ARAFAT DAĞI

Ahmet Halmırat
Çeviren: Hüdayi Can

Gelin, bu sefer güzel bir konudan bahsedelim. Hem ne de olsa bir güzelliği dinlemenin de dile getirmenin de, kendine göre apayrı lezzeti vardır. Ben size, borcu aslında bir iğne değerinde olsa bile onu bir deve borcu varmış gibi önemseyen, kimseyi incitmeyen, temiz kalpli bir ihtiyarın yüreğinin ukdesini, ömründeki son arzusunu anlatacağım. Bu ihtiyar o zamanlar yüz yaşındaydı.
***
İnsan ne zaman kırda bayırda yüksek bir tepeye, bir dağ tümseğine çıkıp etrafına şöyle bir baksa, önce yüreği helecanla titrer, sonra da birden dünyasının genişlediğini, içinin inşirahla dolduğunu hisseder. Hatta düşünde yüksekçe bir yere çıktıysan, bu bile gün boyu keyfinin yerinde olmasına neden olabilir. Artık bakışların daha bir müşfiktir ve bu gördüğün düş de iyiliğe yorulur. Acaba niçin? Ruhuna yük olan bütün derdini, tasanı çamurlu pabucunu çıkarır gibi çıkarıp, baş açık yalın ayak yüksek bir tepeye tırmanmak istiyorsun. İşte bu âdemoğlunun zavallı gönlüdür. Demek istediğim, onda hep şimdiki derecesinden, içinde bulunduğu halden birazcık olsun yukarı gidebilme hayali var. Acaba, diyorum, bunun için mi? Yoksa insan gerçekten de bulunduğu yerden azıcık yükselince o lâ-mekân olana yaklaşıyor mu?
Acaba Sözen Ağanın her gün ikindi suları çoluk çocuğu peşine takıp şu uzaktaki kum tepesine çıkmasının manası neydi? Yeşil yeşil kâküller gibi dökülüp duran selin ağaçları rüzgârla taranan güzel kum tepesine çıkan yüz yaşındaki ihtiyar, bazen yeni doğmuş, bazen bir haftalık aya bakar, ay ışığıyla yüzünü yıkar sanki ve sena eder:

“Ay doğmuş,
Akça pakça,
Çok kez kuzeye
Birçok defa
Gelecek aylara,
Gelecek yıllara,
Elim ile,
Günüm ile,
Sağ salim,
Sağ esen,
Ulaştır bizi,
Ey Rabbim!!!”

Oğlancıklar da onunla aynı anda ellerini yüzlerine sürerler, bir grup güvercin gibi çırpınarak yüksekçe kum tepesinden inerlerdi.
Yaşının sonunda çocuklarla böyle senli benli olan bu ihtiyarın hareketlerini çölün ortasındaki bu köyde kimsecikler yadırgamıyordu. Fakat onun her defasında: “Hadi hacca gidelim, hacı olalım!” demesi benim için hep anlaşılmaz bir hareketti. Yani, şimdi Sözen Ağa için bu büyücek tepe Hicaz mı? Ay ona göre Mescid-i Haram mı? Ya da gün görmüş, hayatın her türlü sınamalarıyla yüz yüze gelmiş Sözen Ağa bunamaya mı başladı?
Tabii bunları ona sormak olacak iş değil. Aslında, benim ondan öğrendiklerimin haddi hesabı yoktu ama... Hülasa, ihtiyar kendisi bu meseleyi açıncaya kadar bu konuda ona bir şey sormamaya karar verdim ve beklemeye başladım. Doğru aslında. Her şeyi öğrenmeyi istemek hoşa gitmeyen bir tecessüs gibi de görünmüyor değildi hani. İhtiyar bir adam, çocuklarla beraber yüksek bir yere çıkıyor, ayı seyrediyor, güzel dileklerde bulunuyor. İşin aslı da bu, faslı da bu... Bundan güzel asıl mı olur?!
Her ne kadar buna benzer sözlerle kendi kendimi ikna etmeye, içimdeki meraklıyı susturmaya çalışsam da, tam, başardım mı dediğim sıralar, tekrar çocukları peşine takmış büyük bir hevesle tepeye tırmanmakta olan ihtiyar gözüme ilişirdi. Derin bir nefes alırdım: “Hey gidi, Sözen Ağa...” O gökyüzündeki sarı ayı alacalı bulacalı güvercinlere hediye etmek istiyormuş gibi ellerini yukardan aşağı kelebek gibi dalgalandıra dalgalandıra indiriyor. Ramazan başladı başlayalı her gün aynı şey... Her gün aynı...
***
Yüz yaşına gelen adamın dişleri dökülüp bittikten sonra, yerlerine inci gibi yenice süt dişleri çıkarmış diye bir söz işitirdik ama doğrusu Sözen Ağada böyle bir değişiklik görmedik. “Yılım sığır yılı olmalı.”[1] diye hesabını çıkarır, hesaplarız şek şüphe kalmaz tamı tamına yüz iki yaşının içindedir. Onun sözüne sohbetine baksan bunaklıktan hiçbir işaret bulamazsın. Sağlığını sıhhatini sorsan: “Gözlerim keskin, iğneye iplik geçirebiliyorum hâlâ, ama şu ayaklarım nasıl anlatayım, sanki madeni paslanmış gibi, bir otursam kalkmak içimden gelmiyor. Habersiz bir kaza bela gelmese, ya da pis bir hastalığa yakalanmasan insanoğlu sadece kocamakla ölmeyecek herhalde.” der de gözlerini güldürür, gülümser.
Ne de olsa zaman zaman Sözen Ağanın akıl kuşu başından uçuyor olmalı. Onun kim bilir ne zaman dünyaya veda eden, merhum validesinin adı Oğulcemal imiş. Bak, bu olan işe. Şimdi Sözen Ağanın oğlu Oraz’ın hanımının adı da Oğulcemal. Artık torununu da gören orta yaşı arkada bırakmış gelini Oğulcemal’ı o bazen kendi annesi sanıyor.
Hey gidi Oğulcemal Yenge. Acaba bu görünen uzun eteklilerin içinde Oğulcemal Yengenin eline su dökebilecek biri çıkar mı? O kaynatasının başını sabunlar, sakalını bıyığını düzeltir, eline ayağına ılık su döküverir, yıkar temizler sonra çocuk gibi götürüp yatağına da yatırır. Yumruk kadarcık ihtiyarın ağırlığından ne olacak desene. Oğulcemal bunlardan başka da kara evde ocar[2] odunuyla kaynatılmış ibriği önüne alır, bir kâse tatlı çayı da onun ağzına tutar. İşte bütün bunlardan sonra dünyası genişleyen, bembeyaz bir kuş gibi köşesinde oturan ihtiyar, güya yelden sudan sakınılıp yetiştirilmiş bir çocuk olur: “Ana, ben yatacağım. Sen sakın gözünü yumma da bana bak, dur.” diye sıkı sıkıya tembih eder ve yatağa uzanır. Bunu işiten Oğulcemal Yenge belli belirsiz gülümser. Yerinden kıpırdamadan elindeki yelpazeyle kayın pederinin başında oturup onun yüzünü yelpazelemeye devam eder.
Hatta bir defasında ihtiyar ona: “Ana, ben senin elinde yatacağım.” demiş de buna bile Oğulcemal Yengemin kaşları çatılmamış. “Ya benim gözlerime nur indi, ya da kara evin içi Hakkın nuruyla boyandı. Eşikten adımımı atmışım ki ne göreyim, yengen babamın başucunda oturuyor. Bir elinde babam başını koymuş mışıl mışıl uyuyor, bir elinde de yelpaze. Bu dünyada bana sorarsanız bundan ilginç keramet görmüş değilimdir. Evin içi de apaydınlıktı...”diye Oraz Ağa bizzat kendisi anlatmıştı. O zamandan beri ben bu vakayı sanki gözlerimle görmüş gibi hissediyorum kendimi.
***
Adam iyice ihtiyarlarsa yüreği yufkalaşır, çocuk gibi olurmuş dedikleri doğru imiş. Sözen Ağa ömrünün sonunda bu çölün içindeki küçücük köyün küçük çocuklarıyla iyice senli benli hale geldi. Önceleri birden namazım kazaya kalmasın diye vaktinde eve dönerdi. Gelse de namaz kılmayı unutur, bir deriyi tabaklamaya girişir, dalar giderdi. Son zamanlarda ise Oğulcemal Yenge çay su vereyim diye peşinden gelmese onun vaktinde eve döneceği de yoktu doğrusu. Az büyücek oğlanlardan biri: “Sözen Ağa, hadi bize gidelim, ekmeği bizde yeriz.” dese, onun peşine takılıp gitmekten de hiç çekinmiyordu. Böyle durumlarda Oğulcemal Yengenin o ev senin, bu ev benim kaygıyla ihtiyarı aramakta olduğuna şahit olurduk. Çanak gibi büyük bir çukurluğun dört tarafında öbek öbek saçılmış kara evlerden[3] herhangi birinde o yitiğini bulur, elinden tutup yavaşça evine döner. Başı papaklı, eli asalı ihtiyar dedenin elinden tutup gelirken bu yakınlarda yaşayanların hiç biri bu manzarayı tuhaf ya da komik bulmaz. Yapılması gereken bu manzaradan hoşnut olmak, kendi kendine gülümseyip geçip gitmektir.
Üniversitede okuduğum zaman hocam benden göçebelikle ilgili eski sözleri toplamamı istemişti. O zamanlar ben Sözen Ağa ile çok sohbet etmiş, ondan çok şeyler öğrenmiştim. Bu işin sonunda öylesine samimi olmuştuk ki, sanki o hüner öğreten üstat, ben de onun çırağı... Ben gözüne ilsem tamamdır: “Halmıratcan’ın muallim oğlu, gel bakalım. Sana, hoşuna gidecek bir laf bulup koymuştum şuralara bir yere.” diye, dişlerini göstererek gülümser, benimle konuşmaktan zevk aldığını belli ederdi. Doğrusu, bu ummam gibi adamın kendi sözlerinden bazılarını da atasözünden zor ayırırdım, hatta bazen ayıramadığım da olurdu. “Çölde gezmek istiyorsan, oğlum, çöl gibi geniş olmalısın. Deve gibi olmadıkça dünyanın yanında olamazsın.” diye başladı mı  “Evet, evet, gerçekten...”der, ağzını açar kalırsın. Sonra o devenin dünyaya gelişini anlatmaya başlar. “Adem Babayı, dağı düzü, bütün canlıları yoktan var ettikten sonra Allah deveyi dünyaya indirmek istemiş. “Boynu uzun, hörgüçlü, sakin ve cana yakın bir canlı dünyaya gelecekmiş haberi yayılınca Şeytan yerinde duramamış kıskançlığından: “Bu hayvanın ayağı beş olur ha...” demiş. Hoşgörülü Tanrı: “Gel, zaten kötü huyları yüzünden bu hallere düşen bu bedbahtı bu sefer yalancı çıkarmayayım.” demiş ve dört ayaklı devenin döşüne de bir taban yapıştırmış. Devenin döşündeki o yuvarlak sertlik var ya Şeytanı yalancı çıkarmamak için yapıştırılan o bir avuç balçık olmalı.
Deveden artan balçıktan Tanrı fili yaratmış. Belki görmüşsündür, fil de heybetli yürüyüşüyle korku veren deve gibi kocaman bir hayvandır.
Biribar[4] “Hangi yurda deve ile dağ verdiysem, oranın rızkı, bereketi bol olur.” demiş denilen bir yer de olmalı.
Sözen Ağada bu tür ilginç hikâyelerden ne kadar istesen var ama o son zamanlarda beni görünce. “Gel iyi bir şey anlatayım” diyor da nedendir bilinmez uzun süre sesini çıkarmadan oturuyor. Sonunda da: “Bizim gibi halkı, kulları, bütün farz işlerden bî-nasip eden şûra kanunları ‘giden gelmez’e gitmiştir inşallah. Biz bir misafir adamız oğul, siz akar suyun taşı. Türkmen’in küçük oğlu akar suyun taşıdır. Sizin bilmeniz, sizin görmeniz gerek. Bizim yerimize de siz gidin, siz görün artık. Ya... İnşallah başka bir gün, sonra anlatırım.” diyor ve vedalaşmadan, bir şey söylemeden yerinden kalkıyor, asasını sürüyüp gidiyor. Bilmiyorum artık anlatacaklarını şeytan mı unutturuyordur, nedir?
İkindi suları bir bakarsın yine peşine çocukları takmış, orada bölük bölük yeşil selinlerin dalgalanmakta olduğu yüksekçe kum tepesine doğru gitmektedir. “Hadi, balalarım, hacca gidelim...”
Günlerden bir gün ben belki de onun bana anlatmak istediği mesele gerçekten hacla ilgilidir diye düşündüm ve onun yanında yakınlarda hacı olup gelen adamlardan bahsettim. Tahminim doğru imiş. O sanki birden ne yapacağını bilemiyormuş gibi tutunacak dal arıyormuş gibi oldu. Sonra da “Vah, tam üstüne bastın.” deyip sevimli bir sıcaklıkla talihin kendilerine güldüğü bahtiyar adamların ziyaret farzından bahsetmeye başladı.
Yüz kere dinlesen de bıktırmayacak bu sohbetin hepsi kelimesi kelimesine aklımda kalmamış ama bir şeyden eminim o her defasında mutlaka daha önce anlatmadığı bir noktayı anlatıyordu.
İbrahim Halilullah Kabe’nin inşaatını tamamlamış ve “Ziyarete gelin. Beytullah hazır oldu.” diye bağırmış. Onun avazını işitip ziyarete varanlar çok sevap kazanmış olmalılar.
Ondan sonra melekler “Ziyarete gelin.” diye bağırmışlar. Onların sesini işitip gidenler de sevap kazanmışlar.
Şeytan da bir tarafı eksik kalıyormuş gibi “Ziyarete gelin, bre.” diye bağırmış. Şimdi o, şeytanın sesini işitip gidenler de var ya. Onlar hacı değil de “Hacı beter.” olup dönenlerdir. Onun için hacca gitmek düşüncesi kalbine geldiği an iyice düşünmek gerek. Kalbine gelen bu sesin kimin sesi olduğunu anlamaya çalışmak gerek.
İşte, bu rivayetleri Sözen Ağa anlatmasa nereden bilecektim. Başka kim anlatabilirdi. Bir de onun Arafat Dağı hakkında hoş kıssası var ki... Elbette, kitaplarda Mekke’nin yakınlarında Arafat Dağı’nın var olduğu yazılı. Âdem Baba ile Havva Ana üç yüz yıl birbirinden ayrı düştükten sonra bu dağda buluşmuşlarmış. Onun için bu dağa “visal” dağı da dendiğini işitmiştik. Fakat Sözen Ağanın anlattıkları çok ilginç.
Önce kalbindeki hayaliyle yaşayan, sonra helal masrafını toplayıp evinden ilinden, pirinden ruhsat alıp, kabir azabı yerine geçsin diye yolun bütün zorluklarını omzuna yüklenen ve en sonunda özlenen diyara ulaşan kul, elbette, Hak Taala beni bağışlasın, bilerek bilmeyerek işlediğim günahları affetsin, diye dua eder. Fakat Mekke menziline vardıklarında birinin canına kast eden ya da hıyanet edenler önce Arafat dağına çıkıp, nalan u giryan Allah’a yalvarırlar... Onların affedilip edilmeyeceği de belli değildir. Öyle de olsa ümitli gözler asumana dikilmiş beklemektedirler. İnsanın canına kast edenler ahiret günü eşeğe dönermiş... Kıyamet mahşere kadar çekilen azaptan haberin var mı?! Acaba hiç Arafat dağına çıkıp gün boyu yüzünü asumana tutup ağlayanlardan gönlüne bir teselli bulan, inşirah bulup gelen var mı?!
...Sözen Ağanın gözlerinde yaş görününce benim sanki kürek kemiklerim uyuştu. Yok! yok! Sözen Ağa nere, katillik nere? Acaba gençliğinde filan... Ama hayır, hayır olamaz.
Sonra birden Sözen Ağanın yüksekçe tepeye çıkıp ay ışığında münacat okuyuşunu hatırladım. Yine yüreğim cız etti...
Belki benim yüzümden bir mana çıkarmıştır ya da ne bileyim, Sözen Ağa günahı hakkında acele etmeden anlatmaya başladı.
- Eğer bir gün talihim yar olup da Mekke’ye, Medine’ye gitmek nasip olsaydı, ben de önce Arafat Dağına çıkardım. Çünkü hayvanın ya da insanın canına kast etmek hepsi günah ne de olsa.
Benimki nasıl oldu desene? O zamanlar biz adımından ateş çıkan delikanlıyız. Hem de çölün zorluklarına bana mısın demeyen kurttan sevimli değiliz.
Bir defasında, hatırlıyorum da kış günüydü, ufuk karardığı sıralar önümde küçük bir sürü, konakladığımız yere doğru yavaş yavaş geliyorum. Bir de baktım ki bir tümsekte kümelenmiş selinlerin içinde tek başına duran bir çalının dibinde kocaman bir tavşan kulaklarını kabartıp bana bakıyor. Tavşanın o duruşu şu an bile gözümün önünde.
Ben bütün dikkatimi ona verdim ve yavaş yavaş çömelip yana yaslandım. Usulca kepeneğimi çıkardım, sonra kalpağımı çıkardım. Tıpkı tavşana bakan bir adam gibi yerleştirdim, kendim ise aşağı doğru gerisin geri yavaş yavaş sürünerek gittim.  Geri dönüp baktım, tavşan kulaklarını dikmiş benim karşısına koyduğum sahte adama bakıyordu. Sonra ben yavaş yavaş onun arka tarafına geçtim. İyice nişan alıp geldim ve zıplayınca elimdeki sopayla kafasına vurup sersemlettim. Sonra bütün zalimliğimle üstüne abanıp kulaklarından sımsıkı yakaladım. Tabii, tam yerine değmemiş olmalı çırpınıp duruyor, tırnaklarıyla kurtulmak istiyor... Hemen anladım anaç tavşan imiş, hem de hamile. Bir an için bırakmayı düşündümse de yine de nefsime söz geçiremeyip koltuğuma kıstırıp eve götüreyim dedim.
Karanlık iyice bastırdıktan sonra çoban arkadaşlarla kamp kurduğumuz yere ulaştım. Elime bıçağımı aldıktan sonra da elimle karnını yokladım. Memesini sıktım. Bembeyaz süt çıktı... sonra kulağından tutup eve girdim, hanıma gösterdim.
- Orada kesmemişsin madem, şimdi de kesme, bırak gitsin, dedi rahmetli. Ama her nedense çadırın arkasına geçtim ve zavallıyı birkaç harekette kesip soydum. Ah, talihsiz başım, zavallı hayvanın içi küçücük yavrularla dolu imiş...
Kendi alnıma bıçağın tersiyle küttedek vurduğumun da farkına varmamışım. Sonra da eve girip karıma bağırmaya başladım. Baksana kendini bilmezin bulduğu lafa: “Sen bir adam gibi adam olsaydın kaşını çatmakla yetinmez, doğruca gelip elimden alırdın da sırtını okşayıp “Hadi tavşancık evine git.” derdin.
Ne yapayım, ona sövdüm, kendime sövdüm. Sabaha kadar gözüme uyku girmedi, dövündüm durdum. O zaman bu zamandır hiç aklımdan çıkaramıyorum. Zavallı hayvanı o hallere düşürüp ne yapacaktın desene. İşte, insanoğlu namertleşmeye görsün bir kere. Bir karı kadar da olamadım...
Hadi, şimdi orada, burada Arafat dağı mı var desene?..
İhtiyar, sanki kendi halinden kendi utanıyormuş gibi bana anlamsız anlamsız gülümseyerek baktı ve konuşmasına devam etti:
- Ben şimdi sana bir şey söyleyeceğim ama sen garipsemeyeceksin, anlaştık mı? Biz artık iki ayağımız çukurda desek de yalan olmaz, siz ise henüz gençsiniz. Allah göreceğinizi iyilik etsin. Nasip olur da bir gün o kutsal topraklara gidersen, şimdi şükürler olsun yollar açıldı, eskisi gibi engel olacak, gitme diyecek yok, hani bütün bunlar nasip işidir diyorum ki varsan görsen benim için önce bir Arafat dağına çıkıver oğlum... Şey de...
İhtiyarın gözleri nemlendi. Ben ne diyeceğimi bilemeden gözümü yere dikip sustum...
... O gece ben acayip bir rüya gördüm. Sözen ağa en önde yüce, güzel, bembeyaz bir tepeye tırmanmakta. Arkasından da ben kendim, tanıdığım insanların hepsi, hepimiz sessiz sedasız Sözen ağanın arkasına düşmüşüz de o yüce, güzel, bembeyaz tepeye tırmanmaktayız...

Ekim, 1993


[1] Türkmenlerde hala on iki hayvanlı takvim de kullanılır. Kişinin yılına göre yaşı tahminen hesaplanır.
[2] Ocar: Bir çöl bitkisi. Odunu ve közü makbuldür.
[3] Kara ev: Türkmen çadırı
[4] Biribar: Bir ve var olan, Allah.

Yorumlar

Popüler Yayınlar