AYRILIK

Ahmet Halmırat
Çeviren: Hüdayi Can

Nerede insan varsa orada dert var, bela var. Bilmiyoruz nereden bulaştı, gittikçe sararıp soluyorsun oğlum. Çaresiz, hastaneye yatırmalı. Hem de henüz yeni yeni yürümeye, dillenip konuşmaya başlayan çocuğu. Görsen, öyle bir savunmasız, öyle bir ele bakıyor. Kafesteki kuş gibi… Aslında başka da çocuk var ama...
Yanında kaldım, ta ufuk iyiden iyiye kararıp akşam soğuğu düşünceye kadar. Sonra da okşayıp öpüp aldattım, oyuncaklarını getireceğim diye odadan çıktım. Binanın arka yüzünden gelip, pencereden gizlice baktım. Dört tarafı kapalı küçücük yatakta gözünü dikip duruyor. Bekliyor. Bakışları hasta çocuğunu besleyen gelinde; hayali, aklı fikri başka yanda.
“Artık şimdi döneyim. Ne zamanki evden çıkışım, işe de gidemedim. Yorulmuşum da, eve bir kendimi atsam...” İçimi konuşturup, hayal atımın dizginlerini gevşeterek döndüm.
Hay, kardeş, belanın körüğü bu boş, boş olduğu kadar da lüzumsuz fikirlerinde, fikir yürütmelerinde değil mi, zaten? Öyle dedin, böyle dedin, işte, aldattın döndün çocuğu. Yâdın yabanın içinde, hasta haliyle, gözünü yoluna dikmiş oturuyordur. Öldür, suçu üstüne almazsın, ama kendini temize çıkarmak istiyorsun... Daha ne yapayım, elimden geleni yaptım diyeceksin. Yok canım! Canını dişine taksan bu çocuk için yapabileceğin başka da bir şeyler bulamaz mıydın yani? Sen kendi kaygındasın... Ama sonuçta ben de bir insanım dersin. Kendini kendinden kurtarmalısın! Ama nasıl? Nasıl? Başka çare yok, onun için de yine kendini kendine yardıma çağırmalısın...
Acaba insanın yalansız geçen günü var mı? Aslında herkesin bileceği basit bir şey gibi; yalan söyleyerek, olsan olsan en nihayet yalancı olabilirsin.
Ertesi gün erkenden, şafakla varmayıp?! Bir düşünsem, bu lüzumsuz şeyler de: o oldu, bu oldu. Uzun lafın kısası, geç kaldım, gün tepemizde. Hastanenin avlusu öyle bir mahzun ki! Ağaçları filan da… Görsen hasta gibi.
Onu dışarı kim çıkardı acaba? Tek başına bir köşede yaprakları fırlatıp kapan oyuncu kediciği seyrediyor. Şimdilik beni görmüyor. Şüphesiz ağlamış ağlamış sonra kendi kendine susmuş. Benzi safran gibi. Çevrede olduğumu mu anladı, yoksa başka bir şey mi oldu benden tarafa baktı birden. Sanki tam o anda, bütün varlığıyla değişerek bana şaşkın şaşkın baktı. Elindeki bisküvisi, duru suyun dibine çöküyor gibi yavaşça yere düştü... Kâkülleri halka halka, kirpikleri saysan sayılacak tane tane.
“Baabaa!”
Koştu.
Uzaktan, masmavi dumanın içinden bir yerlerden uçup geliyor... Yüzüp geliyor... Dünyamız karıştı. Ben oyum, o da ben. Gönül derya, gark oluyorum, içim içime sığmıyor.
Yanıma gelince ben onu kucaklayıp “hoppa” etmek için diz çöktüm. Çöktüm çökmesine de, tam o an çocuk yerinde durakaldı. Ve birden, fena şekilde ağlamaya başladı. Ben onu bağrıma basıp susturamadım vaktinde...
Neyse ki oğlum fazla süt kuzusu değil. Sakinleşti. Boynuma sarılıp küçücük çenesini omzuma dayadı. Ses seda yok...
Birden canım sıkılmaya başladı. Ne olduğunu bilmiyorum, ama hiçbir zaman geri dönmeyecek bir şeyin onun içinden uzaklaşıp gitmekte olduğunu hayal meyal seziyorum.

Yorumlar

Popüler Yayınlar