ARAFAT DAĞI
Ahmet Halmırat
Çeviren: Hüdayi Can
Ekim, 1993
Çeviren: Hüdayi Can
Gelin, bu sefer güzel bir konudan bahsedelim. Hem ne de olsa
bir güzelliği dinlemenin de dile getirmenin de, kendine göre apayrı lezzeti
vardır. Ben size, borcu aslında bir iğne değerinde olsa bile onu bir deve borcu
varmış gibi önemseyen, kimseyi incitmeyen, temiz kalpli bir ihtiyarın yüreğinin
ukdesini, ömründeki son arzusunu anlatacağım. Bu ihtiyar o zamanlar yüz
yaşındaydı.
***
İnsan ne zaman kırda bayırda yüksek bir tepeye, bir dağ
tümseğine çıkıp etrafına şöyle bir baksa, önce yüreği helecanla titrer, sonra
da birden dünyasının genişlediğini, içinin inşirahla dolduğunu hisseder. Hatta
düşünde yüksekçe bir yere çıktıysan, bu bile gün boyu keyfinin yerinde olmasına
neden olabilir. Artık bakışların daha bir müşfiktir ve bu gördüğün düş de
iyiliğe yorulur. Acaba niçin? Ruhuna yük olan bütün derdini, tasanı çamurlu
pabucunu çıkarır gibi çıkarıp, baş açık yalın ayak yüksek bir tepeye tırmanmak
istiyorsun. İşte bu âdemoğlunun zavallı gönlüdür. Demek istediğim, onda hep
şimdiki derecesinden, içinde bulunduğu halden birazcık olsun yukarı gidebilme
hayali var. Acaba, diyorum, bunun için mi? Yoksa insan gerçekten de bulunduğu
yerden azıcık yükselince o lâ-mekân olana yaklaşıyor mu?
Acaba
Sözen Ağanın her gün ikindi suları çoluk çocuğu peşine takıp şu uzaktaki kum
tepesine çıkmasının manası neydi? Yeşil yeşil kâküller gibi dökülüp duran selin
ağaçları rüzgârla taranan güzel kum tepesine çıkan yüz yaşındaki ihtiyar, bazen
yeni doğmuş, bazen bir haftalık aya bakar, ay ışığıyla yüzünü yıkar sanki ve
sena eder:
“Ay doğmuş,
Akça pakça,
Çok kez kuzeye
Birçok defa
Gelecek aylara,
Gelecek yıllara,
Elim ile,
Günüm ile,
Sağ salim,
Sağ esen,
Ulaştır bizi,
Ey Rabbim!!!”
Oğlancıklar da onunla aynı anda ellerini yüzlerine sürerler,
bir grup güvercin gibi çırpınarak yüksekçe kum tepesinden inerlerdi.
Yaşının sonunda çocuklarla böyle senli benli olan bu
ihtiyarın hareketlerini çölün ortasındaki bu köyde kimsecikler yadırgamıyordu.
Fakat onun her defasında: “Hadi hacca gidelim, hacı olalım!” demesi benim için
hep anlaşılmaz bir hareketti. Yani, şimdi Sözen Ağa için bu büyücek tepe Hicaz
mı? Ay ona göre Mescid-i Haram mı? Ya da gün görmüş, hayatın her türlü
sınamalarıyla yüz yüze gelmiş Sözen Ağa bunamaya mı başladı?
Tabii bunları ona sormak olacak iş değil. Aslında, benim
ondan öğrendiklerimin haddi hesabı yoktu ama... Hülasa, ihtiyar kendisi bu
meseleyi açıncaya kadar bu konuda ona bir şey sormamaya karar verdim ve
beklemeye başladım. Doğru aslında. Her şeyi öğrenmeyi istemek hoşa gitmeyen bir
tecessüs gibi de görünmüyor değildi hani. İhtiyar bir adam, çocuklarla beraber
yüksek bir yere çıkıyor, ayı seyrediyor, güzel dileklerde bulunuyor. İşin aslı
da bu, faslı da bu... Bundan güzel asıl mı olur?!
Her ne kadar buna benzer sözlerle kendi kendimi ikna etmeye,
içimdeki meraklıyı susturmaya çalışsam da, tam, başardım mı dediğim sıralar,
tekrar çocukları peşine takmış büyük bir hevesle tepeye tırmanmakta olan
ihtiyar gözüme ilişirdi. Derin bir nefes alırdım: “Hey gidi, Sözen Ağa...” O gökyüzündeki
sarı ayı alacalı bulacalı güvercinlere hediye etmek istiyormuş gibi ellerini
yukardan aşağı kelebek gibi dalgalandıra dalgalandıra indiriyor. Ramazan
başladı başlayalı her gün aynı şey... Her gün aynı...
***
Yüz yaşına gelen adamın dişleri dökülüp bittikten sonra,
yerlerine inci gibi yenice süt dişleri çıkarmış diye bir söz işitirdik ama
doğrusu Sözen Ağada böyle bir değişiklik görmedik. “Yılım sığır yılı olmalı.”[1]
diye hesabını çıkarır, hesaplarız şek şüphe kalmaz tamı tamına yüz iki yaşının
içindedir. Onun sözüne sohbetine baksan bunaklıktan hiçbir işaret bulamazsın.
Sağlığını sıhhatini sorsan: “Gözlerim keskin, iğneye iplik geçirebiliyorum hâlâ,
ama şu ayaklarım nasıl anlatayım, sanki madeni paslanmış gibi, bir otursam
kalkmak içimden gelmiyor. Habersiz bir kaza bela gelmese, ya da pis bir
hastalığa yakalanmasan insanoğlu sadece kocamakla ölmeyecek herhalde.” der de
gözlerini güldürür, gülümser.
Ne de olsa zaman zaman Sözen Ağanın akıl kuşu başından uçuyor
olmalı. Onun kim bilir ne zaman dünyaya veda eden, merhum validesinin adı
Oğulcemal imiş. Bak, bu olan işe. Şimdi Sözen Ağanın oğlu Oraz’ın hanımının adı
da Oğulcemal. Artık torununu da gören orta yaşı arkada bırakmış gelini Oğulcemal’ı
o bazen kendi annesi sanıyor.
Hey gidi Oğulcemal Yenge. Acaba bu görünen uzun eteklilerin
içinde Oğulcemal Yengenin eline su dökebilecek biri çıkar mı? O kaynatasının
başını sabunlar, sakalını bıyığını düzeltir, eline ayağına ılık su döküverir,
yıkar temizler sonra çocuk gibi götürüp yatağına da yatırır. Yumruk kadarcık
ihtiyarın ağırlığından ne olacak desene. Oğulcemal bunlardan başka da kara evde
ocar[2]
odunuyla kaynatılmış ibriği önüne alır, bir kâse tatlı çayı da onun ağzına
tutar. İşte bütün bunlardan sonra dünyası genişleyen, bembeyaz bir kuş gibi
köşesinde oturan ihtiyar, güya yelden sudan sakınılıp yetiştirilmiş bir çocuk
olur: “Ana, ben yatacağım. Sen sakın gözünü yumma da bana bak, dur.” diye sıkı
sıkıya tembih eder ve yatağa uzanır. Bunu işiten Oğulcemal Yenge belli belirsiz
gülümser. Yerinden kıpırdamadan elindeki yelpazeyle kayın pederinin başında
oturup onun yüzünü yelpazelemeye devam eder.
Hatta bir defasında ihtiyar ona: “Ana, ben senin elinde
yatacağım.” demiş de buna bile Oğulcemal Yengemin kaşları çatılmamış. “Ya benim
gözlerime nur indi, ya da kara evin içi Hakkın nuruyla boyandı. Eşikten adımımı
atmışım ki ne göreyim, yengen babamın başucunda oturuyor. Bir elinde babam
başını koymuş mışıl mışıl uyuyor, bir elinde de yelpaze. Bu dünyada bana
sorarsanız bundan ilginç keramet görmüş değilimdir. Evin içi de
apaydınlıktı...”diye Oraz Ağa bizzat kendisi anlatmıştı. O zamandan beri ben bu
vakayı sanki gözlerimle görmüş gibi hissediyorum kendimi.
***
Adam iyice ihtiyarlarsa yüreği yufkalaşır, çocuk gibi olurmuş
dedikleri doğru imiş. Sözen Ağa ömrünün sonunda bu çölün içindeki küçücük köyün
küçük çocuklarıyla iyice senli benli hale geldi. Önceleri birden namazım kazaya
kalmasın diye vaktinde eve dönerdi. Gelse de namaz kılmayı unutur, bir deriyi tabaklamaya
girişir, dalar giderdi. Son zamanlarda ise Oğulcemal Yenge çay su vereyim diye
peşinden gelmese onun vaktinde eve döneceği de yoktu doğrusu. Az büyücek
oğlanlardan biri: “Sözen Ağa, hadi bize gidelim, ekmeği bizde yeriz.” dese,
onun peşine takılıp gitmekten de hiç çekinmiyordu. Böyle durumlarda Oğulcemal
Yengenin o ev senin, bu ev benim kaygıyla ihtiyarı aramakta olduğuna şahit
olurduk. Çanak gibi büyük bir çukurluğun dört tarafında öbek öbek saçılmış kara
evlerden[3]
herhangi birinde o yitiğini bulur, elinden tutup yavaşça evine döner. Başı
papaklı, eli asalı ihtiyar dedenin elinden tutup gelirken bu yakınlarda
yaşayanların hiç biri bu manzarayı tuhaf ya da komik bulmaz. Yapılması gereken
bu manzaradan hoşnut olmak, kendi kendine gülümseyip geçip gitmektir.
Üniversitede okuduğum zaman hocam benden göçebelikle ilgili
eski sözleri toplamamı istemişti. O zamanlar ben Sözen Ağa ile çok sohbet
etmiş, ondan çok şeyler öğrenmiştim. Bu işin sonunda öylesine samimi olmuştuk
ki, sanki o hüner öğreten üstat, ben de onun çırağı... Ben gözüne ilsem
tamamdır: “Halmıratcan’ın muallim oğlu, gel bakalım. Sana, hoşuna gidecek bir
laf bulup koymuştum şuralara bir yere.” diye, dişlerini göstererek gülümser,
benimle konuşmaktan zevk aldığını belli ederdi. Doğrusu, bu ummam gibi adamın
kendi sözlerinden bazılarını da atasözünden zor ayırırdım, hatta bazen
ayıramadığım da olurdu. “Çölde gezmek istiyorsan, oğlum, çöl gibi geniş
olmalısın. Deve gibi olmadıkça dünyanın yanında olamazsın.” diye başladı
mı “Evet, evet, gerçekten...”der, ağzını
açar kalırsın. Sonra o devenin dünyaya gelişini anlatmaya başlar. “Adem Babayı,
dağı düzü, bütün canlıları yoktan var ettikten sonra Allah deveyi dünyaya
indirmek istemiş. “Boynu uzun, hörgüçlü, sakin ve cana yakın bir canlı dünyaya
gelecekmiş haberi yayılınca Şeytan yerinde duramamış kıskançlığından: “Bu
hayvanın ayağı beş olur ha...” demiş. Hoşgörülü Tanrı: “Gel, zaten kötü huyları
yüzünden bu hallere düşen bu bedbahtı bu sefer yalancı çıkarmayayım.” demiş ve
dört ayaklı devenin döşüne de bir taban yapıştırmış. Devenin döşündeki o
yuvarlak sertlik var ya Şeytanı yalancı çıkarmamak için yapıştırılan o bir avuç
balçık olmalı.
Deveden artan balçıktan Tanrı fili yaratmış. Belki
görmüşsündür, fil de heybetli yürüyüşüyle korku veren deve gibi kocaman bir
hayvandır.
Biribar[4]
“Hangi yurda deve ile dağ verdiysem, oranın rızkı, bereketi bol olur.” demiş denilen
bir yer de olmalı.
Sözen Ağada bu tür ilginç hikâyelerden ne kadar istesen var
ama o son zamanlarda beni görünce. “Gel iyi bir şey anlatayım” diyor da
nedendir bilinmez uzun süre sesini çıkarmadan oturuyor. Sonunda da: “Bizim gibi
halkı, kulları, bütün farz işlerden bî-nasip eden şûra kanunları ‘giden gelmez’e
gitmiştir inşallah. Biz bir misafir adamız oğul, siz akar suyun taşı.
Türkmen’in küçük oğlu akar suyun taşıdır. Sizin bilmeniz, sizin görmeniz gerek.
Bizim yerimize de siz gidin, siz görün artık. Ya... İnşallah başka bir gün,
sonra anlatırım.” diyor ve vedalaşmadan, bir şey söylemeden yerinden kalkıyor,
asasını sürüyüp gidiyor. Bilmiyorum artık anlatacaklarını şeytan mı
unutturuyordur, nedir?
İkindi suları bir bakarsın yine peşine çocukları takmış,
orada bölük bölük yeşil selinlerin dalgalanmakta olduğu yüksekçe kum tepesine
doğru gitmektedir. “Hadi, balalarım, hacca gidelim...”
Günlerden bir gün ben belki de onun bana anlatmak istediği
mesele gerçekten hacla ilgilidir diye düşündüm ve onun yanında yakınlarda hacı
olup gelen adamlardan bahsettim. Tahminim doğru imiş. O sanki birden ne
yapacağını bilemiyormuş gibi tutunacak dal arıyormuş gibi oldu. Sonra da “Vah,
tam üstüne bastın.” deyip sevimli bir sıcaklıkla talihin kendilerine güldüğü
bahtiyar adamların ziyaret farzından bahsetmeye başladı.
Yüz kere dinlesen de bıktırmayacak bu sohbetin hepsi kelimesi
kelimesine aklımda kalmamış ama bir şeyden eminim o her defasında mutlaka daha
önce anlatmadığı bir noktayı anlatıyordu.
İbrahim Halilullah Kabe’nin inşaatını tamamlamış ve “Ziyarete
gelin. Beytullah hazır oldu.” diye bağırmış. Onun avazını işitip ziyarete
varanlar çok sevap kazanmış olmalılar.
Ondan sonra melekler “Ziyarete gelin.” diye bağırmışlar.
Onların sesini işitip gidenler de sevap kazanmışlar.
Şeytan da bir tarafı eksik kalıyormuş gibi “Ziyarete gelin,
bre.” diye bağırmış. Şimdi o, şeytanın sesini işitip gidenler de var ya. Onlar
hacı değil de “Hacı beter.” olup dönenlerdir. Onun için hacca gitmek düşüncesi
kalbine geldiği an iyice düşünmek gerek. Kalbine gelen bu sesin kimin sesi
olduğunu anlamaya çalışmak gerek.
İşte, bu rivayetleri Sözen Ağa anlatmasa nereden bilecektim.
Başka kim anlatabilirdi. Bir de onun Arafat Dağı hakkında hoş kıssası var ki...
Elbette, kitaplarda Mekke’nin yakınlarında Arafat Dağı’nın var olduğu yazılı. Âdem
Baba ile Havva Ana üç yüz yıl birbirinden ayrı düştükten sonra bu dağda
buluşmuşlarmış. Onun için bu dağa “visal” dağı da dendiğini işitmiştik. Fakat
Sözen Ağanın anlattıkları çok ilginç.
Önce kalbindeki hayaliyle yaşayan, sonra helal masrafını
toplayıp evinden ilinden, pirinden ruhsat alıp, kabir azabı yerine geçsin diye
yolun bütün zorluklarını omzuna yüklenen ve en sonunda özlenen diyara ulaşan
kul, elbette, Hak Taala beni bağışlasın, bilerek bilmeyerek işlediğim günahları
affetsin, diye dua eder. Fakat Mekke menziline vardıklarında birinin canına
kast eden ya da hıyanet edenler önce Arafat dağına çıkıp, nalan u giryan
Allah’a yalvarırlar... Onların affedilip edilmeyeceği de belli değildir. Öyle
de olsa ümitli gözler asumana dikilmiş beklemektedirler. İnsanın canına kast
edenler ahiret günü eşeğe dönermiş... Kıyamet mahşere kadar çekilen azaptan
haberin var mı?! Acaba hiç Arafat dağına çıkıp gün boyu yüzünü asumana tutup
ağlayanlardan gönlüne bir teselli bulan, inşirah bulup gelen var mı?!
...Sözen Ağanın gözlerinde yaş görününce benim sanki kürek
kemiklerim uyuştu. Yok! yok! Sözen Ağa nere, katillik nere? Acaba gençliğinde
filan... Ama hayır, hayır olamaz.
Sonra birden Sözen Ağanın yüksekçe tepeye çıkıp ay ışığında
münacat okuyuşunu hatırladım. Yine yüreğim cız etti...
Belki benim yüzümden bir mana çıkarmıştır ya da ne bileyim,
Sözen Ağa günahı hakkında acele etmeden anlatmaya başladı.
- Eğer bir gün talihim yar olup da Mekke’ye, Medine’ye gitmek
nasip olsaydı, ben de önce Arafat Dağına çıkardım. Çünkü hayvanın ya da insanın
canına kast etmek hepsi günah ne de olsa.
Benimki nasıl oldu desene? O zamanlar biz adımından ateş
çıkan delikanlıyız. Hem de çölün zorluklarına bana mısın demeyen kurttan
sevimli değiliz.
Bir defasında, hatırlıyorum da kış günüydü, ufuk karardığı
sıralar önümde küçük bir sürü, konakladığımız yere doğru yavaş yavaş geliyorum.
Bir de baktım ki bir tümsekte kümelenmiş selinlerin içinde tek başına duran bir
çalının dibinde kocaman bir tavşan kulaklarını kabartıp bana bakıyor. Tavşanın o
duruşu şu an bile gözümün önünde.
Ben bütün dikkatimi ona verdim ve yavaş yavaş çömelip yana
yaslandım. Usulca kepeneğimi çıkardım, sonra kalpağımı çıkardım. Tıpkı tavşana
bakan bir adam gibi yerleştirdim, kendim ise aşağı doğru gerisin geri yavaş
yavaş sürünerek gittim. Geri dönüp
baktım, tavşan kulaklarını dikmiş benim karşısına koyduğum sahte adama
bakıyordu. Sonra ben yavaş yavaş onun arka tarafına geçtim. İyice nişan alıp
geldim ve zıplayınca elimdeki sopayla kafasına vurup sersemlettim. Sonra bütün
zalimliğimle üstüne abanıp kulaklarından sımsıkı yakaladım. Tabii, tam yerine
değmemiş olmalı çırpınıp duruyor, tırnaklarıyla kurtulmak istiyor... Hemen
anladım anaç tavşan imiş, hem de hamile. Bir an için bırakmayı düşündümse de
yine de nefsime söz geçiremeyip koltuğuma kıstırıp eve götüreyim dedim.
Karanlık iyice bastırdıktan sonra çoban arkadaşlarla kamp
kurduğumuz yere ulaştım. Elime bıçağımı aldıktan sonra da elimle karnını
yokladım. Memesini sıktım. Bembeyaz süt çıktı... sonra kulağından tutup eve
girdim, hanıma gösterdim.
- Orada kesmemişsin madem, şimdi de kesme, bırak gitsin, dedi
rahmetli. Ama her nedense çadırın arkasına geçtim ve zavallıyı birkaç harekette
kesip soydum. Ah, talihsiz başım, zavallı hayvanın içi küçücük yavrularla dolu
imiş...
Kendi alnıma bıçağın tersiyle küttedek vurduğumun da farkına
varmamışım. Sonra da eve girip karıma bağırmaya başladım. Baksana kendini
bilmezin bulduğu lafa: “Sen bir adam gibi adam olsaydın kaşını çatmakla
yetinmez, doğruca gelip elimden alırdın da sırtını okşayıp “Hadi tavşancık
evine git.” derdin.
Ne yapayım, ona sövdüm, kendime sövdüm. Sabaha kadar gözüme
uyku girmedi, dövündüm durdum. O zaman bu zamandır hiç aklımdan çıkaramıyorum.
Zavallı hayvanı o hallere düşürüp ne yapacaktın desene. İşte, insanoğlu
namertleşmeye görsün bir kere. Bir karı kadar da olamadım...
Hadi, şimdi orada, burada Arafat dağı mı var desene?..
İhtiyar, sanki kendi halinden kendi utanıyormuş gibi bana
anlamsız anlamsız gülümseyerek baktı ve konuşmasına devam etti:
- Ben şimdi sana bir şey söyleyeceğim ama sen
garipsemeyeceksin, anlaştık mı? Biz artık iki ayağımız çukurda desek de yalan
olmaz, siz ise henüz gençsiniz. Allah göreceğinizi iyilik etsin. Nasip olur da
bir gün o kutsal topraklara gidersen, şimdi şükürler olsun yollar açıldı,
eskisi gibi engel olacak, gitme diyecek yok, hani bütün bunlar nasip işidir
diyorum ki varsan görsen benim için önce bir Arafat dağına çıkıver oğlum... Şey
de...
İhtiyarın gözleri nemlendi. Ben ne diyeceğimi bilemeden
gözümü yere dikip sustum...
... O gece ben acayip bir rüya gördüm. Sözen ağa en önde
yüce, güzel, bembeyaz bir tepeye tırmanmakta. Arkasından da ben kendim,
tanıdığım insanların hepsi, hepimiz sessiz sedasız Sözen ağanın arkasına
düşmüşüz de o yüce, güzel, bembeyaz tepeye tırmanmaktayız...
Yorumlar
Yorum Gönder