtü: “Yaz!” Boynuzunu ölçtü. Ayağını, kuyruğunu, göğsünü, kısacası ölçülebilecek her yerini ölçtü. Gülümsedi. Not alana bakıp, baş parmağını kaldırdı: “Tam aradığımız!” Ancak bu aşamadan sonra mal sahibiyle ilgilendi.
Müşteri ikiye çıkmıştı. Biri o süsüştüren oğlan, diğeri de bu gözlüklü oldu. Hangisinin önce istediğinden emin olmadığımız için biz de bir şey demedik. İkisi eşit davacı.
Gözlüklünün dili tek durmuyor:
"Sen, yeğenim, bir şeyi anlamaya çalış. Sana lazım olan koçu pazardan bulmak mümkün. Bu olmazsa başka biri. Bundan irisi de vardır. Olmazsa ben buluvereyim. Fakat benim işime her koç yaramaz. Sadece bu lazım. “Sebebi mi?” Çünkü, bu koç numunelik. “Klasik örnek” denilen. Baksana buna, bak. Her şeyi ölçüye uygun. Boyu bir yirmi beş, boynuzu üç buçuk burma, her birinin otuz beş kertiği var. İşte, bir de burnuna bak. Bu internasyonal form! Tam bana lazım olan."
Çevredekiler de takılıyorlar:
"Şeyi nasıl, uygun mu?"
"Onu da bir denemesi lazım bilmesi için, hah hah ha!"
"Gülüşmesenize siz de, ben bunu kendim için mi alıyorum sanki? Sizin için için alıyorum. Sergiye koymam lazım. Yalvarırım, üstat, sen benimle anlaş. Olur de!"
Sonunda razı etti. Delikanlı:
"Al be ya, dayı, verdik sana bunu. Neredeyse heykelini diktireceksin yahu!" dedi.
Hah işte, maşallah, sonunda anladın. Heykelini dikmeyiz bunun, onun yerine kendini dikeriz. Sergilere katılırız nasipse. Ver bana ipini.
Gözlüklü dört yüz manatı elimize sayıp, koçu götürdü. Biz kalabalıktan ayrıldık. Şalar parayı benim elime verirken: “Kel han, bundan sonra koç yetiştirirsen doğru benim yanıma gel.”dedi de bilgiç bilgiç gözünü kırptı:
"Gördüğün gibi, sergilere satarız."
"Nerede tutacak acaba bu adam?"
"Aman sen de, o hayvan doldurur. Derisine saman tıkarlar ak koçun. Şöyle bir yarım ay sonra müzeye gidersen, koçunun nazlı nazlı bir köşeye bakıp durduğunu görürsün."
Benim yüreğim kıyıldı gitti.
Pazardan dönerken biraz önce kravat satan adamın gürültüsünü işittim.
"Ben sattım mı tamam, değil mi yani, el nerede kullanırsa..."
Polisler onu konuşturmuyor:
"Kapat kapını, satılacak yerde sat. Anladın mı?!" – deminki ihtiyar yerden çıkış gibi yanımda bitti:
"Söylemedim mi ben, amirler hoşlanmaz." diye.
“Aman be, canı cehenneme!” deyip, evin yolunu tuttum.
Koçu satıp parasıyla kendime, çocuklara üst baş aldım. Yepyeni elbiselerimizle ekim bayramında geçit resmine gittik. Müthişti. Keyfimiz yerindeydi. Ama, işte birden, kasası açık bir arabanın üstünde donup duran koçu görüp kendim de dondum kaldım. O herifçioğlu, benim koçumun derisine saman doldurup, arabaya oturtmuş. Koca kalabalık da alabildiğince koçun üstüne çiçek demetleri atıyor.
1992
Yorumlar
Yorum Gönder