ŞAHICAHAN
Cuma Hudaygulı
Çeviren: Hüdayi Can
Gece geç saatlere kadar atölyeye kapanır, çalışırım. Çalışmamı acele bitirmem gerekirse ya da iyice kendimi kaptırmışsam ara sıra atölyede yattığım da olur. Her taraf sessizlik. Gündüzün gürültü patırtısından nam nişan yok. Komşu atölyelerde bütün gününü içerek geçiren arkadaşların en sona kalanları da yavaşça evlerinin yolunu tutar. Onlardan biri kapının önünden geçerlerken senin de böyle gece gündüz çalışarak bir yere varamayacağın hakkında ileri geri konuşur biraz. Koca avlunun varı yoğu yirmi otuz adım ilerdeki kapısına varıncaya kadar yarım saatini geçirir. Adım başı durup sigara yakar. Daha bir kez sordu sormadı elinden düşürür, söndürür. Senin kapına doğru olabildiğince mütevazı yüzünü çevirip: “Arkadaşım, ateşin yok muydu?” diye bağırır. Dikildiği yerden pantolonunun paçasına sıçrata sıçrata su döker. Düğmelerini düğmelemek için de epey uğraşması gerekir. Pantolonunu çeker. Sonra gözlerinin önünden uçan küçük örümceğin ağından korunuyormuş gibi elinin ayasını yüzünün üstünde gezdirir. Hala belki sigarasını yakması için ateş getirirsin umuduyla beklerken ellerini sallayarak: “Bak şu işe, hala elim burnumu hissediyor.” diye kıkırdar. Çünkü bunların kendi “tecrübelerine” göre bu şekilde elinin ayasını yüzünde gezdirdiğinde hala burnunu hissedebiliyorsan, bu sarhoş olmadığın anlamına geliyormuş. Henüz istediğin kadar içebilirmişsin. Ama hissedemezsen, içebileceğin kadar içtiğin anlamına gelirmiş. Artık vakit geçirmeden evinin yolun tutmalıymışsın. Bunun için de kendi aralarında çok içenlere “burunî”, o kadar içemeyenlere ise “bîburun” diyorlar. Bu da onların eğlencesi kendi çaplarında.
İşte böyle... En son “burunî”den kurtulabilirsen tamam. Sonrası âsûdeliktir. Artık üzerinde çalıştığın resmin karşısına geçip fikir yürütebilir, tam anlamıyla çalışabilirsin.
Ben bu duruma alışmışım. Bir gün değil, bir hafta ya da bir yıl değil, her zaman böyle. Doğrusu başka türlü çalışmak mümkün de değil. Hele gündüzleri... Bu işsizler takımının ellerine bir şişe rakı alıp, özel olarak oturmaya geldikleri de oluyor, “İyi bir parça buldum ama... Birkaç saatlik anahtarını versen...” diye boynunu büküp bakanlar da oluyor. Herkes kendi “iş”inin görülmesini ister. Sanki piyango kazanmış gibi ağzının suyu akar. Başında ekşir durur. Sonra da küser gider. Senin ise hem vaktin gider, hem zihnin dağılır. Çalışmak bir yana, rahatça oturman ya da yatıp dinlenmen bile mümkün değildir.
Onun için en iyisi geç saatlere kadar atölyede kalıp, çalışmak.
***
... O gün de işten geç çıktım. Kapımın önünde duran arabamı çalıştırdım. Birden serin bir rüzgar esti ve gök gürledi, yağmur yağmaya başladı. İçimden bir ses, “Gel, bu havada dışarı çıkma, atölyede yatıver.” dediyse de bir kere niyet ettikten sonra geri dönmeye üşenip yola düştüm.
Şehrin güneyindeki yeni semtlerden birine gitmem lazımdı. Atölye ise şehrin kuzeyinde. Yani şehri baştan başa geçmem lazımdı. Yağış gittikçe güçlendi. İlerlemek zorlaştı. Gökten yere doğru yanlamasına inen iri iri damlaları baharın deli rüzgarı bir çelmeyle yeniden tepesi üstü yere fırlattığı anlar on adım önündekini bile seçmek mümkün değil. Arabanın üstüne, kaportanın tepesine gürültüyle düşen kurşun gibi damlalar sanki ağzını kulağına vermiş, nara atıyor gibi korkunç, kesintisiz bir patırtı koparıyor, kalbine bir çeşit vehim salıyor. Telaşlandırıyor. Bir kenara çekilmek, yağmur dininceye kadar beklemek istiyorsun. Üstüne bir de birden yeri göğü titreterek gök gürlüyor. Keskin, soğuk yıldırımın şavkı alnını dilip, beyni çevreleyen ham deriyi serpip serpip bırakıyor. Tıpkı tependen eğri kılıç inmiş gibi, ezası yüreğini çentiyor.
Şehrin ortasına yaklaştığımda gündüzün kalabalığından bir nişan kalmamış ıssız caddenin kenarından iki çocuğunu elinden tutmuş, koşar adım gelen genç kadına gözüm düştü.
Bahar ayı da olsa, bu sağanağın altında böyle ince giyinmiş olmaları beni şaşırtmıştı. Kadın arada bir duraklıyordu, bir şeyler deyip silkiniyordu, çocukları ellerinden tutup silkeliyordu. Bazen de onları sırasıyla koltuğuna alıyordu, oturup bağrına basıyordu. Ellerini başlarına koyup yağmurdan korumaya çalışıyordu. Sanki birinden medet umuyor gibi arada sağa sola bakınıyordu. Her geçen arabanın ışığına eğilip bakıyordu.
Onun umutsuzca elini kaldırdığını görüp, arabanın hızını kestim. Birazcık geçince de durdum. İkiz oğlaklı ceylan gibi seğirtip gelen kadın arabanın hizasına gelince durakladı:
"Vah, bu da taksi değilmiş..." deyip, geri durdu. Gözle kaş arasında arabaya binmek için kapıya yapışan çocukların kollarını kapı kolundan çekip aldı. Benim arabanın üstünden yolun sağına soluna bakındı. Başka da bir gelen giden göremeyince arka kapıyı birden açtı ve aceleyle:
"Bizi istasyona atamaz mısınız, a kardeş? dedi. Taksi durmuyor. Çocuklar da korkmaya başladılar biraz."
"Atarım, niçin atmayayım, binin." dedim.
Onlar bininceye kadar belli etmeden inceledim.
Çocukların az büyük olanı kız. Olsa olsa beş altı yaşlarında. Diğeri oğlan. Fakat o kadar küçük ki. Yeni yürümeye başlamış olmalı.
Kadın orta boylu. Arada bir göğün yüzünü yalayıp geçen yıldırımın aydınlığından yüzünün beyazlığını anlamak mümkündü. Bir ara parlayan ayakları, sırılsıklam olan elbiselerinin altında iyice belli olan endamının ne kadar taze olduğunu belli ediyor. Yarı karanlık da olsa ben onun dudaklarının ince olduğunu, yüzünün ince, burnunun düz olduğunu, kalem değmemiş de olsa kaşlarının tıpkı elle çizilmiş gibi harika olduğunu, göğsünün geniş, narin bir kadın olduğunu anlamıştım. Güzellik tanrısının nazar saldığı bir kul olmasına bakmaksızın, kendi evinin işiyle içi dolu olduğu ise onun mütevazı giyiminden belliydi.
İstasyona at demişti ama, nedense elleri boştu. Yanında ne bavulu vardı ne bohçası.
Hepsi arabaya girip yerleşince, ben dikiz aynasına bakarak, arka koltuktaki üç karaltıdan ortada olanına sordum:
"Tren istasyonuna, değil mi?"
"Efendim?... Ha, evet, tren, tren..."
Aklına kötü haber getirmek de iyi değil ama, hallerine bakıp, köylerinden bir soğuk haber gelmiştir, bu da alelacele yetişmeye çalışıyordur, kocası da evde yoktur... diye düşündüm. Fakat sormaya çekindim. Sorduğum tek şey şu oldu:
"Çok geç kalmamış mısınız?"
"Evet, ne yaparsın, böyle oldu işte?"
"İyilik mi bari?"
"Evet, evet. İyilik."
Bundan fazla soru sormamamı yeğ gördüğünü anlatacak şekilde bana pek dikkat de etmeyip çocuklarıyla ilgilenmeye başladı.
İstasyona varınca, arka kapının vaktinde açılmadığına şaşırıp, tekrar aynaya baktım. Orasını burasını yoklayıp, çocuklarının kulağına bir şeyler fısıldayan kadın, birden bana doğru eğildi ve, güçlükle:
"A kardeş, aceleyle beş kuruşsuz çıkıvermişiz." dedi.
Ben güldüm. Dilime gelen de şu oldu:
"Paranız olsa da ben para almazdım ama, trene nasıl bineceksiniz?.."
Kadın bir süre sesini çıkarmadan oturdu. Düşündü. Yavaşça, hem de umutsuzca:
"Belki, sizin gibi Allah'ın sevdiği bir kula daha rastlarım." dedi ve, arabaya bindikleri için öyle sevinip, kuş yavruları gibi cıvıldaşıp duran çocuklarına seslendi:
"Bırakın şimdi konuşmayı. İnin çabucak. Hadi, hadi..."
Ben içimden geçen düşünceyi seslendirme ihtiyacı hissettim.
"Olmazsa, ben size yol parası versem? Aynı şehirde yaşıyoruz şunun şurasında, ne zaman olsa verirsiniz... İnsanlık hali, herkesin başına gelebilir."
Kadıncağız zor durumda kaldı.
"Hayır, hayır! Ben sizden para alamam. Allah razı olsun. Zaten az yardım etmediniz."
Kadın bunları söyleyip arabadan çıktı. Çocuklarını da çıkardı. Ben de çıktım.
Hiç değilse bunlar için kondüktörlerden biriyle bir konuşayım, düşüncesiyle arkalarından bekleme salonuna girdim. Hangi tarafa gideceklerini sordum. Tren tarifelerinin yazıldığı tahtaya baktım. Binecekleri trenin iki saat sonra gideceğini öğrendim. Trenin saati yaklaşınca kondüktörlerden biriyle konuşmak fikrinden de vazgeçtim de deminden beri yanıma gelip gidip “A kardeş, ne lüzum var, işin gücün vardır.” diye gittikçe telaşlanan kadının kesinlikle karşı çıkmasına aldırmadan, biletlerini alıvereyim, diye gişeye yöneldim. Sıraya girdim. Sıram iyice yaklaşınca kadın yavaşça yanıma geldi ve kara zeytin gözlerini ışıldatarak:
"Bilet almanız gerekmez kardeşim, biz hiçbir yere gitmiyoruz." dedi. Benim iyice şaşırdığımı anlayınca, kendisi hakkında yanlış düşüncelere kapılmamam için, gözleri yaşararak, şunları anlattı:
"Aslında anlatmamak da lazım ama, iyice kardeş gibi diretip durduğunuz için anlatayım. Kocamla tartıştım. Bıçak alıp kovaladı. Çocukları alıp zor kaçtım. Her zaman böyle de değil ama, içip gelince böyle yapıyor."
Sonra, dudağını ısırarak yere baktı.
"Birkaç tane iyi gün dostu, mal sarhoşu arkadaşı var. Niyetleri bozuk. İstedikleri olmayınca türlü türlü dedikodular çıkarıyorlar. Kocamın aklını çeliyorlar. Ben de söylüyorum; 'Getirme bunları eve, bunlar sana dost değil.' diyorum. O ise ters anlıyor. 'Onlar gelmesin dediğine göre onlarla bir şeyin vardır senin.' diyor. Konu komşu da usandı kavgamızdan gürültümüzden."
Elini yanına salıveren oğlunu kucağına aldı. Dizine kapanıp duran kızcağızının başını okşadı.
"Şehrin ilerisinde teyzemler var. Ne zaman böyle bir durum olsa onlara giderdim. Bugün gittiğimde onlarda da kimse yokmuş. Tanışlara gitmeye de çekiniyorum bu halimle. Kimseye belli etmemeye çalışıyorum."
Ayakkabısının topuğuyla istasyonun mermer zeminini tıkırdattı.
"Kendi kendime düşünürken aklıma gelen bu oldu. Burada iki üç saat beklesek güneş doğar. Bu arada o da ayılır. Ayılır ayılmaz da zaten aramaya başlar o felek vurgunu."
Sonra yüzüme çaresizce baktı:
"Siz iyisi mi, artık gidin kardeşim. Kandırdı, demeyin. Ne yapayım. Başka çarem kalmamıştı."
"Olmazsa başka gidebileceğiniz yer varsa oraya götüreyim. Burada böyle beklemek de kolay değil."
Kadıncağız, dudağını ısırıp yere baktı. Filan yere götürün diyemedi. Bu arada çocukların biri “su” dese, biri “ekmek” deyip eteklerini çekiştirmeye başladılar. Ben büfeye koştum. Baktım çoktan kapanmış. Restoran desen hak getire.
Sonra kalabalıktan oturacak yer de kalmamıştı neredeyse.
Sonunda, kadının kesinlikle karşı çıkmasına bakmaksızın onları tek odalı kulübeciğime alıp götürdüm.
Çeviren: Hüdayi Can
Gece geç saatlere kadar atölyeye kapanır, çalışırım. Çalışmamı acele bitirmem gerekirse ya da iyice kendimi kaptırmışsam ara sıra atölyede yattığım da olur. Her taraf sessizlik. Gündüzün gürültü patırtısından nam nişan yok. Komşu atölyelerde bütün gününü içerek geçiren arkadaşların en sona kalanları da yavaşça evlerinin yolunu tutar. Onlardan biri kapının önünden geçerlerken senin de böyle gece gündüz çalışarak bir yere varamayacağın hakkında ileri geri konuşur biraz. Koca avlunun varı yoğu yirmi otuz adım ilerdeki kapısına varıncaya kadar yarım saatini geçirir. Adım başı durup sigara yakar. Daha bir kez sordu sormadı elinden düşürür, söndürür. Senin kapına doğru olabildiğince mütevazı yüzünü çevirip: “Arkadaşım, ateşin yok muydu?” diye bağırır. Dikildiği yerden pantolonunun paçasına sıçrata sıçrata su döker. Düğmelerini düğmelemek için de epey uğraşması gerekir. Pantolonunu çeker. Sonra gözlerinin önünden uçan küçük örümceğin ağından korunuyormuş gibi elinin ayasını yüzünün üstünde gezdirir. Hala belki sigarasını yakması için ateş getirirsin umuduyla beklerken ellerini sallayarak: “Bak şu işe, hala elim burnumu hissediyor.” diye kıkırdar. Çünkü bunların kendi “tecrübelerine” göre bu şekilde elinin ayasını yüzünde gezdirdiğinde hala burnunu hissedebiliyorsan, bu sarhoş olmadığın anlamına geliyormuş. Henüz istediğin kadar içebilirmişsin. Ama hissedemezsen, içebileceğin kadar içtiğin anlamına gelirmiş. Artık vakit geçirmeden evinin yolun tutmalıymışsın. Bunun için de kendi aralarında çok içenlere “burunî”, o kadar içemeyenlere ise “bîburun” diyorlar. Bu da onların eğlencesi kendi çaplarında.
İşte böyle... En son “burunî”den kurtulabilirsen tamam. Sonrası âsûdeliktir. Artık üzerinde çalıştığın resmin karşısına geçip fikir yürütebilir, tam anlamıyla çalışabilirsin.
Ben bu duruma alışmışım. Bir gün değil, bir hafta ya da bir yıl değil, her zaman böyle. Doğrusu başka türlü çalışmak mümkün de değil. Hele gündüzleri... Bu işsizler takımının ellerine bir şişe rakı alıp, özel olarak oturmaya geldikleri de oluyor, “İyi bir parça buldum ama... Birkaç saatlik anahtarını versen...” diye boynunu büküp bakanlar da oluyor. Herkes kendi “iş”inin görülmesini ister. Sanki piyango kazanmış gibi ağzının suyu akar. Başında ekşir durur. Sonra da küser gider. Senin ise hem vaktin gider, hem zihnin dağılır. Çalışmak bir yana, rahatça oturman ya da yatıp dinlenmen bile mümkün değildir.
Onun için en iyisi geç saatlere kadar atölyede kalıp, çalışmak.
***
... O gün de işten geç çıktım. Kapımın önünde duran arabamı çalıştırdım. Birden serin bir rüzgar esti ve gök gürledi, yağmur yağmaya başladı. İçimden bir ses, “Gel, bu havada dışarı çıkma, atölyede yatıver.” dediyse de bir kere niyet ettikten sonra geri dönmeye üşenip yola düştüm.
Şehrin güneyindeki yeni semtlerden birine gitmem lazımdı. Atölye ise şehrin kuzeyinde. Yani şehri baştan başa geçmem lazımdı. Yağış gittikçe güçlendi. İlerlemek zorlaştı. Gökten yere doğru yanlamasına inen iri iri damlaları baharın deli rüzgarı bir çelmeyle yeniden tepesi üstü yere fırlattığı anlar on adım önündekini bile seçmek mümkün değil. Arabanın üstüne, kaportanın tepesine gürültüyle düşen kurşun gibi damlalar sanki ağzını kulağına vermiş, nara atıyor gibi korkunç, kesintisiz bir patırtı koparıyor, kalbine bir çeşit vehim salıyor. Telaşlandırıyor. Bir kenara çekilmek, yağmur dininceye kadar beklemek istiyorsun. Üstüne bir de birden yeri göğü titreterek gök gürlüyor. Keskin, soğuk yıldırımın şavkı alnını dilip, beyni çevreleyen ham deriyi serpip serpip bırakıyor. Tıpkı tependen eğri kılıç inmiş gibi, ezası yüreğini çentiyor.
Şehrin ortasına yaklaştığımda gündüzün kalabalığından bir nişan kalmamış ıssız caddenin kenarından iki çocuğunu elinden tutmuş, koşar adım gelen genç kadına gözüm düştü.
Bahar ayı da olsa, bu sağanağın altında böyle ince giyinmiş olmaları beni şaşırtmıştı. Kadın arada bir duraklıyordu, bir şeyler deyip silkiniyordu, çocukları ellerinden tutup silkeliyordu. Bazen de onları sırasıyla koltuğuna alıyordu, oturup bağrına basıyordu. Ellerini başlarına koyup yağmurdan korumaya çalışıyordu. Sanki birinden medet umuyor gibi arada sağa sola bakınıyordu. Her geçen arabanın ışığına eğilip bakıyordu.
Onun umutsuzca elini kaldırdığını görüp, arabanın hızını kestim. Birazcık geçince de durdum. İkiz oğlaklı ceylan gibi seğirtip gelen kadın arabanın hizasına gelince durakladı:
"Vah, bu da taksi değilmiş..." deyip, geri durdu. Gözle kaş arasında arabaya binmek için kapıya yapışan çocukların kollarını kapı kolundan çekip aldı. Benim arabanın üstünden yolun sağına soluna bakındı. Başka da bir gelen giden göremeyince arka kapıyı birden açtı ve aceleyle:
"Bizi istasyona atamaz mısınız, a kardeş? dedi. Taksi durmuyor. Çocuklar da korkmaya başladılar biraz."
"Atarım, niçin atmayayım, binin." dedim.
Onlar bininceye kadar belli etmeden inceledim.
Çocukların az büyük olanı kız. Olsa olsa beş altı yaşlarında. Diğeri oğlan. Fakat o kadar küçük ki. Yeni yürümeye başlamış olmalı.
Kadın orta boylu. Arada bir göğün yüzünü yalayıp geçen yıldırımın aydınlığından yüzünün beyazlığını anlamak mümkündü. Bir ara parlayan ayakları, sırılsıklam olan elbiselerinin altında iyice belli olan endamının ne kadar taze olduğunu belli ediyor. Yarı karanlık da olsa ben onun dudaklarının ince olduğunu, yüzünün ince, burnunun düz olduğunu, kalem değmemiş de olsa kaşlarının tıpkı elle çizilmiş gibi harika olduğunu, göğsünün geniş, narin bir kadın olduğunu anlamıştım. Güzellik tanrısının nazar saldığı bir kul olmasına bakmaksızın, kendi evinin işiyle içi dolu olduğu ise onun mütevazı giyiminden belliydi.
İstasyona at demişti ama, nedense elleri boştu. Yanında ne bavulu vardı ne bohçası.
Hepsi arabaya girip yerleşince, ben dikiz aynasına bakarak, arka koltuktaki üç karaltıdan ortada olanına sordum:
"Tren istasyonuna, değil mi?"
"Efendim?... Ha, evet, tren, tren..."
Aklına kötü haber getirmek de iyi değil ama, hallerine bakıp, köylerinden bir soğuk haber gelmiştir, bu da alelacele yetişmeye çalışıyordur, kocası da evde yoktur... diye düşündüm. Fakat sormaya çekindim. Sorduğum tek şey şu oldu:
"Çok geç kalmamış mısınız?"
"Evet, ne yaparsın, böyle oldu işte?"
"İyilik mi bari?"
"Evet, evet. İyilik."
Bundan fazla soru sormamamı yeğ gördüğünü anlatacak şekilde bana pek dikkat de etmeyip çocuklarıyla ilgilenmeye başladı.
İstasyona varınca, arka kapının vaktinde açılmadığına şaşırıp, tekrar aynaya baktım. Orasını burasını yoklayıp, çocuklarının kulağına bir şeyler fısıldayan kadın, birden bana doğru eğildi ve, güçlükle:
"A kardeş, aceleyle beş kuruşsuz çıkıvermişiz." dedi.
Ben güldüm. Dilime gelen de şu oldu:
"Paranız olsa da ben para almazdım ama, trene nasıl bineceksiniz?.."
Kadın bir süre sesini çıkarmadan oturdu. Düşündü. Yavaşça, hem de umutsuzca:
"Belki, sizin gibi Allah'ın sevdiği bir kula daha rastlarım." dedi ve, arabaya bindikleri için öyle sevinip, kuş yavruları gibi cıvıldaşıp duran çocuklarına seslendi:
"Bırakın şimdi konuşmayı. İnin çabucak. Hadi, hadi..."
Ben içimden geçen düşünceyi seslendirme ihtiyacı hissettim.
"Olmazsa, ben size yol parası versem? Aynı şehirde yaşıyoruz şunun şurasında, ne zaman olsa verirsiniz... İnsanlık hali, herkesin başına gelebilir."
Kadıncağız zor durumda kaldı.
"Hayır, hayır! Ben sizden para alamam. Allah razı olsun. Zaten az yardım etmediniz."
Kadın bunları söyleyip arabadan çıktı. Çocuklarını da çıkardı. Ben de çıktım.
Hiç değilse bunlar için kondüktörlerden biriyle bir konuşayım, düşüncesiyle arkalarından bekleme salonuna girdim. Hangi tarafa gideceklerini sordum. Tren tarifelerinin yazıldığı tahtaya baktım. Binecekleri trenin iki saat sonra gideceğini öğrendim. Trenin saati yaklaşınca kondüktörlerden biriyle konuşmak fikrinden de vazgeçtim de deminden beri yanıma gelip gidip “A kardeş, ne lüzum var, işin gücün vardır.” diye gittikçe telaşlanan kadının kesinlikle karşı çıkmasına aldırmadan, biletlerini alıvereyim, diye gişeye yöneldim. Sıraya girdim. Sıram iyice yaklaşınca kadın yavaşça yanıma geldi ve kara zeytin gözlerini ışıldatarak:
"Bilet almanız gerekmez kardeşim, biz hiçbir yere gitmiyoruz." dedi. Benim iyice şaşırdığımı anlayınca, kendisi hakkında yanlış düşüncelere kapılmamam için, gözleri yaşararak, şunları anlattı:
"Aslında anlatmamak da lazım ama, iyice kardeş gibi diretip durduğunuz için anlatayım. Kocamla tartıştım. Bıçak alıp kovaladı. Çocukları alıp zor kaçtım. Her zaman böyle de değil ama, içip gelince böyle yapıyor."
Sonra, dudağını ısırarak yere baktı.
"Birkaç tane iyi gün dostu, mal sarhoşu arkadaşı var. Niyetleri bozuk. İstedikleri olmayınca türlü türlü dedikodular çıkarıyorlar. Kocamın aklını çeliyorlar. Ben de söylüyorum; 'Getirme bunları eve, bunlar sana dost değil.' diyorum. O ise ters anlıyor. 'Onlar gelmesin dediğine göre onlarla bir şeyin vardır senin.' diyor. Konu komşu da usandı kavgamızdan gürültümüzden."
Elini yanına salıveren oğlunu kucağına aldı. Dizine kapanıp duran kızcağızının başını okşadı.
"Şehrin ilerisinde teyzemler var. Ne zaman böyle bir durum olsa onlara giderdim. Bugün gittiğimde onlarda da kimse yokmuş. Tanışlara gitmeye de çekiniyorum bu halimle. Kimseye belli etmemeye çalışıyorum."
Ayakkabısının topuğuyla istasyonun mermer zeminini tıkırdattı.
"Kendi kendime düşünürken aklıma gelen bu oldu. Burada iki üç saat beklesek güneş doğar. Bu arada o da ayılır. Ayılır ayılmaz da zaten aramaya başlar o felek vurgunu."
Sonra yüzüme çaresizce baktı:
"Siz iyisi mi, artık gidin kardeşim. Kandırdı, demeyin. Ne yapayım. Başka çarem kalmamıştı."
"Olmazsa başka gidebileceğiniz yer varsa oraya götüreyim. Burada böyle beklemek de kolay değil."
Kadıncağız, dudağını ısırıp yere baktı. Filan yere götürün diyemedi. Bu arada çocukların biri “su” dese, biri “ekmek” deyip eteklerini çekiştirmeye başladılar. Ben büfeye koştum. Baktım çoktan kapanmış. Restoran desen hak getire.
Sonra kalabalıktan oturacak yer de kalmamıştı neredeyse.
Sonunda, kadının kesinlikle karşı çıkmasına bakmaksızın onları tek odalı kulübeciğime alıp götürdüm.
***
... Kadın, boş evin eşiğinden adımını atınca yüzü kireç gibi ağardı. Kaçacak delik aradı.
"Hiiih!... Evinizde kimse yok muydu? Hani aileniz? Çocuklarınız nerede?"
Ben başımı salladım.
"Onlar mı? Üç dört gün için köye gitmişlerdi..."
Kadın gözlerini belertti.
"Öyleyse söyleseydiniz ya. Oldu mu şimdi... Olur mu böyle..."
"Ne yapayım, geleceklerdi bugün."
Benim de en az kendisi kadar dertlendiğimi görünce biraz sakinleşti.
"Acaba bilet bulamadılar mı?"
O bunu kendi kendine sormuştu. Çıkıp gitsin mi, içeri girsin mi bilemeden karşılaştığımızdan beri ilk kez yüzüme tedirgin baktı.
"Bu biraz yakışıksız oldu kardeş..."
"Olmazsa ben arkadaşlardan birine gideyim. Yarın sabah çıkarken, dert etmeyin, kapıyı çekin, o kendisi kilitlenir."
"Öyle, daha tuhaf olur. "
Kadının benzi ağardı.
"Ben sizden şüphe etmiyorum da... Fakat... Elin lafından çekiniyorum."
"Kimin ne işi var, benim evime kimin gelip kimin gittiğiyle. Belki sen benim kardeşimsin, belki akrabamsın..."
Yüzü aydınlandı.
"Hayır, akraban değil, kardeşin!.. Ben senin kardeşinim!.. Kardeşçiğin! Sen de benim ağbiciğimsin."
Ben çocukları koltuklarından tutup odanın ileri başına geçirdim. Elbiselerini çıkardım. Banyoyu, tuvaleti gösterdim. Ortaya sofra getirdim. Olduğu kadarını koydum. Çay demledim. Hepsini sofranın başına oturttum. Kendim de oturdum. Ancak ondan sonra kadına adını sordum.
Gözlerini kaldırmadan çocuklarını doyururken, dudaklarını hafifçe kımıldattı.
"Şahıcahan."
"Aman Tanrım, atalarımız zamanından kalma güzel adınız varmış."
"Herkes öyle söylüyor."
Ben onun hakkında biraz daha bilgi edinmek için konuşmayı başka tarafa çektim.
"Kocan nerede çalışıyor, Şahıcahan?"
"Ambarda."
"Nasıl ambarmış o?"
"Ne bileyim, kardeş. Büyük bir ambarmış. Mağazalara da oradan dağıtılıyormuş her şey."
"Öyleyse haliniz vaktiniz pek de kötü olmamalı."
"Halimiz vaktimiz kötüyken yaşayışımız iyiydi. Yastık bulamayıp başımızın altına kap kaç koyarken daha mutluyduk. Aramızda kavga gürültü yoktu. Halimiz vaktimiz düzelmeye başlayınca yaşayışımız da kötüleşmeye başladı."
"Zenginlik ağır gelmiş." demek.
Gelin aynı şekilde yere bakarak omuzlarını silkti. Alttan yüzüme baktı. Yüzümün titremeye başladığını anlayınca da kirpiklerini aşağı koyuverdi.
"Siz nerede çalışıyorsunuz?"
"Atölyede."
"Siz usta mısınız?"
"Yok, resimlerle uğraşıyorum."
"Fotoğraf mı çekiyorsunuz."
"Hayır resim yapıyorum."
"Ressam mısınız?"
"Evet."
"Hımm..."
Bir süre sustu, sonra yüzüme bakıp gülümsedi.
"Şimdi, işte, böyle otururken birden çocuklarınız kapıdan geliverseler ne yaparsınız?"
"Ben onlara, işte kardeşiniz geldi." derim.
"Çocuklarınız belki inanır ama, eşiniz inanır mı acaba?"
"İnanmasa da halini anlar. Kadın kadının halinden anlamasa olur mu?"
"Hepsi anlamıyor da, a kardeş."
"Hepsi anlamasa da, bizimki anlar."
Karınları doyunca, çocuklar annelerinin dizine başlarını koyup uyumaya başladılar. Kadını zor durumda bırakmamak için, çocuklarına, kendisine yatacak yer gösterip kendim balkona çıktım. Arkamdan Şahıcemal'in sesi geldi.
"Nereye yazılacaksa söyleyin, ben size de döşek sereyim."
Bu ses bana öyle tatlı işitildi ki. Aslında gerçekten de içine kadın ayağı girip çıksa, bir köşesinde çocuk mırıltıları olsa garip kulübe başka ne ister ki?..
Yine de ben nezaketi elden bırakmadım.
"Yok, yok. Kendim sererim. Buracıkta yatarım ben. Siz rahatça yatın orada."
Uzun süre mutfaktan yıkanan tabakların şakırtısı geldi durdu. Evde kendimden başka da hayat taşıyan varlıkların olduğu duygusu beni çabucak gevşetti.
... Gecenin bir vakti üşüyüp uyandım. Üstüme örtecek bir şey almak için, içeri boynumu uzattım. Bir baksam, üçü birbirine sarılmış, uyuyorlar. Pencereden giren serin rüzgarın tesiriyle kadının sol yanağında iki yana kıvrılan simsiyah saçlarına, kasnakta işlenmiş kızıl nakışlı yakanın içinde bembeyaz görünen gerdanına gözüm düşünce, dolgun göğüslerinden yayılan sütle karışık hoş koku beynime vurdu. Yüreğim coştu. Neredeyse kendimi tutamayacak, bu rayihalı sıcak kucağa atacaktım. Bir gönlüm ensemden itip “Hadi, çekinme, kendi ayağıyla gelen kısmeti tepme.” derken, bir gönlüm kolumdan çekip, “Nefsine çüş de, insafı elden giderme, sana güvenip evine gelen biçarenin namusuna göz dikme, güvenini yıkma.” diyordu.
Elim ayağıma dolaştı. Ne aradığımı kendim de unutup, odaya bir girip bir çıkarken, gözlerimi bir türlü kadının iri göğüslerinden ayıramıyordum. Geçen akşam ne yapacağını bilemeyen zavallı kadına, onun nazar boncuğu gibi çocuklarına sahip çıkmaya çalışan adam ile kendisini bir sığınak kabul edip evine gelen temiz kadını arzulayan iki adam vardı. Ve bu iki adamın da kendim olduğuna bir türlü inanmak istemiyordum.
O anda, sanki biri omzundan sallamış gibi kadın sıçrayarak yerinden kalktı. Yatağında oturdu. Telaşla entarisinin eteğini ayaklarına çekti. Yakasını kapattı. Saçlarını topladı. Başörtüsünü örttü. Gözünü yere dikip oturdu bir süre. Sonra birden iki eliyle yüzünü tutup ağlamaya başladı.
Ben eskisinden beter oldum. Varıp teselli mi edeyim, yoksa dönüp yerime yatıvereyim mi bilemedim. Benim eziyet çektiğimi anlamış gibi, kadın elini yüzünden çekip, yaşla dolmuş hüma gözlerini gözlerime dikti:
"Seni de zor durumda bıraktım, kardeş!" dedi.
Sanki hırsızlık yaparken yakalanmıştım.
“Yok, yok, rahatça yatın. Bana yük olmuyorsunuz.” desem de sesim normal çıkmadı sanırım.
Şahıcahan örtüsünün ucuyla yüzünü gözünü silip, kıvırıp bükmeden konuştu:
"Halinizi anlıyorum, kardeş. Erkek milletisiniz, ne de olsa. Kalbinize her şey geliyordur. Fakat Allah'ın kulu iseniz inanın. Bana kötü niyetle bakmayın. Şüphe etmeyin. Benim gözüme, evimden, kocamdan, bu çocuklarımdan başka bir şey görünmüyor. Ben sizi kardeş saydım. Buraya da size sığınarak geldim. Hadi, rahat olun, yatın. Birazcık dişinizi sıksanız tan atar, yüreğiniz genişler, biz de o zaman burada fazla durmayız."
Yer yarılsa girecektim.
Koşup eyvana çıktım. Kazık gibi dikilip gözlerimi yumdum, alnımı yumrukladım. Oturup dizimi dövdüm. Kan çıkarıncaya kadar dudağımı ısırdım. Ama ne yaparsam yapayım, pişmanlıktan kurtulamadım.
Ben kendimle uğraşırken çocuklar da “çiş” deyip, “kaka” deyip uyandılar. İşlerini bitirdikten sonra su da içtiler. Annelerine bir şeyler sordular. Onların mırıltılarını dinlerken yine dalmışım.
***
"Hadi kardeş! biz gidiyoruz. Yardımın için sağ ol. Allah mizana koysun!"
Sıçrayıp kalktım. Gözlerimi açtığımda kapının önünde üçü birbirinin elinden tutup, gitmeye niyetlenmiş duruyorlardı. Döşekler toplanmış. Ev süpürülmüş. Bütün eşyalar yerli yerine konulup, toparlanmış. Ben şiş gözlerimle uykuyla karışık kırık bir sesle:
"Hiç değilse, bir çay içseydiniz." dedim.
"Yok, kardeş, gidelim. O kara bahtlı bizi çoktan aramaya başlamıştır."
Şahıcahan böyle dedi de, zorlukla arkasına döndü. Tam çıkacakken bir durakladı, çocuklarına:
"Hadi, dayınıza hoşça kalın deyin!" dedi.
Çocuklar yüzüme bakıp küçücük ellerini kaldırdılar. “Hoşşakal, hoşşakal.” diye cıvıldaştılar. “Şimdi babba gidelim, bab-ba...” deyişip, annelerinin dizini kucakladılar. Gözleri yaşarmıştı. Onların halini gören Şahıcahan’ın da genzinin dolduğu belliydi. Bir tuhaf oldum.
Onlar kapıdan çıktıktan sonra bir süre daha çocukların sevinçli sesleri geldi.
Ben bir an donmuş gibi durdum. Koridordan gelen sesler uzaklaştıkça da kalbim hızlı hızlı çarpmaya başladı. Aceleyle bir çok düşünce at saldı beynime. Onların hangi birini eyerleyip bineceğime karar veremeden dururken sağ elim kapının koluna yapıştı. Ben kapıdan çıkıp, döne döne inen merdivenlerden inmekte olan misafirlere seslendim.
"Şahıcahan!.."
Kadın bekledi. Yukarı baktı. Çocukcağızlar da pırıl pırıl gözleriyle bana baktılar. Dayıları vedalaşmak istiyordur diye tekrar ellerini salladılar. Hafif öksürüp genzimi temizledim.
"Arabayla bırakayım, isterseniz."
"Yok, yok, kendimiz gideriz."
"Bekle o zaman, taksi parası vereyim."
"Yok yok, gerekmez. Allah razı olsun. Bizi bundan fazla minnet altında bırakma. Otobüse biner gideriz. Biletimiz var..."
Tekrar çocukların ellerini tutup aşağı yöneldi. Ben biraz yüksek sesle bağırdım.
"Şahıcahan!"
O durakladı. Şaşkın şaşkın bakındı.
"Şahıcahan, bir gelip gitsene."
Şahıcahan derin bir nefes aldı. Bir bana bir çocuklara bakıp duraksadı. Yutkundu. Çocuklarına:
"Burada bekleyin yavrularım. Bir yere ayrılmayın." deyip, isteksizce bana doğru yürüdü.
Bekleyin, dediyse de çocuklar da paytak paytak annelerinin arkasından geldiler.
Şahıcahan kapıya gelip durdu.
"Buyur, kardeş?"
Ben gözlerimi yere dikip yutkuna yutkuna şöyle dedim:
"... Dün çocuklar köye gitti derken, ben de seni biraz kandırdım. Benim kimim kimsem yok, Şahıcahan..."
Şahıcahan eskisinden beter kızardı. Sesini çıkarmadan geri döndü. Ne diye kimim kimsem yoktu, evlenip ayrılmış mıydım, yoksa hiç evlenmemiş miydim, kıl kadar da ilgisini çekmemişti. Basamaklardan emekleyip gelen çocuklarına elini uzattı.
"Durun, durun, düşeceksiniz. Ben geliyorum!"
Ben gücümü toplayıp konuşmama devam ettim.
"İnsanlık hali, eğer kocanız yine tersine tutturup durursa başka bir yere gitmeye çalışmayın da doğru buraya gelin..."
Şahıcahan bana döndü.
"Sizin gibi iyi insanlar daha çok olsalardı, o zaman dünyada hiç kötülük kalmazdı."
Ben:
"Birazcık bekleyin, dedim de seğirtip eve girdim. Bir kağıda işimdeki telefon numaramı yazıp Şahıcahan’ın eline tutuşturdum."
"Ağır görme de durumunuzun düzelip düzelmediği hakkında bana haber ver. Mutlaka telefon et. Yoksa benim içim rahat etmez."
"Peki, kardeş."
Gittiler.
Bir kase çay içip içmeden, ben de işe gittim. Ya ben varmadan telefon ederse diye acele ettim. Kavşaktaki kırmızı ışık yeşile dönünceye kadar içim içimi yedi. Yolda önümden giden arabaların hızı çok yavaşmış gibi geldi. Korna çala çala bütün şoförlerin kulaklarını sağır ettim. Şahıcahan “Kocam, yine önceki gibi.” desin, “Kendisi bilir. Bırak. Doğru benim yanıma gel.” derim. Hayır, gel demem de, o an nerede duruyorsa gider kendim alır gelirim. Bana sen olsan yeter. Çocukların olursa olsun. Ben onlara da tıpkı kendi çocuklarımmış gibi bakarım, derim. İki kez yolunda gitmeyen aile hayatımdan bahsederim, diyerek, hatta söyleyeceğim sözlere varıncaya kadar içimden tekrarlaya tekrarlaya geldim. Yazık, o zavallının bütün günahı, sakinliğidir, sadeliğidir. Ayağının tırnağını boyayanlardan olmuş olsa o kocası olacak ona yaranıp gününü geçirse de başka bir şey istemezdi deyip, dişimi gıcırdattım. Böyle sevgi dolu kadının, böyle sevimli çocukların böylesine gece yarısı sokaklara kaçışına için için üzüldüm.
Atölyeye vardıktan sonra da elim işe varmadı. Öylece, gözümü telefona dikip, hindi gibi düşündüm durdum. Başka biri telefon etse içimden kızdım. Konuştuğumda soğuk soğuk konuştum. İçmek için ikişer üçer toplanmaya başlayan “burunîlerden”, “bîburunlardan” uzak durmaya çalıştım. Biri borç istemeye geldi. Verdim. Böylelikle de onlardan tamamen yakayı kurtarmış oldum.
Öyle suları telefondan o akşamki yumuşak ses duyuldu. Fakat, o ses şimdi akşamki gibi dertli değildi. Neşeliydi. Asudeydi. Arkadan bir yerden yorgun, kalın erkek sesi, çocukların cıvıltısı, televizyon mu, radyo mu bir şeyin gürültüsü geliyordu.
Şahıcahan, kocasının kendisini çok iyi karşıladığını, tıpkı söylediği gibi sabahtan beri kendilerini arayıp bütün akrabalarını dolaşmış olduğunu, bir daha içmeyeceğine, arkadaşlarının lafına gitmeyeceğine, kavga çıkarmayacağına söz verdiğini, hem de bu seferki söz verişinin hiç de eskilerine benzemediğini, hatta çocukları bağrına basıp ağladığını coşkuyla, heyecanla anlatıyordu.
"Çocuklar filan, kardeşim, bir sevindi, bir sevindi, anlatılır gibi değil!.. Alo, alo! Duyuyor musunuz? Siz dert etmeyin, hepsi düzeldi. Sağ olun! Tekrar teşekkür ederim!.. Alo, alo..."
Artık ahize elimden düştü mü, kendim mi koydum bilmiyorum. Kendime geldiğimde telefonun üzerinde abanmış derin düşüncelere dalmışım. Kulağımda ise Şahıcahan'ın son sözleri süreğen bir şekilde tekrarlanıyor.
Sonra birden konuşmanın çoktan kesilmiş olduğunu da unutup, ahizeyi tekrar kaldırdım da tüm kalbimle:
"Tamam, kardeşim! Tamam! O güler yüzlü çocuklar yetim kalmasınlar yeter ki. Biz neyiz ki... Biz... Biz hiç... Biz... Biz... Biz ne olursak o olalım... diye bağırdım."
Sesimin ahizenin öte yanına gitmediğini de telefonun kesik kesik sinyal verdiğini de daha sonra anladım.
... Kadın, boş evin eşiğinden adımını atınca yüzü kireç gibi ağardı. Kaçacak delik aradı.
"Hiiih!... Evinizde kimse yok muydu? Hani aileniz? Çocuklarınız nerede?"
Ben başımı salladım.
"Onlar mı? Üç dört gün için köye gitmişlerdi..."
Kadın gözlerini belertti.
"Öyleyse söyleseydiniz ya. Oldu mu şimdi... Olur mu böyle..."
"Ne yapayım, geleceklerdi bugün."
Benim de en az kendisi kadar dertlendiğimi görünce biraz sakinleşti.
"Acaba bilet bulamadılar mı?"
O bunu kendi kendine sormuştu. Çıkıp gitsin mi, içeri girsin mi bilemeden karşılaştığımızdan beri ilk kez yüzüme tedirgin baktı.
"Bu biraz yakışıksız oldu kardeş..."
"Olmazsa ben arkadaşlardan birine gideyim. Yarın sabah çıkarken, dert etmeyin, kapıyı çekin, o kendisi kilitlenir."
"Öyle, daha tuhaf olur. "
Kadının benzi ağardı.
"Ben sizden şüphe etmiyorum da... Fakat... Elin lafından çekiniyorum."
"Kimin ne işi var, benim evime kimin gelip kimin gittiğiyle. Belki sen benim kardeşimsin, belki akrabamsın..."
Yüzü aydınlandı.
"Hayır, akraban değil, kardeşin!.. Ben senin kardeşinim!.. Kardeşçiğin! Sen de benim ağbiciğimsin."
Ben çocukları koltuklarından tutup odanın ileri başına geçirdim. Elbiselerini çıkardım. Banyoyu, tuvaleti gösterdim. Ortaya sofra getirdim. Olduğu kadarını koydum. Çay demledim. Hepsini sofranın başına oturttum. Kendim de oturdum. Ancak ondan sonra kadına adını sordum.
Gözlerini kaldırmadan çocuklarını doyururken, dudaklarını hafifçe kımıldattı.
"Şahıcahan."
"Aman Tanrım, atalarımız zamanından kalma güzel adınız varmış."
"Herkes öyle söylüyor."
Ben onun hakkında biraz daha bilgi edinmek için konuşmayı başka tarafa çektim.
"Kocan nerede çalışıyor, Şahıcahan?"
"Ambarda."
"Nasıl ambarmış o?"
"Ne bileyim, kardeş. Büyük bir ambarmış. Mağazalara da oradan dağıtılıyormuş her şey."
"Öyleyse haliniz vaktiniz pek de kötü olmamalı."
"Halimiz vaktimiz kötüyken yaşayışımız iyiydi. Yastık bulamayıp başımızın altına kap kaç koyarken daha mutluyduk. Aramızda kavga gürültü yoktu. Halimiz vaktimiz düzelmeye başlayınca yaşayışımız da kötüleşmeye başladı."
"Zenginlik ağır gelmiş." demek.
Gelin aynı şekilde yere bakarak omuzlarını silkti. Alttan yüzüme baktı. Yüzümün titremeye başladığını anlayınca da kirpiklerini aşağı koyuverdi.
"Siz nerede çalışıyorsunuz?"
"Atölyede."
"Siz usta mısınız?"
"Yok, resimlerle uğraşıyorum."
"Fotoğraf mı çekiyorsunuz."
"Hayır resim yapıyorum."
"Ressam mısınız?"
"Evet."
"Hımm..."
Bir süre sustu, sonra yüzüme bakıp gülümsedi.
"Şimdi, işte, böyle otururken birden çocuklarınız kapıdan geliverseler ne yaparsınız?"
"Ben onlara, işte kardeşiniz geldi." derim.
"Çocuklarınız belki inanır ama, eşiniz inanır mı acaba?"
"İnanmasa da halini anlar. Kadın kadının halinden anlamasa olur mu?"
"Hepsi anlamıyor da, a kardeş."
"Hepsi anlamasa da, bizimki anlar."
Karınları doyunca, çocuklar annelerinin dizine başlarını koyup uyumaya başladılar. Kadını zor durumda bırakmamak için, çocuklarına, kendisine yatacak yer gösterip kendim balkona çıktım. Arkamdan Şahıcemal'in sesi geldi.
"Nereye yazılacaksa söyleyin, ben size de döşek sereyim."
Bu ses bana öyle tatlı işitildi ki. Aslında gerçekten de içine kadın ayağı girip çıksa, bir köşesinde çocuk mırıltıları olsa garip kulübe başka ne ister ki?..
Yine de ben nezaketi elden bırakmadım.
"Yok, yok. Kendim sererim. Buracıkta yatarım ben. Siz rahatça yatın orada."
Uzun süre mutfaktan yıkanan tabakların şakırtısı geldi durdu. Evde kendimden başka da hayat taşıyan varlıkların olduğu duygusu beni çabucak gevşetti.
... Gecenin bir vakti üşüyüp uyandım. Üstüme örtecek bir şey almak için, içeri boynumu uzattım. Bir baksam, üçü birbirine sarılmış, uyuyorlar. Pencereden giren serin rüzgarın tesiriyle kadının sol yanağında iki yana kıvrılan simsiyah saçlarına, kasnakta işlenmiş kızıl nakışlı yakanın içinde bembeyaz görünen gerdanına gözüm düşünce, dolgun göğüslerinden yayılan sütle karışık hoş koku beynime vurdu. Yüreğim coştu. Neredeyse kendimi tutamayacak, bu rayihalı sıcak kucağa atacaktım. Bir gönlüm ensemden itip “Hadi, çekinme, kendi ayağıyla gelen kısmeti tepme.” derken, bir gönlüm kolumdan çekip, “Nefsine çüş de, insafı elden giderme, sana güvenip evine gelen biçarenin namusuna göz dikme, güvenini yıkma.” diyordu.
Elim ayağıma dolaştı. Ne aradığımı kendim de unutup, odaya bir girip bir çıkarken, gözlerimi bir türlü kadının iri göğüslerinden ayıramıyordum. Geçen akşam ne yapacağını bilemeyen zavallı kadına, onun nazar boncuğu gibi çocuklarına sahip çıkmaya çalışan adam ile kendisini bir sığınak kabul edip evine gelen temiz kadını arzulayan iki adam vardı. Ve bu iki adamın da kendim olduğuna bir türlü inanmak istemiyordum.
O anda, sanki biri omzundan sallamış gibi kadın sıçrayarak yerinden kalktı. Yatağında oturdu. Telaşla entarisinin eteğini ayaklarına çekti. Yakasını kapattı. Saçlarını topladı. Başörtüsünü örttü. Gözünü yere dikip oturdu bir süre. Sonra birden iki eliyle yüzünü tutup ağlamaya başladı.
Ben eskisinden beter oldum. Varıp teselli mi edeyim, yoksa dönüp yerime yatıvereyim mi bilemedim. Benim eziyet çektiğimi anlamış gibi, kadın elini yüzünden çekip, yaşla dolmuş hüma gözlerini gözlerime dikti:
"Seni de zor durumda bıraktım, kardeş!" dedi.
Sanki hırsızlık yaparken yakalanmıştım.
“Yok, yok, rahatça yatın. Bana yük olmuyorsunuz.” desem de sesim normal çıkmadı sanırım.
Şahıcahan örtüsünün ucuyla yüzünü gözünü silip, kıvırıp bükmeden konuştu:
"Halinizi anlıyorum, kardeş. Erkek milletisiniz, ne de olsa. Kalbinize her şey geliyordur. Fakat Allah'ın kulu iseniz inanın. Bana kötü niyetle bakmayın. Şüphe etmeyin. Benim gözüme, evimden, kocamdan, bu çocuklarımdan başka bir şey görünmüyor. Ben sizi kardeş saydım. Buraya da size sığınarak geldim. Hadi, rahat olun, yatın. Birazcık dişinizi sıksanız tan atar, yüreğiniz genişler, biz de o zaman burada fazla durmayız."
Yer yarılsa girecektim.
Koşup eyvana çıktım. Kazık gibi dikilip gözlerimi yumdum, alnımı yumrukladım. Oturup dizimi dövdüm. Kan çıkarıncaya kadar dudağımı ısırdım. Ama ne yaparsam yapayım, pişmanlıktan kurtulamadım.
Ben kendimle uğraşırken çocuklar da “çiş” deyip, “kaka” deyip uyandılar. İşlerini bitirdikten sonra su da içtiler. Annelerine bir şeyler sordular. Onların mırıltılarını dinlerken yine dalmışım.
***
"Hadi kardeş! biz gidiyoruz. Yardımın için sağ ol. Allah mizana koysun!"
Sıçrayıp kalktım. Gözlerimi açtığımda kapının önünde üçü birbirinin elinden tutup, gitmeye niyetlenmiş duruyorlardı. Döşekler toplanmış. Ev süpürülmüş. Bütün eşyalar yerli yerine konulup, toparlanmış. Ben şiş gözlerimle uykuyla karışık kırık bir sesle:
"Hiç değilse, bir çay içseydiniz." dedim.
"Yok, kardeş, gidelim. O kara bahtlı bizi çoktan aramaya başlamıştır."
Şahıcahan böyle dedi de, zorlukla arkasına döndü. Tam çıkacakken bir durakladı, çocuklarına:
"Hadi, dayınıza hoşça kalın deyin!" dedi.
Çocuklar yüzüme bakıp küçücük ellerini kaldırdılar. “Hoşşakal, hoşşakal.” diye cıvıldaştılar. “Şimdi babba gidelim, bab-ba...” deyişip, annelerinin dizini kucakladılar. Gözleri yaşarmıştı. Onların halini gören Şahıcahan’ın da genzinin dolduğu belliydi. Bir tuhaf oldum.
Onlar kapıdan çıktıktan sonra bir süre daha çocukların sevinçli sesleri geldi.
Ben bir an donmuş gibi durdum. Koridordan gelen sesler uzaklaştıkça da kalbim hızlı hızlı çarpmaya başladı. Aceleyle bir çok düşünce at saldı beynime. Onların hangi birini eyerleyip bineceğime karar veremeden dururken sağ elim kapının koluna yapıştı. Ben kapıdan çıkıp, döne döne inen merdivenlerden inmekte olan misafirlere seslendim.
"Şahıcahan!.."
Kadın bekledi. Yukarı baktı. Çocukcağızlar da pırıl pırıl gözleriyle bana baktılar. Dayıları vedalaşmak istiyordur diye tekrar ellerini salladılar. Hafif öksürüp genzimi temizledim.
"Arabayla bırakayım, isterseniz."
"Yok, yok, kendimiz gideriz."
"Bekle o zaman, taksi parası vereyim."
"Yok yok, gerekmez. Allah razı olsun. Bizi bundan fazla minnet altında bırakma. Otobüse biner gideriz. Biletimiz var..."
Tekrar çocukların ellerini tutup aşağı yöneldi. Ben biraz yüksek sesle bağırdım.
"Şahıcahan!"
O durakladı. Şaşkın şaşkın bakındı.
"Şahıcahan, bir gelip gitsene."
Şahıcahan derin bir nefes aldı. Bir bana bir çocuklara bakıp duraksadı. Yutkundu. Çocuklarına:
"Burada bekleyin yavrularım. Bir yere ayrılmayın." deyip, isteksizce bana doğru yürüdü.
Bekleyin, dediyse de çocuklar da paytak paytak annelerinin arkasından geldiler.
Şahıcahan kapıya gelip durdu.
"Buyur, kardeş?"
Ben gözlerimi yere dikip yutkuna yutkuna şöyle dedim:
"... Dün çocuklar köye gitti derken, ben de seni biraz kandırdım. Benim kimim kimsem yok, Şahıcahan..."
Şahıcahan eskisinden beter kızardı. Sesini çıkarmadan geri döndü. Ne diye kimim kimsem yoktu, evlenip ayrılmış mıydım, yoksa hiç evlenmemiş miydim, kıl kadar da ilgisini çekmemişti. Basamaklardan emekleyip gelen çocuklarına elini uzattı.
"Durun, durun, düşeceksiniz. Ben geliyorum!"
Ben gücümü toplayıp konuşmama devam ettim.
"İnsanlık hali, eğer kocanız yine tersine tutturup durursa başka bir yere gitmeye çalışmayın da doğru buraya gelin..."
Şahıcahan bana döndü.
"Sizin gibi iyi insanlar daha çok olsalardı, o zaman dünyada hiç kötülük kalmazdı."
Ben:
"Birazcık bekleyin, dedim de seğirtip eve girdim. Bir kağıda işimdeki telefon numaramı yazıp Şahıcahan’ın eline tutuşturdum."
"Ağır görme de durumunuzun düzelip düzelmediği hakkında bana haber ver. Mutlaka telefon et. Yoksa benim içim rahat etmez."
"Peki, kardeş."
Gittiler.
Bir kase çay içip içmeden, ben de işe gittim. Ya ben varmadan telefon ederse diye acele ettim. Kavşaktaki kırmızı ışık yeşile dönünceye kadar içim içimi yedi. Yolda önümden giden arabaların hızı çok yavaşmış gibi geldi. Korna çala çala bütün şoförlerin kulaklarını sağır ettim. Şahıcahan “Kocam, yine önceki gibi.” desin, “Kendisi bilir. Bırak. Doğru benim yanıma gel.” derim. Hayır, gel demem de, o an nerede duruyorsa gider kendim alır gelirim. Bana sen olsan yeter. Çocukların olursa olsun. Ben onlara da tıpkı kendi çocuklarımmış gibi bakarım, derim. İki kez yolunda gitmeyen aile hayatımdan bahsederim, diyerek, hatta söyleyeceğim sözlere varıncaya kadar içimden tekrarlaya tekrarlaya geldim. Yazık, o zavallının bütün günahı, sakinliğidir, sadeliğidir. Ayağının tırnağını boyayanlardan olmuş olsa o kocası olacak ona yaranıp gününü geçirse de başka bir şey istemezdi deyip, dişimi gıcırdattım. Böyle sevgi dolu kadının, böyle sevimli çocukların böylesine gece yarısı sokaklara kaçışına için için üzüldüm.
Atölyeye vardıktan sonra da elim işe varmadı. Öylece, gözümü telefona dikip, hindi gibi düşündüm durdum. Başka biri telefon etse içimden kızdım. Konuştuğumda soğuk soğuk konuştum. İçmek için ikişer üçer toplanmaya başlayan “burunîlerden”, “bîburunlardan” uzak durmaya çalıştım. Biri borç istemeye geldi. Verdim. Böylelikle de onlardan tamamen yakayı kurtarmış oldum.
Öyle suları telefondan o akşamki yumuşak ses duyuldu. Fakat, o ses şimdi akşamki gibi dertli değildi. Neşeliydi. Asudeydi. Arkadan bir yerden yorgun, kalın erkek sesi, çocukların cıvıltısı, televizyon mu, radyo mu bir şeyin gürültüsü geliyordu.
Şahıcahan, kocasının kendisini çok iyi karşıladığını, tıpkı söylediği gibi sabahtan beri kendilerini arayıp bütün akrabalarını dolaşmış olduğunu, bir daha içmeyeceğine, arkadaşlarının lafına gitmeyeceğine, kavga çıkarmayacağına söz verdiğini, hem de bu seferki söz verişinin hiç de eskilerine benzemediğini, hatta çocukları bağrına basıp ağladığını coşkuyla, heyecanla anlatıyordu.
"Çocuklar filan, kardeşim, bir sevindi, bir sevindi, anlatılır gibi değil!.. Alo, alo! Duyuyor musunuz? Siz dert etmeyin, hepsi düzeldi. Sağ olun! Tekrar teşekkür ederim!.. Alo, alo..."
Artık ahize elimden düştü mü, kendim mi koydum bilmiyorum. Kendime geldiğimde telefonun üzerinde abanmış derin düşüncelere dalmışım. Kulağımda ise Şahıcahan'ın son sözleri süreğen bir şekilde tekrarlanıyor.
Sonra birden konuşmanın çoktan kesilmiş olduğunu da unutup, ahizeyi tekrar kaldırdım da tüm kalbimle:
"Tamam, kardeşim! Tamam! O güler yüzlü çocuklar yetim kalmasınlar yeter ki. Biz neyiz ki... Biz... Biz hiç... Biz... Biz... Biz ne olursak o olalım... diye bağırdım."
Sesimin ahizenin öte yanına gitmediğini de telefonun kesik kesik sinyal verdiğini de daha sonra anladım.
Yorumlar
Yorum Gönder