Ağır Aksak Gidiyor Dünya 6


İlyas Amangeldi
Türkçesi: Hüdayi Can

...Ölenler yerle birlikte onun altında dönerler durmadan, diriler üstünde. Bundan on asır önce yine böyle dönmekte idiler şüphesiz, bu arada kıyamet kopmazsa on asır sonra da aynı şekilde döneceklerdir, tıpkı bugünkü gibi.

Kocası ile Kara Durmaz arasında geçen konuşmayı duyan Gülnesibe, Samet'i dipsiz kuyuya düşüyor gibi gördü. Onu kimse kurtaramayacak gibiydi. Hastalığından dolayı kendi elinden de hiçbir şey gelmeyeceğini kabullenmişti. “Meral annesiyken oğlunu koruyamıyor, ben ne yapabilirim ki? Belki de kim bilir Kara Durmaz'ın böyle oğlunu kovalayıp durması iyidir. Kendi çocuğunu o da en az bizim kadar seviyordur. En iyisi milletin işine karışmamak." Ama her ne kadar karışmayayım dese de Samet’i her görüşünde yaş çubukla yüreğine vuruluyormuş gibi içi kıyılırdı.
Böyle günlerin birinde Gülnesibe, arkadaşını son derece mutlu karşıladı. Sanki “Kardeş, mutlu geçmesi gereken günlerimizi kaygıya kaptıran kendimizden başkası değil. Hani bir bak etrafına, Harezm zerdalileri yine çiçek açmış. Bahar rüzgarı tıpkı azat edilmiş tutsak gibi ne tarafa eseceğini bilemiyor. Bir o yanına geçiyor, bir bu yanına. Biz ikimiz ise sanki içimizdeki derde tasaya örtülerimize sarılır gibi sarılmış oturuyoruz." diyecek gibiydi. Arkadaşının daha yakın eğilmesini işaret etti ve kulağına hamile kaldığını fısıldadı.
"Aman Allah'ım. Kudretine kurban. Bu kadar bekledikten sonra..."
"Mevlam dualarımızı kabul etti. Senin gibi biçarelerin hayır duaları sayesinde ben sonunda bugünüme ulaştım. Allah her şeyi görür, her şeyi işitir..."
"Ablacığım sen şimdi kendine iyi bak. Ben de kime öğretecek oluyorum bunları. Allah hayırlısıyla, sağ salim, hayırlı evlat nasip etsin."
"Amin, dediğin gibi olsun inşallah. Biliyor musun Meralciğim ne söyleyeceğim, gövdende çocuk kaldığı günler sen kime sevgiyle çok bakarsan çocuğun da ona benzermiş. Sen bu günler Samet'i çokça yanıma gönderiver. Ben yavrumun erkek de olsa kız da olsa Samet'e benzemesini istiyorum."
"Dediğine bak, Sametcan babasından kurtulsa kendi size koşuyor zaten..."
Arkadaşından bu sevinçli haberi duyup evlerine dönerken Meral kendi hamileliğini öğrendiği günlerini hatırladı. “O zamanlar Kara Durmaz ne iyiydi?! Çevremde tıpkı şu çiçeğe konan arılar gibi dolanır dururdu. Hem incitmemeye çalışır, hem balımı sorardı. Onun sevgisi, kış karını eriten, çimenleri elinden çekip büyüten bahar gününün sevgisi gibiydi. Nereye gitti o sevgin Karam? Kime kaptırdım ben onu? İhlasını boş çevirmedim, sevgini cevapsız koymadım. Kucağına bağrımdan koparıp sabah yıldızı gibi oğul bebek verdim yetmedi mi? Ben ne yapayım Allah birini verdi. Birim var, binim var. Bir olsa da bine değer Sametcan. Bir de kardeşi olsa ben de sevineceğim. Niçin görmezlikten geliyorsun beni? Yüreğimin ateşini az görüp ona köz mü koyuyorsun? Samet’ime hamile kaldığımda ben sadece sana çok bakmıştım. Sadece sana sevgi beslemiştim."
Meral kafasında gayri ihtiyari oğluyla kocasını karşılaştırdı. Yüzü babasına benzeyen oğlu ona büyüyüp cellat olacak gibi göründü. “Her gün birinin ya başını ya elini kesip evine gelir, benim gibi eşinin yüreğine bıçak kullanmadan yara salar gezer mi? Yok. Yok. Allah'ım kurtar beni bu beladan. Bir cellada sevgimi verdirecek, bir diğerini elimde büyütecek ben ne günah işledim ki?" Meral derin düşünceler içinde evine geldi. Kara Durmaz'ın Samet’i: “Yalnız sen varsın. Yoksa ben ne yapacağımı biliyorum ama. Benim bahtıma sadece bir oğul, o da böyle bir hanım evladı mı olmalıydı desene..." diye azarladığını çok duymuştu.
Kara Durmaz'ın yüreğinde arada bir uyanıyor gibi olan eski sevgisine Meral'in karşılık bulamamış sevgisi karşılık vermek istese de bu sözleriyle o aşk ateşinin üstüne tükürüyor, söndürüp gidiyordu. Kara Durmaz'ın hali “Bu kadar kendine eziyet etmenin karşılığı bu.“ diyor gibiydi. Meral kendi bahtını kendi çiğniyor gibiydi. Zavallı kadın yüreği günden güne zayıflıyordu. Bazen o Kara Durmaz ile daha fazla beraber yaşayamayacağından korkardı. Kendi kendine kötü sonuçlar çıkarıyordu. Artık ölmeden bu dünyada yaşamanın tek yolunun, on iki yıldır girip çıktığı evi terk edip başka birinde bahtını aramak olduğunu düşündüğü günler de oluyordu. O kadarına da namusu arı, edebi terbiyesi izin vermiyordu. Göze görünmeyen zincirlerle bağlanıp günlerini zindanda geçiriyor gibiydi. En kötüsü de o bu zindana beş on yıllığına değil de ömür boyu kalmak için atılmıştı. "Hiç değilse günler çabuk geçseydi. Oğlum büyüyüp adam olsaydı. Babasından şamar yeyip durmaktan kurtulsaydı." Günlerin desen kendilerine göre yürüyüşleri vardı. Yavaş yavaş, yeknesak, sallana sallana giden dünya birinin acele etmesine, bir başkasının onu birazcık da olsa yavaşlatmak istemesine bakmıyordu.
Ayı günü dolan Gülnesibe'nin bir kızı oldu. Gülnesibe sevincinden Allah'a şükredip: "Elin günün hayır duasıyla bebekli oldum." deyip, dilinden düşürmediği bu sözleri Meral’in yanında bir kez daha tekrarladı. Meral kendini tutamadı:
"Hayır dua ile seni bebek sahibi yapan Allah, inşallah kocamın aldığı beddualar sebebiyle beni oğlumdan cüda etmez." dedi.
"Meralcan ağzını hayra aç. O beddua almıyordur. Kendisi lanete uğrayanın da laneti mi olurmuş? Lanete uğramamış adamın ceza meydanında işi yok."
"Hiç bu kadar da lanete uğrayan olur mu? O her gün saraydan yüzüne kül serpilmiş gibi geliyor. Eve gelip rahat rahat yemeğini de yiyemiyor. Yine Samet'e gözü düşüyor da biraz kendine geliyor."
"Harezm büyük memleket. Suçlular bütün vilayetlerden saraya getiriliyor. Dünya biraz düzelir inşallah. Sametcan da artık babasının 'savaş oyunları"na alışıyor mu?
"O da dayak yiye yiye iyice aptallaşıyor mu ne? Ben de ne yapacağımı bilemiyorum. Kara birden..."
Meral’in gözleri doldu. Daha fazla konuşamadı. Gülnesibe'nin tesellilerini sesini çıkarmadan dinledi. Sesini çıkarmadan da onlardan çıkıp evine döndü. Giderken takındığı tavır, Gülnesibe'nin hoşuna gitmedi.
Kocası için "Kara birden..." diyen Meral’in kendi sözü kendi yüreğini kıyıp gitmişti ve şu an kendini gerçek bedbaht insanlar arasında görüyordu. Bugüne kadar sadece kahırla, ah vah ederek gezen bedbahtlığı kara nefte dönüp üstünden boşaltılıyor gibi geldi. O kendisinin çakmak taşının bir tek kıvılcımıyla yanıp gidebileceğini görmüştü. Şu ana kadar kendine bahtı kara demesi şu an gördüğü bahtsızlık yanında oyun gibi kalıyordu. Onun içindir ki arkadaşının yanında fazla oturamamıştı. Yol boyu yüreği yanıyordu. Sanki ecel omuzlarına binmiş, ateş belası ile de kendini kamçılayıp gidiyor gibi geliyordu. O ölecekti. Ölüp kurtulacaktı. Kendini halen dünyaya gelmemiş gibi, gelecekte belirsiz bir zamanda belki bundan on asır sonra dünyaya gelmeye izin almış gibi hissetti. İşte o zaman, bundan on asır sonra o asude hayatına tekrar başlayacaktı. "Bunun gibi şeyler imkan dahilinde değildir." diye aklından bile geçirmiyordu. Bilakis bilinmez birisi ona bu imkanı yaratmaya söz veriyor gibi geliyordu. Böyle duygular içinde avlularına ulaştı.
Gülnesibelerin bebeği olduktan sonra annesi biraz iyileşinceye kadar rahatsız etme dediği için Samet babası saraydayken boş avlularında kendini hür hissediyordu. Şimdi hatta pencerenin arkasından kendine bakıp duran annesinin zavallı gözleri de yoktu. Ne kimse onu üzüyordu, ne kimse onun için üzülüyordu. O kendini hasret denizinden halas edecek halkaya elini yetirmiş gibi hissetti. O halka ona anne babasından uzaklaşmak gibi göründü. Şimdiye kadar çok az yalnız kalırdı. O zamanlar da kendisini nereye sokacağını bilememenin derdini çekerdi. Babası saraydan gelip dövüşe başlasa, yalnızlıktan kurtulmak için buna bile razı olduğunu hissederdi. Ama bugün bütün dertlerinin dermanının yalnızlık olduğunu gördü. O bu duygusuna sevindi. "Hiç kimse gelmeseydi, şu an yapıştığım halkayı kimse elimden almasaydı." dedi. Şimdi onun gözüne babasının köpeği Alabay da cana yakın göründü. Samet köpeğin yanına gidip babasının yaptığı gibi başını okşamak istedi. Köpeğe yaklaşınca içinde bir korku uyandı. Sonra belki Alabay acıkmıştır diye evden bir parça et alıp çıktı.
Gerçekten de köpeğe yiyecek hiç  bir şey verilmemişti. Bu günlerde babasının işi başından aşkındı. Eti gören Alabay çekip çekip zinciri kopardı. O göz açıp kapayıncaya kadar kaçmaya da fırsat bulamayan Samet’in üstüne atlayıp elinden eti almak istedi. Kocaman köpek üstüne atlayınca Samet sırt üstü yere serildi. Elindeki et de elinden fırlayıp, ileri bağın dibine düştü. Eti hedefleyip atlayan köpek Samet’in yakınına gelince çocuk elini durmadan hareket ettirdiğinden midir nedendir eti gözünden kaçırdı. Arkası üstü yatan Samet’in üstünde o eti arayarak sağa sola pençe attı. Hiçbir şey bulamayınca, buna kızıp et kokulu eli ağzına aldı… Alabay Samet’i iyice çiğneyecekti. Neyse ki biri yetişip onun üstüne bir kova su döktü. Çizmeli bir ayağın köpeğin böğrünü tekmelediğini gören Samet kendinden geçip bayıldı. Onu köpeğin ağzından alan babası Kara Durmaz’dan başkası değildi.
Kara Durmaz elindeki kamçısıyla köpeğini kırbaçlayıp kırbaçlayıp yerine bağladı. Aslında o Alabay'a vurmaya kıyamazdı. Geçen seferki köpek dövüşünde rakibini yendiği için Kara Durmaz onu yüzünden gözünden öpmüştü. Samet o sırada düşünmüştü de babasının böyle sevgiyle kendini öptüğünü hiç hatırlamıyordu. Bugün ise Alabay'ı öldüresiye dövüyordu. Bu hareket köpeğin sonraki hayatını öldürmek demekti. Çünkü sahibinden dayak yiyen köpeğin gücü kaçar, dövüşkenliği gevşer, o köpek iyice sakinleşir. Sahibinden kamçı yemek köpeğe böyle tesir ediyorsa kim bilir babasından şamar yemek çocuğa ne yapar? Yüzü gözü kara kan içinde yatan Samet'e vurduğu tokatlar şu an Kara Durmaz'ın aklından bile geçmiyordu. O köpeğin pençesinin, keskin dişlerinin oğlunda bıraktığı yaraları görüyordu sadece. Zamanla bu yaralar iyileşse de izleri Samet'te ömür boyu damga olup kalacaktı. Herkes köpeğin tırnak izlerini görüp, "Yüzüne ne oldu?" diye soracaktı. Babasının tokatlarının bıraktığı izleri kimse görmez. Çünkü onların damgası Samet'in yüreğindeydi.
Kara Durmaz köpeğini bağlayıp sarayda beraber çalıştığı tabiplerin yanına koştu. O gittikten sonra ecel atına binen, gözü hiçbir şey görmeyen Meral avluya girdi. Al kan içinde henüz kendine gelmeden yatan Samet onu derhal gerçek dünyaya döndürdü. Bu şekilde oğlunun başına gelen bedbahtlık, annesinin boynuna ilmek atan bir başka bedbahtlığın önüne bent olmuştu.
"Ah oğlun, tek göz ağrım, ne oldu sana? Bu nasıl ev kanda gark olmuş. Söylesene kim seni böyle kana boyadı. Meleklerin bize bir uyarısı mı bu? Babanın döktüğü kanlar mı bu yüzündeki kanlar? Yoksa baban kendisi mi seni bu hallere koyan?"
"Evet, babası. Babasından başka düşmanın yoktur senin."
Hanımının sesiyle kanı tepesine sıçrayan Kara Durmaz, bir kenara fırlattığı kamçısını nasıl eline aldığını, tıpkı köpeğini dövüşü gibi karısını nasıl kamçılamaya başladığını kendisi de bilemedi. Onunla beraber gelen tabiplerden biri elini tutmaya çalıştı. Meral ise kaçmaya da yeltenmemiş "Vur, öldür beni." diye bağırıyordu. Sırtına, omuzlarına değen kamçının acısı onun yüreğini soğutuyor gibiydi. O asla ayağa kalmaya bile çalışmıyordu. Kara Durmaz onu bir tekmeyle yere serdi. Tabipler, Samet'i bırakmışlar, ikisi beraber Kara Durmaz'ı durdurmaya çalışıyorlardı. Onların biri araya girdi. Kamçının inmesi kesildikten sonra Meral ayağa kalktı, hemen eve girdi. Ancak bundan sonra tabiplerin biri Samet'in kanlarını silmeye başladı. Meral, Samet'in babasıyla "doğu savaşlarına" girdiği zamanlar ağlayarak onları seyrettiği pencereye gitti.
Kara Durmaz, Meral'a var mısın demeden eve paçavra aramaya girdi. Ancak bundan sonra elleri zangır zangır titreyen Meral dışarı çıktı. Eline geçen kumaşı ikiye bölüp, alıp çıkan kocası şimdi onu görmüyordu bile. Tabipler Samet’in yaralarını ne yapacaklarını bilemiyorlar, çaresizlik içinde bir sağına bir soluna geçiyorlardı. Kara Durmaz oğlunun başını kaldırıp ona bir şeyler koklatıyor, su içirmeye çalışıyordu. "Pez lazım." diyen tabip, sonra "Ilık su da lazım." dedi. Ne yapacağını bilmeyen, içi içini yiyen Meral hemen su almaya koştu. Kendine gelen Samet ağrısına dayanamayıp inliyor, annesini çağırıyordu. Meral korkusundan "Anne" dediği zar zor duyulan oğlunun yanına yaklaşmaya cesaret edemiyordu. Kara Durmaz yine eline kamçı alır diye korkmuyordu. Biraz önce kendi omzuna oturduğunu hissettiği ecelin boş gitmemek için oğlunun omzuna geçmesinden korkuyordu. Samet yine kendini kaybetti.
Tabiplerden biri alelacele "Eve götürelim." dedi. Kara Durmaz tabiplerin paniklediğini sezdi. Köpeğin keskin tırnakları Samet’in elbiselerinden geçip karnını, sol baldırını, kulağının önünden göze zarar vermeden yanağını dilim dilim kesmişti.  Aç köpeğin keskin dişi çocuğun sol elinin ayasından geçmişti. Tabiplerin en korktukları şey karındaki yaraydı. Eğer iç organlarına da zarar verdiyse çocuğu kurtaramayacaklarını açık seçik görebiliyorlardı. Samet'i eve alıncaya kadar tabiplerden biri Kara Durmaz'a Şehdi tabibi çağırmazlarsa kötü bir işin başlarına gelebileceğini söyledi.
Şehdi Tabip dedikleri adam, doğru bildiğini her yerde söylemekten çekinmediği için patavatsız denilip sarayda çalıştırılmasa da mesleğinde ustalığı bakımından önüne geçilemeyen adamdı. Kara Durmaz babası henüz diriyken saraydan kovulan Şehdi tabibi görmese de onun başından geçenler, yaptıkları hakkında bir şeyler duymuştu. Gürgenç'te o tabibi tanımayan yoktu.. Kara Durmaz heyecanla "Kim olursa olsun, çağırın." dedi. Ama tabipler kendilerinin onun kapısından giremeyeceklerini söylediler. "Çağırın" diyen Kara Durmaz kendisi de tabibi alıp gelmeye gitmekten çekindi. "O tabip olmadan yapamaz mıyız?" diye sordu. Ama vakit geçirecek zaman değildi. Tabipler Samet'i şimdi ayıltamıyorlardı bile. Meral örtüsüne atılıp, evden koşar adım çıktı. O doğru Gülnesibelere vardı. Çünkü o Selman'ın Şehdi Tabiplerle arasının iyi olduğunu biliyordu. Az sonra Selman tabibi yanına alıp geldi.
"Sizi gidi hazır ekmek düşmanları. Size sarayın beleş parasını ye desen... Yok olun gözümün önünden."
Üstat tabibin elinde yetişen saray tabipleri ondan böyle sözler duymaya hazırdılar. Onun için derhal bir kenara çekilseler de Kara Durmaz'a sormadan evden ayrılamadılar. Şehdi Tabip hemen kendi işine başladı. O herkesin gözleri önünde karındaki yarayı tekrar yıkadı sonra da yarıktan dışarı çıkan iç organları yavaşça içeri koydu. Tabiplerden birine kızgınlıkla yaranın ağzını eliyle tutmasını buyurdu. Kendisi de yanında getirdiği kutusundan iğne iplik çıkardı. Onları kötü kokulu bir suda çalkaladı. Sonra iğneden ipliği geçirdi ve tıpkı yama yamıyor gibi Samet’in derisinin yırtılan yerini bir birine birleştirip dikmeye başladı. Karındaki yarayı diktikten sonra Samet’in baş ucuna geçti.
"Sizi gidi yedikleri haramlar! Kim size bunun yüzünü böyle yakmanızı söyledi? Buncacık eli, ne o, siyaset meydanında kesilen el mi sandınız? Bu yarayı yavaş yavaş bitirmezsen deri çekilir çirkin bir iz kalır. Parmaklar da çalışmaz. Vay hayvanlar vay. Yoksa bütün öğrendikleriniz uçtu mu aklınızdan? Bu dermanınızın ateşine çocuk nasıl dayansın?"
O önce Samet’in yüzündeki yarayı tekrar yıkadı. Sonra temiz bir bezin üstüne yağla karışık merhemi sürüp, onu da yaranın üstüne kapattı. Kapattığı merhemin düşmemesi için onu da dışından sardı. Sonra çocuğun baldırındaki yarayı dikmeye başladı. Deminden beri hiçbir şey hissetmeyen Samet, baldırına iğne girince kendine gelip ayağını çekmeye çalıştı. Şehdi Tabip buna sevinip gülümsedi: "Can oğlun, canı sağlam oğlum. Böyle yap işte. İhtiyar tabibi sevindir böyle." dedi. Sonra Kara Durmaz'a "Hadi bas ayacığına." dedi. Ayağın yarasını da dikdikten sonra çiğnenen ele geçti. Onu bir süre eklem eklem eliyle yokladı. "Kemik zarar görmemiş. Yiyecek ekmeği varmış. Damarların yarası da yavaş yavaş iyileşir." dedi. Samet'in yüzüne kapadığı sargı gibi merhemli sargıyı elin iki tarafından koyup sardı. Sonra yemini yeyip doymuş horoz gibi kalktı. O kendisine ihtiyar tabip dese de elli yaşlarında ya var ya yoktu.
"Ben size gözüme görünmeyin, demedim mi?" diye bu sefer ciddi ciddi saray tabiplerine bağırmaya başladı.
Durumun şaşılacak bir tarafı olmadığını anlayan Kara Durmaz iş arkadaşlarına "Allah razı olsun." deyip onları yolcu etti. O evine girince:
"Hadi söyle şimdi, oğluna ne oldu? Hangi köpek saldırdı? Yoksa dövüşe filan mı girdi? Çekinme de doğrusunu söyle. Şimdi burada yabancı yok." dedi.
Evde kendine gelen oğlunun başını dizine alıp ağlayan Meral'le dua etmeye devam eden Selman'dan başka kimse kalmamıştı.
"Yok yok. Dövüşmeyi becerecek şey mi bu?! Kendi köpeğim saldırdı." dedi.
Kara Durmaz'ın "şey, bu" demesine Şehdi Tabip pek önem vermediyse de, Meral'in varıp yüreğine  batmıştı bu sözler. Şehdi Tabip:
"Köpek saldıracağına dayak yemiş olsaydı iyi olurdu. Hadi köpeğini göster bakalım." dedi. Kara Durmaz'ın önüne düşüp dışarı çıktı.
Alabay kulübesinin yakınına gelen adamlara ehemmiyet vermiyor, kamçı değen, ağrıyan yerlerini yalayıp duruyordu. Başka zamanlar çevrede meşhur bu dövüşçü köpek, kendini incelemeye gelenleri dimdik ayağa kalkarak karşılardı.
Köpeğin Samet’in üstüne atıldığı yerde annesinin Samet'in boynuna taktığı tek boncuk yatıyordu. Kara Durmaz onu hemen yerden aldı. Mühim bir şey bulmuş gibi onu ibrikten su döküp yıkadı da cebine attı. Şehdi Tabip de Samet'in düştüğü yerleri inceliyordu. Bağın altında duran şeyi görünce duyguları karma karışık oldu. Tabibi korkutan, sonbaharın yere düşürdüğü ilk yapraklara karışıp duran kırmızı et parçası, biraz önce Samet’in köpeğe vermeye çalıştığı etti. Kara Durmaz onu da yerden kaldırdı. "Et vermek istemişmiş ya hu." dedi. Sonra da onu köpeğin önüne fırlattı. Önüne et atılmasını beklemeyen Alabay çabucak yerinden kalktı. Kaç gündür aç yatan köpek eti iki lokmada yuttu. Şehdi Tabip onun kocaman gövdesine, eti hapur hupur yutuşuna bakıp, başını salladı.
"Köpeğin de köpekmiş, hani. Oğluna bak bakmasına, ama bu köpeğe de dikkat et. Eğer o ölürse oğlun da ölür. Ölmesi de ölmektir ama onu gömmek de olmaz, yakman gerekir. Ona kuduz hastalığı derler. Fena bulaşıcı hastalıktır. Eğer köpek ölmezse inşallah oğluna da bir şeycikler olmaz. Merhemleri bırakır giderim. Anası arada bir sargılarını değiştirsin. Ben de boş bırakmam."
Tabip içeri girip Meral'a merhemleri bıraktı. Başka da yapması gereken birçok şeyleri sayıp sayıp Selman'la çıktı gitti. Evde bir sırtına kamçı değen Meral, bir sarayda o kadar baş vurduğu yetmiyormuş gibi evine dönünce de önce köpeğini sonra karısını kamçılamak zorunda kalan Kara Durmaz, bir de köpeğin pençeleri altında öleyazan Samet kalmıştı. Kara Durmaz gözünün yaşı dinmeyen Meral'in sessizliği bozmasını bekledi. Ama o yüzü, eli, karnı ayağı sarılı oğlundan gözünü ayırmadan oturuyordu. Sanki oğlunun sağlam kalan bir yerini arıyordu. Kara Durmaz kendisi başlamak için de söz bulamadı. Şimdi ne söylese ters olacak gibi görünüyordu. Samet'in kurumuş dudakları bir şeyler fısıldıyordu. Meral küçücük çaydanlığın emziğinden onun ağzını ıslatıyordu. Kara Durmaz bu suskunluğa dayanamayıp diğer odaya geçti. Göğsünü yastığa verip uzandı. Meral'in oğlunun yaralı başını kucağına alıp yatışı ona kendi annesini hatırlatmıştı.
Yeni on beş yaşlarında sarayda talim ettikleri zamanlar Kara Durmaz'ı at sürümüştü. Altındaki at tam ayağının altından aniden uçan turgaydan ürküp şaha kalktı. Atın kayışını boynuna atıp rahat rahat oturan Kara Durmaz dizginden tutmaya yetişmeden şaha kalkıp yere düşmesine az kala kendini öne fırlattı. Hafif oğlan çocuğu o anda atın altına düştü. Kara Durmaz'ın bir ayağı üzengiden hemen çıkamayıp epey süründü. Neyse ki çizmesi ayağına biraz büyükmüş, çizme üzengide kalıp Kara Durmaz ayağını ondan çıkarmaya fırsat bulabildi. Sürünürken onun ensesi taşa değip kafası yarılmıştı. Kanı durmadığı için o zaman bayılmıştı da. Evde kendisine geldiğinde annesi tıpkı Meral’in oturuşu gibi gözünü yüzünden ayırmaksızın o çaydanlıktan su içiriyordu. Yarası ensesinde olduğu için o Samet gibi arkası üstü da yatamıyordu. Rahmetli anası bir gün değil bir hafta boyunca bu şekilde oğlunun başını dizinden ayırmadan oturmuştu. Arkadaşları durumunu öğrenmeye geldiklerinde annesinin ayağına yaslanıp yatmaya utanıp ondan kurtulmaya çalışması Kara Durmaz'ın bugünkü gibi aklındaydı...
Kara Durmaz, Samet’in perişan halinde, onun başını kucağına alıp üzüntü içinde oturan Meral'inin gözyaşlarında kendi günahını görüyordu. O kendisini hanımına vurduğu kamçılar için suçlamıyordu ya da kendi öğrettiği şeyleri zorla kabul eden oğlu, fırsat bulsa gözüne görünmek istemediği için suçlamıyordu. O bunları, kışı ayazı için suçlayamayışımız gibi kabul ediyordu. Kendi acımasızlığının hepsini Samet'in yarın adam olması için gerekli olduğunu düşündüğü için o bu meselelerde kendini suçlu görmüyordu. O bu evin sahibi bu ailenin reisi olduğu için kendini suçlu buluyordu. Bu fikir onu daha da acımasızlaştırdı. Sonra birden o zaman başını tutmakta olan annesine kızışı aklına geldi. İşteki tedirginlikleri, vurulan başlar, Emir'in onu yanına çağırmaması, bugünkü olay Kara Durmaz'ın ipin ucunu kaçırmasına sebep olmuştu. O hatta şu an "Meral mi suçlu yoksa kendi mi?" bu konuda bile belli bir sonuca varamıyordu. Doğrusu bu sorunun cevabını bulabilse diğer işler kendi kendine çözülecek gibi geliyordu.
Tekrar oğlunun yattığı odaya girdi. Meral'in tıpkı annesi gibi önceki oturuşuyla oturmakta olduğunu görüp kendisinin suçlu olduğu sonucunu çıkardı. İçinden "Acaba Meral'den özür dilesem nasıl olur?" diye geçirdi. Ama babasının verdiği dersler buna geçit vermiyordu.
Meral yüzünü kaldırmasa da karşısında Kara Durmaz'ı o bir zamanlar pazardan boncuk alışlarında olduğu gibi görüyordu işte. Ama şimdi Kara Durmaz'ın yüzü gülmüyordu, yakışıklı da değildi. Elinde de boncuk yerine düğüm düğüm kırbacı vardı. Meral, Kara Durmaz'ın bu şeklinden bile gözünü ayıramıyordu. Onu anlamaya çalışıyordu. Ona karşı yine ondan yardım istiyordu. Ona sığınmak istiyordu. O, eski Kara Durmaz'ının geri döneceğini bilse bülbül olup şakımaya hazırdı. Ama "Anlaşmak için ağzımı açarsam bülbüle değil de yılanın ağzına doğru giden serçeye benzerim." diye korkuyordu. Bu korkuyla sokağa atılan taş olacak yatacaktı, yeter ki Kara Durmaz'dan uzakta olsun. "Artık bizim için anlaşmak söz konusu değil. Pazarımız savuldu. Boncuğumuz kırıldı." Meral birden Samet'in boynuna taktığı o tek boncuğun yerinde olmadığını fark etti. Samet'i uyarmamak için yavaşça dışarı çıktı. Samet'e köpeğin saldırdığı yerde boncuğu aradı. Yaşlı zerdalinin altlarına baktı. Köpeğine yal veren kocasına boncuğu sormak bir tarafa ona bakmadı bile. Hiçbir şey bulamadan da oğlum uyanmasın diye geri döndü.
Meral'in kendisiyle barışmak için çıktığını sanan Kara Durmaz tıpkı delikanlılık dönemlerindeki gibi heyecanlanıp ona bir şeyler söylemek istedi. Yakınında ileri geri dolaşsa da Meral'in kendisinin farkına bile varmadığını anlayıp dilini ısırdı. O eve girerken arkasından bakıp: "Bana bir şey söyletmek istiyor." diye sinirlendi. Meral'in dilini yutmuş gibi durması Kara Durmaz'a her şeyden ağır geliyordu. O bütün tesellisini yine derdin başı Alabay'ından buluyordu. Köpeğinin önüne konan yiyecekleri dilini şapırdatarak yiyişine büyük lezzet alıyormuş gibi bakar dururdu. Dışarıdan bakıp onun kafasından nasıl fikirler geçtiğini anlamak mümkün değildi. O, oğlum ölmesin diye mi köpeğine iyi bakıyor, yoksa onu büyük dövüşlere hazırlarken son eksiklerini tamamlamak için bakımındaki eksiklikleri mi tamamlamaya çalışıyor anlaşılmazdı. Meral'in kendisini anlamaya çalışması ihtimali bile uzak geliyordu ona:
“Ben Meral’i anlamak için boş yere başımı ağrıtıyorum. Ona gelince beni çoktan anladığını sanıyor. Onun için Alabay da bir ben de. Dahası mı var? Tamam, 'Alabay'dır, diyorsan Alabay'ın olayım. Oğlun büyüyüp emirliğe ulaştığında benim onun için çektiğim zahmetleri, yaktığım canları hatırlasan yeter. Boşuna dememişler 'Atı at edinceye kadar sahibi it olur.' diye. Atım at olsun da ben uğrunda it olmaya da razıyım."
Samet ilk on gün fena halde zayıfladı. O günler Şehdi Tabip onun yanından ayrılmadı. Ama sonunda tabibin döktüğü terler boşa gitmedi. Elinde biraz köpeğin diş izi kaldı demezsen artık Samet'in parmakları iyi çalışıyordu. Ayağındaki yarası da, saray tabiplerini korkutan karnındaki yara da çabucak iyileşti. Ama Samet'in yüzündeki yaranın iyileşmesi zor oldu. Sonuna doğru irinlenip yüzüne su toplayan yarasının ağrısına katlanamayan Samet başını yere vurmaya başladı. Şehdi Tabip merhemin içindekileri ne kadar değiştirse de yaranın ilacını bulamıyordu. Her seferinde de: "Ben dört ayaklı itin açtığı yaraları çoktan bitirdim. Ama iki ayaklı itlerin açtığı yarayı bir türlü halledemiyorum." diye söyleniyordu.
Samet için yanağındaki yara yüzünden yattığı yerden çay, su içmek de büyük bir dertti. Yarasının şişi yüzünden, ağrısından zar zor ağzını açan Samet'e yemek yedirip su içiren annesi: "Biraz eziyet çekersin oğlum. Biraz eziyet çekersin ama iyileşirsin. Karnındaki yara iyileşti, bu da iyileşir." diyor, hem oğlunu hem kendini teselli etmeye çalışıyordu. Ama Samet her seferinde ağzını açmaya çalışırken ağrısına dayanamaz, gözlerinden bulgur bulgur akan yaşlara engel olamazdı. Babası bunu görünce: "Hey, hanım evladı, yine ağlamaya mı başladın?" der, onu kızdırarak durdurmak isterdi. Onun için Samet babası evdeyken yemek yemek bile istemezdi. Bazen de Kara Durmaz oğluna yakınlaşmaya çalışır:
"Hadi, pehlivan oğul, yaralarını bana da göstersene." derdi. Ama Samet yüzünü öbür tarafa çevirir yatıverirdi. Babasını her görüşünde, gayri ihtiyari köpek saldırdığı zaman eli kamçılı annesine vuruşu gözünün önünde canlanıyordu, bu o zaman yaralarının ağrısını da unutmasına neden olan bir manzaraydı. Bakışlarla göğsünden itilen Kara Durmaz, oyun etmeye, şakalaşmaya çalışırdı. Bu Samet’i daha fazla kızdırmaktan başka işe yaramazdı. Kendiliğinden dişleri gıcırdar, yumrukları sıkılır giderdi. Ettiği tersine tepen Kara Durmaz oğlunun kendisinden gittikçe daha da uzaklaşmakta olduğunu hissetmişti. Onun sanki kendisine saldıran köpek değil de babasıymış gibi bakışı başkaydı. Onun, diğerleri, annesi, komşuları Gülnesibe, hatta arada bir onu sormaya gelen imam Selman ile bile cana yakın duruşunu, kendini zorlayıp bir şeyler konuşmaya çalışışını görünce Kara Durmaz'ın kanı beynine sıçrardı. Oğlunu kendine karşı başta annesi olmak üzere bu ziyarete gelenler kışkırtıyormuş gibi onların gelmesini kıskanmaya başladı. Oğlunun hali Kara Durmaz'ın da ondan soğumasına sebep olmuştu. Kara Durmaz kendi kendine: "Hele bir iyileşsin erkek erkeğe konuşup anlaşırız." dedi en sonunda. Düşünüp düşünüp geldiği karar bu olmuştu. Bugünlerde onun bundan başka da işi başından aşkındı.
Sonunda Samet'in yanağındaki yara iyileşti.
Kara Durmaz'ın köpeği de ölmedi. Meral, oğlunun boynuna taktığı boncuğu bulamıyor, ne yapacağını bilemiyordu. Bir ara "O boncuğu Kara Durmaz bulup almıştır." dedi. Ama her halde bulsa "tak" diye geri verirdi. Oğlu tamamen iyileştikten sonra birkaç kez süpürmek bahanesiyle avluyu baştan başa parmak basacak yerini de bırakmadan gözden geçirdi. Ama boncuk sanki yer yarılmış içine girmişti. Meral birden: "Boncuğu necis köpek yutmuş olmasın." diye düşündü. Pisliğiyle çıkar diye o en varmadığı yeri, köpeğin kulübesini bile Kara Durmaz köpeğini gezdirmeye gittiğinde aradı. Hepsi neticesiz.
"Boncuk da bir şey mi? O bir tek boncuk, şu dizisiyle gitse de üzülmeme değmez artık. Artık yitirince üzüleceğim bir şeyim yok."
Meral'i en çok üzen şey artık iyice kendine gelip ayağa kalkan Samet'in kendine de soğuk davranmasıydı. Yoksa o yaklaşık iki ay Samet'in başında beklemiş, onu bırakıp bir yere gitmemişti. Yiyeceğini ağzına vermişti. Geceleri yarasının ağrısından uyuyamayıp inleyen oğlunun derdini hafifletecek bir şey yapamadığı için çok defa sessiz sessiz ağlayan Meral yine de sevgisine münasip karşılık alamamıştı. O bunu Kara Durmaz'dan uzak durması Samet'e de tesir etti diye yorumladı. Sonra zavallı kadınların tatlı tatlı zevkle içilen çayın bardağın dibinde kalan kısmının sepiliverilişi gibi "sepilmesine" o da alışmıştı. Onu birçok kez kocası hem sevmiş, hem de kendinden itmişti. Samet de erkek çocuk. "Anneciğim anneciğim" der, sonra da istediği zaman annesinin yüreğini boş koyup, yuvadan uçan kuş gibi uçar gider.
Meral, Samet'in hatırı için, oğlunun ana yüreğinin sıcaklığıyla ısınıp yaşaması için Kara Durmaz ile eski günlerdeki gibi olayım diye de düşünüyordu. Ama gün geçtikçe bu zor geliyordu. Onlar birbirinden uzaklaşıyorlardı. Bu sefer karı kocanın kavgasının yaz gününün yağmuru gibi olmayacağı oldukça aşikar görünüyordu.
Oğluna köpeğin saldırdığı gün Kara Durmaz'ın da yüreği çiğnenmişti. Tabip arkadaşları oğlunun halini sordukça ona "Karınla da aran düzeldi mi?" diye soruyorlar gibi geliyordu. Aile hayatı hakkında kesintisiz, sonu gelmeyen düşünceler onu rahatsız ediyordu. Kendi kendine cellatlığı bıraksam "Köpek yetiştirip satsam nasıl olur acaba?" diye de düşündü. Köpek dövüşlerinde verilen ödüller her gün biraz daha artıyordu. O bu fikrini nezaketle Meral'e çıtlatmak istedi. Ama Kara Durmaz'a Meral: "Beterinden beterini buluyorsun. Artık ne istiyorsan ona yap benim için fark eden bir şey yok." diyecek gibi geliyordu.
Ailesinin yanında nefes almasını bile zorlaştıran ağır havadan, sadece köpek dövüşlerine gidince kurtulabiliyordu. Kara Durmaz'ı içinde bulunduğu aşağılık duygusundan sadece köpeklerin ürüşleri, yenilmemek için gösterdikleri gayret, rakibinin keskin dişine katlanışları uzaklaştırabiliyordu.
Samet'in yanında maksada ulaşmak için köpek gibi olmak gerektiğinden bahsetti. Samet babasına cevap vermedi. Nedense babasına Gülnesibe teyzenin masalını anlatası geldi. Ama tıpkı kendisinin onun köpekler hakkında anlattıklarını dinlemediği gibi, onun da kendi anlatacaklarını dinlemeyeceğini biliyordu. Kara Durmaz birden konuşmasını kesti de cebinden çıkardığı boncuğu oğluna verdi. Onu kendi elleriyle oğlunun boynuna takmaya çekindi. Samet de onu takınmadan bir süre elinde oynadı. Kara Durmaz bütün söylemek istediklerini boncukla bir seferde anlatmış gibi oğlunun yanından kalktı gitti. Giderken: "Takın, yoksa yitirirsin." dedi. gerçekten de boncuk Samet'i şu an her tarafı kapalı bir yerde oturuyor gibi hissettiği halinden kurtardı da başka bir dünyaya attı sanki. O bir tek boncuğun tesiriyle değişen duygularının kendini hangi dünyaya attığını da anlayamadı. Onda şefkat de, yumuşaklık da, himaye de, arka çıkmak da, naziklik de, sağlamlık da vardı. O, Samet’in bebekliğinde kolay kolay inmediği babasının kucağının dünyasıydı. O, yenice ilk saçları kesilen çıplak başını okşayıp babasına "Tıpkı senin başın." diyen annesinin sevgi dünyasıydı. Yazık ki, Samet o dünyayı yakınlarda bir yerde olsa da aydınlık göremiyordu. "Annen baban seni bir zamanlar böyle bir dünyada yaşatmışlardı." desek belki o bize de "Ne diye yalan söylüyorsunuz?" diyecekti. Samet boncuğu takınmadı. Evde bir çiviye asıp orada bıraktı...
Şehdi Tabip ne kadar uğraşsa da Samet’in yüzünün güzelliğini perdeleyen, kulağının üst kısımlarından başlayıp bütün yanağını kesip geçen yarayı iz kalmayacak şekilde iyileştirmeyi başaramadı. Samet’in yüreğindeki yaralar ise daha derindi. Üstelik o yaralara merhem süren de yoktu. Tersine annesiyle babasının birbirlerine küs gezmeleri onun yarasını her gün yeniden tazeliyordu. Samet, o köpeğin saldırdığı gün hissettiği hürriyet duygusunu özlüyordu. Mecnun olup çölde ceylanların arasında yatmak istiyordu. Seccadeye binip gözden kaybolmak istiyordu. Şimdi artık Gülnesibe teyze de hep kendi bebeğiyle uğraşmak zorunda kalıyordu.Yarasının iyice iyileştiğini bilse babası yine dövüşlere başlar. Köpek dövüşüne götürür. Annesi de yine eskiden yaptığı gibi pencerenin arkasına geçer de ağlamaya başlar. Samet bütün bunlardan kurtulmasını sağlayacak bir çıkış arıyordu.
"Babama 'Dövüşmek istemiyorum.' desem ne yapar acaba? Üzülür. Annemle barışsaydılar hiç değilse. O zaman annemi niçin dövdü ki? Beni yalnız başıma bırakıp gittiği içindir. Yine benim suçum. Allah'ım, ne olur yardım et bana..."
Samet’in beklediği gibi Kara Durmaz onun yanında geçirdiği vakti arttırdı.
"Ne o boncuğunu takmamışsın? Yarana mı değiyor?"
"Hayır."
"Boncuk takınacak ben kız mıyım desene! Hep annenin yüzünden... Hani ne zaman 'doğu savaşımıza' başlıyoruz?"
"Baba o niçin lazım?"
Samet bu sorunun nasıl olup da ağzından kaçtığını anlayamadı. Bu durumun babasına yapacağı tesirin nasıl olacağını görmekten çekinir gibi babasına baktı. Kara Durmaz oğlunun masum bakışına dayanamadı. Suratını asıp, sesini çıkarmadan oturdu. İçinden o sinirle "Sana lazım değilse bana da lazım değil." desem de kalkıp gitsem mi acaba dedi. Sonra öfkesini bastırıp, kendisine de lazım olduğu için: "O seni adam eder." dedi.
"Ben aksi takdirde adam olmaz mıyım?"
"Olursun. Ama olsan olsan benim gibi olursun."
"Bu yeterli ya işte..."
"Yetmiyor bu. Aklından çıkarma bu yeterli değil. Niçin yetmediğini benim gibi olduğunda anlarsın. Sen ne zaman büyüyeceksin?"
Bu soruyu Samet kendisi de kendi kendine çok soruyordu. Ama cevabını bilmiyordu. Bir baksan o büyümüş gibi. Boyu neredeyse annesinin boyuna ulaşacak. Bir de baksan daha gözünün yaşına hakim olamayan küçücük bir çocuk.
"Baba ben bilmiyorum. Ben bilmiyorum ne zaman büyüyeceğimi. Belki de ben büyümem baba, belki büyümemem gerekiyordur."
Samet’in yine gözleri yaşardı. Bunu göstermemek için eve koştu. O koşarken gerçekten de annesinin pencerenin arkasından bakmakta olduğunu gördü. Elinde bir taş olsaydı, o, şu anda bu pencerenin camlarını tuz buz ederdi. Samet bu sefer daha önce yaptığı gibi küçük odaya girip ağlayıp ağlayıp içini boşaltmadı. Odaya girmekle güçsüzlüğünü bir kez daha kabullenecekmiş gibi bir hisse kapıldı. Geri döndü. Boğazına kadar gelen acı gözyaşlarını saklamak için var yok bütün gücünü topladı. Biraz rahatlamış gibi olup avlularından çıktı. Sokaktan geçen kalabalık, yabancı yüzler, acısına bent vurmasına yardım ettiler. Biraz yürüdükten sonra kalbinin özlediği hürriyeti yolda buldu. Yol ne tarafa dönersen dön var, küçükleri büyük yollarla birleşip uzayıp gidiyor. İstemediğin yerden uzaklaştırıyor, varmak istediğin yere ulaştırıyor. Hem yolların kimsesiz kaldığı zaman yok, hem de çevresinde bir adam bile yokmuş gibi herkes kendi yoluyla meşgul. Samet bu azat yolun nereye kadar gittiğini aklından geçirdi. "Gülnesibelerden geçip kervansaraya ulaşıyor, oradan da öte gitsen yabancı ülkelere giden kervan yoluna ulaşırsın. Kervan yolu seni istersen Rum'a, Şam'a, istersen Nişabur'a, istersen Bağdat'a götürür…"
Kara Durmaz oğlu kalkıp gidince ne yapacağını bilemedi. Onun avludan çıkmakta olduğunu görüp "Acaba durdursam mı?" dedi. Sonra da: "Uzak gitse Gülnesibelere gider. Başka gidecek yeri mi var?" diyerek içeri girdi. Meral oğlunun önce eve girip, sonra da çıkıp gitmesinden hoşlanmadı. Kara Durmaz'a "Samet’e ne oldu?" diye sormayı da düşündü, yine dilini ısırdı sesini çıkarmadı. Kara Durmaz eve girer girmez oğlunun arkasından dışarı çıktı. Oğlu Gülnesibelere yaklaştığında arkasından ulaştı.
"Oğlum, Gülnesibe teyzenlere mi gidiyorsun?"
Samet annesine cevap vermedi.
"Oğlum hadi eve dönelim... Yoksa Gülnesibe teyzenlerin bir kase çayını içip mi dönelim?"
Samet yine sesini çıkarmadı. O şimdi yürümekte olduğu yolun kervansaraydan geçip büyük kervan yoluyla birleştiğini görmek istiyordu. Ama şimdilik bu mümkün değildi. Gönlündekini annesine anlatabilme ümidi ihtimal dışı görünüyordu. Meral’in de oğluna söylemek istediği şeyler çoktu. Ama o da niçin babasıyla aralarının soğuk olduğunu, onu cellat olmaya kendinin ittiğini, şimdi de pişman olduğunu anlatsa oğlunun anlamayacağını düşündü. Aynen bu şekilde dışarıdan baksan birbirine yakın gibi görünen ana oğul her biri kendi dünyasında gidiyorlardı. Oğlu anasının, anası oğlunun peşine düşüp, Gülnesibe teyzelere gitmeye de geri dönmeye de hazırdılar. Bunlardan hangisini yaparlarsa yapsınlar ikisi için de farkı yoktu. Çünkü ikisinin de gitmek istediği yer ne kendi evleriydi, ne de Gülnesibe teyzelerin evi. Ama tam olarak nereye gitmek istediklerini ikisi de bilmiyordu. Bütün insanlar nereye gideceklerini bilemedikleri zaman evlerine dönerler, bunlar da izlerinin üstünden geri döndüler çaresiz...
O günün gecesi Kara Durmazların evinde ağır geçti. Kara Durmaz da, Meral de, Samet de uzun süre uyuyamadılar. Onlar bütün bir halka olmak isteyen üçgen gibiydiler. O köşelerin üçü de halkanın oluşması için birbirlerine eklenip yumuşamaları gerektiğini biliyorlardı. Bunu ailenin en küçük azası yeni on iki yaşına basan Samet’in bile aklı kesiyordu. Ama birleşmek mümkün değil düşüncesiyle, onlar dokundukları yeri kıyan keskin köşelere dönüşmüşlerdi. Onların her biri kendi asudeliğini yalnızlıkta görüyordu. Ama insan için yalnızlığa ulaşmak da asudeliğe ulaşmaktan kolay değildi her halde. Her köşe iki tarafından diğer ikisine bağlanmıştı. Bağlayıcı taraflar kırılıverseydi eğer, bu köşelerin yok olması anlamına gelecekti. Onlar sanki kendi varlıklarının birbirlerine bağlanmakla oluşmuş olduğunu anlayamıyor gibiydiler. Bu fikrin doğru olduğunu kim biliyor sanki? İnsan ilişkileri öyle karmakarışık ki, onlar hakkında hatta kuş bakışı seyretsen bile belli bir şey söylemek zor. Baba-ana-oğul, bu üçlü de şu an düştükleri günlerinden belli bir çıkış, bir girizgah bulamadılar ve sonunda üçü de ayrı ayrı kendi hususi dünyalarına gittiler, uyudular. Yarın her biri damardaki kanın kalbin atmasıyla dönüp duruşu gibi kendi ömür damarlarında dönmeye başlarlar. O atışın kimi nereden çıkaracağını kalbi ilk başta harekete geçirenden başkası bilemez.
O gün günlerden cumaydı. Samet mescide diyerek çıkarken dün babasından aldığı boncuğunu astığı yerden alıp cebine koydu. Cuma namazından sonra Selman dayısının yanına gidip içini dökmek istiyordu. Ama namazdan sonra İmam Selman'a ne diyeceğini kafasında toparlayamadı. İmam da bir yere acele ediyor gibi görünüyordu. Ama yine da Samet'e gözü ilişince onun yanına gelip selam verdi, tokalaştılar. Hal hatır sordu. Gidecekleri yer aynı yol çıkınca Selman, Samet'i çocuk görmedi de kendisiyle birlikte alıp götürdü. Selman'ın gözünde Samet yorgun beynini dinlendiren yumuşak, sade, zayıf ama hoş kokulu bir gül destesi gibiydi. Onun, Samet’i bağrına basası geliyordu. Ama böyle sevgiyle bakılmasından utanıyor gibi yüzünü yerden kaldırmadan yürüyen Samet artık kucaklanıp sevilecek çağı çoktan gerilerde bırakmıştı. Dünyanın akını karasını anlamaya başlayan çocuğun kafasında bir problemi de var gibi görünüyordu. Samet içinde bulunduğu durumu izah etmek bir tarafa Selman "Sana ne oluyor böyle?" diye doğrudan sorsa bile ne cevap vereceğini bilmiyordu. Neyse, Selman ona hiçbir şey sormadı. Mescitten biraz uzaklaştıklarında Samet'e "Mescide gelip bekle." dedi de başka tarafa gitti. Samet de evlerine değil de kervansaraya doğru giden yola düştü. Kervanların uzun bir zincire dönüp yola çıkışlarını izlemek istemişti. Hem bu sefer ona engel olacak annesi de yoktu.
Kervansaray eşeklerin, katırların, develerin, insanların sesinden dağdan inen çağlayan gibi karmakarışık yüksek bir sese dönmüş gürleyip duruyordu. Burada Arap da vardı, Fars da vardı, Türk de, Kürt de vardı. Hatta kara derili Habeşliler bile ellerini aşağı yukarı hareket ettirip yerli millete sözünü anlatmaya çalışıyorlardı. Sıra sıra kervanların kimi bahçe kapısından çıkarken kimi de avluya giriyordu. Şehirden çıkmakta olan, belli bir düzen intizam içinde salına salına giden katar katar develere Samet imrenerek baktı. Onlar bu gün Gürgenç'ten ayrılırlar, yarın da kim bilir nerelere varırlar? Samet kendini o develerden birinin üstünde gibi gördü. Develerin birbirine uydurup ahenkle adım atışını göçmen kuşların kanat çırpışına benzetti. Develer kum tepelerinin üstünden turna katarları gibi kayıp gidiyorlardı. En öndeki devenin üstünde ise kervanbaşı olarak Gülnesibe teyzenin masalındaki koltuğu seccadeli bilge koca gidiyordu. Samet için onun yüzü tanış değildi ama gülümseyerek bakışı tanıştı. O "Hey, küçük!" diye seslendi.
Samet hayalindeki olaylarla gerçek hayatın böyle karışıp gitmesinin verdiği şaşkınlıkla ürperdi o an. Onu tam karşısındaki bir ihtiyar yanına çağırıyordu. Samet onun yanına gitti.
"Oğlum, birazcık yüküm vardı da 'Taşıyabilir misin?' diyecektim. Hamalların boşunu bulamadım da. Siz bir bey oğluna da benziyorsunuz ama... Yanılıyorsam bağışlayın."
Samet ihtiyarın kendisine "Bağışlayın." demesinden utanmıştı.
"Ağam, hepimizi Allah bağışlasın. Taşıyabileceğim bir yük ise taşıyıvereyim."
"Allah razı olsun oğlum. Başka rica edecek adam bulamadım. Kervan da neredeyse hareket edecek. Bizim orada, Bağdat’ta yükünü taşıyacaklar sıra sıra bekleşirlerdi oysa."
Samet Arapça:
"Siz Bağdatlı mısınız?" diye sordu.
"Evet, yoksa sen de mi Bağdatlısın?"
"Hayır, ben Bağdat'ı görmeyi arzu ediyorum sadece. Arapçayı da onun için öğrendim."
"Bağdat güzel memleket. Kaderinde varsa görürsün."
Samet ne diyeceğini bilemedi. Ona şu an eline geçen imkanı kullanamazsa büyük bir fırsatı elinden kaçıracakmış gibi geldi.
"Ağam, beni de alıp gidemez misiniz? Ağam ben Bağdat’ta da size yardım edebilirdim."
"Ya seninki de laf mı şimdi? Bağdat’ta ne zaman kervan gelir diye bekleyip duranlar varken ben yükümü indirecek adamı buradan mı götüreyim?"
"Yalvarıyorum atam."
"Sen bana yalvarma. Kervanbaşının yanına koş. O deveci arıyordu."
"Deveci de ne oluyor?"
"Yolda develerin otuna suyuna bakarsın. Kim ne buyurursa o işi yaparsın. Al bu da yükümü taşıdığın için."
"Bana para lazım değil ki."
"Al al, bu senin kazancın. Adam bir şey kazandıysa mutlaka alması gerekir."
Samet eline verilen parayı alıp kervanbaşının yanına koştu. Ama kervanbaşını ikna etmek kolay olmadı. O Samet'in yüzündeki elindeki yaralara bakıp kaçak olduğunu zannetti."
"Gerçekten kaçak olsam sizin bana yardım etmemeniz mi gerekiyor ağam?"
"Sağlam adam kaçaklık etmez."
"Eninde sonunda ben sizin kervanınızdan ayrılmam."
Kervandaki tacirlerden biri: "Kaçak da olsa bize ne?" derken bir başkası: "Kaçak adamın gündüzün öğleni gelip kervana katıldığı görülmüş şey mi? Siz de bir çocuğun lafını büyük mesele yaptınız. Hadi hareket edeceksek edelim." dedi. "Hareket edelim." diyen kervanbaşı Samet'e sesini çıkarmadı. Samet de onlarla beraber yola düştü. Bir süredir o yaya da olsa develerden geri kalmadan kah koşturup kah yürüyüp kervanla beraber geliyordu. Ama gitgide develerin hızı artıyor gibi gelmeye başladı. Şehirden iyice ayrılan kervandan geri kalsa onun ne günlere düşeceği belli değildi. Kervanbaşı ise ona "Var mısın?" bile demiyordu. Samet yorgunluktan koşamamaya başladı. Artık dizlerinin takati kalmayan çocuk gittikçe geride kalmaya başlamıştı. Kervanda devenin üstünde gidenlerin bir çoğu çoktan uyumuşlardı bile. Uyanık olanlar Samet'i tanımadıkları için, Samet de onlara hiçbir şey demediği için yanından sessiz sedasız geçip gidiyorlardı. Sonunda yolculardan biri ona: "Oğlum" diye seslendi. Yorgunluktan ve yanından develerin geçip durmasından iyice heyecanlanmaya başlayan Samet’e bu ses göklerden gelmiş gibi duyuldu. Bu o ihtiyardı. Gülnesibe'nin masalındaki ihtiyara benzeyen, Samet'e "Yükümü taşımaya yardım et." diyen ihtiyardı.
"Atam, ben kalıyorum. Yetişemiyorum. Bana yardım et atam."
İhtiyar yanından geçmekte olan katırlı bir adama "Çocuğu al." diye bağırdı. O adam katırını durdurup Samet’i yanına bindirdi. Heyecandan, yorgunluktan dili damağına yapışan Samet'e uzattıkları bir yudum su, o an için, arzu ettiği hürriyetten de, yolda bırakılmayıp da kervana alınmasından da değerli göründü. Gürgenç'in bir yudum buz gibi suyunun ne kadar değerli olduğunu o şimdi daha anlamıyordu oysa. O an sadece canının rahatladığını biliyordu. Evinde içse içtiği, içmese serpiverdiği su bu kadar değerlendiyse arkada kalan annesinin değeri kim bilir nasıl yücelmiştir? Yol, hürriyet vs... onu neredeyse panikletip yıkacak, kumlarla örtecekti. Biraz rahatlayan Samet başını çevirip geri baktı. Katırın üstünden bakınca ona birbiriyle yarışıyor gibi görünen develerden ve onların yassı tabanlarından çıkan tozdan başka bir şey görülmüyordu. Uzaklardaki ufuk kum tepelerinin serap gibi sırtlarıyla çevriliydi. Önde de, solda da, sağda da hep aynı manzara. Her taraf birbirinin manzarasını aynaya düşmüş şeklin görüntüsü gibi tekrarlıyordu. Dört tarafı eşitlenen Samet sanki aynaların arasına düşmüş gibiydi.
O dün neresi olursa olsun uzaklara götüren yola düşmeye heves edip giderken arkasından yetişip durduran annesini hatırladı. O zaman annesinin arkasından yetişip gelmesine Samet üzülmüştü. İçinden: "Gitseydim, öyle gitseydim ki arkamdan hatta ecel bile yetişemeseydi." demişti. İşte şimdi o dediği söz, bir dua gibi kabul olmuştu. Annesinin arkasından yetişemeyeceği şekilde evlerinden, avlularından, sokaklarından, Gülnesibelerden, Selman dayının mescidinden bu kadar uzaklaştığına Samet nedendir bilinmez sevinmedi. Tersine o kendini sahipsiz mi hissetti ne oldu, cebindeki boncuğu çıkarıp boynuna taktı. Onu elinin ayasında ısıtmak istiyor gibi avucunda tutuyordu. Belki de o tek boncuktan sevgi sıcaklığı isteyip avucuna almıştır onu? Kim bilir? Ancak bir şey, o da gerçekten böyle bir sıcaklığa muhtaç olduğu onun yüzünden okunuyordu. Ama şimdi onun yüzüne bakan yoktu. Biraz önündeki devenin üstündeki ihtiyar kestiriyor, katırdakilerin dikkati yolda olmalı. O, Samet’i yanına aldığında isteksiz isteksiz bakmış, "Su!.." dediğinde de su uzatmıştı. Su kabını geri aldıktan sonra onun için Samet de birdi, içi yüklü heybe de. Hatta belki heybesi düşer diye onun geri bakması mümkün ama Samet'in derdiyle o başını çevireceğe benzemiyordu. Böyle yalnız bırakılmasına Samet hafifçe gönül koyacak gibi oldu. Fakat eğer bunlar almamış olsaydı güneyi kuzeyi belirsiz uçsuz bucaksız çölde ne yapacağını bilemez şekilde yalnız kalmasının da mümkün olduğunu göz önüne getiren Samet bu öfkesini çabucak unuttu. O arkada bıraktıklarının oralarda olmadığını anlayışlarını, kendisini aramaya başlayışlarını hayalinde canlandırmaya çalıştı. Ama Samet gittikten sonra Gürgenç'te olan olaylar on iki yaşındaki çocuğun göz önüne getirebileceği türden vakalar değildi.

(Devam edecek.)

Yorumlar

Popüler Yayınlar