Ağır Aksak Gidiyor Dünya 8



İlyas AmangeldiTürkçesi: Hüdayi Can
(Önceki bölüm)

...Ölenler yerle birlikte onun altında dönerler durmadan, diriler üstünde. Bundan on asır önce yine böyle dönmekte idiler şüphesiz, bu arada kıyamet kopmazsa on asır sonra da aynı şekilde döneceklerdir, tıpkı bugünkü gibi.








Kendisinden sonra annesinin babasının ne hallere düştüğünü duyduğu gün Samet ilk defa atalığının fena şekilde sinirlendiğini gördü. Bu onun kendisiyle, Gürgenç'ten gelen haberle ilgili olmasa da Samet için beklenilmeyen bir durumdu. Atalığının kızmasına sebep olan onun büyük torunu Kemalettin idi...
Fukara görünüşlü iki adam, kendilerinden de kötü giyinmiş birini şifahaneye getirdiler. Onları karşılayıp yerleştirmesi gereken Kemalettin:
"Ağalar affedin, şifahanemizde boş yer yoktur."
"Öyleyse bu sizin suçunuz değil. Başka bir şifahane bulmaya çalışırız ne yapalım."
"İyisi öyle yapın ağalar..."
Onlar geldikleri gibi çıkıp gittiler. Samet şifahanede boş yerin olduğunu biliyordu. Ama ona ağabeyinin işine karışmak yakışmazdı.
"Üff... Neyse ki dedem gelmeden gittiler. Cebi beş parasız adamlardan usandık yahu. Daha yeni Folomey Dayıdan  kurtulduk derken yine biri geliyor."
Kemalettin'in son sözleri Samet’in hoşuna gitmedi. Bu arada şifahanenin kapısı güçlü bir şekilde açılmıştı. Her adımında, her hareketinde sakin olmaya çalışan İbni Şefik'in kapıyı böyle sert açmasının durup dururken olmayacağı belli bir şeydi. Onun arkasından Kemalettin'in kabul etmediği hastayı getirdiler. Tanımadıkları adama duyurmak için yüksek sesle söylüyor gibi olsa da İbni Şefik'in şimdiye kadar böyle yüksek sesle konuştuğunu görmeyen Kemalettin de, Mahmut da, Samet de korkuyla karışık heyecanla ayağa fırladılar.
"Kemalettin, hastayı yerleştirir misin?"
"Baş üstüne dede."
Hastayı içinde boş bir yatak olan odaya götürdü.
"Sonra da benim yanıma gel. Siz ikiniz de gelin."
İbni Şefik, o genellikle kapalı duran odasını açıp şifahanedeki çalışanlarını yanına topladı. Çalışanlar diyebileceğimiz fazla bir adam da yoktu aslında. İki torunuyla evlatlık alınan Samet üstat hekimin odasına girdiler.
"Evlatlarım, siz basit birer insan değilsiniz. Sizin başkalarından bir farkınız olmasaydı, hiç kimse size canını emanet etmezdi. Evlatlarım, size diğer insanlar ne diye canını emanet ediyor? Onlar ne diye sevgi ve çaresizlik dolu gözleriyle bizim gözümüzün içine bakıyor, ne diye düşeceklerini anladıkları  an bizim kolumuza yapışıyorlar? Çünkü Allah o kullarının derdini hafifletmek, henüz vakti kaza olmamış ecelden alıkoymak için bizi sebep kılmış. Eğer biz de mecalsiz kulların uzanan ellerini görüp elimizi çekersek, ya da büyük bir umutla yapıştıkları an çürük dal gibi kırılıp ellerinde kalırsak nice olur. Kemalettin sen hiç bu konuda düşünmedin mi?"
"Düşünmüştüm dede."
"Evet, nasıl düşündün?"
"..."
"Çekinme de söyle."
"Doğrusunu söylememi istersen dedeciğim, ben aklım ereli, başka adamların ağrısının ne olduğunu anlayalı o sizin bana söylediğiniz mecalsiz adamlara el uzatmaktayım. Babamız daha fazla dayanamayacağım diye çekip gittiğinde de Mahmut'la ikimiz şifahanede, sizin yanınızda kaldık. O zaman siz beni bağrınıza basmış 'İnşallah büyük bir tabib ederim.' demiştiniz. Bugün bana dalın çürüklüğünü neden soruyorsunuz?"
"Ne o, sen bunun sebebini bilmiyor musun?"
"Biliyorum dedeciğim. Bildiğim için de bu sefer içimdekilerin hepsini söyleyeyim dedim."
"Kendin bilirsin, fakat dikkat et, söyleyeceklerin Samet'in sırlı perdesinden aşağıda kalmasın."
"Siz tabipsiniz, dert nerede olursa olsun müdahale etmeniz gerekir. Dede, doğru sözü söylemeyi de içindeki fikir iyi de olsa kötü de olsa örtmemeyi bana siz öğrettiniz. Şimdi söyleyeceklerimi ben daha önce de birçok defa ima etmiştim. Bugünkü olayın sebebi de benim o zamanlar söylediklerimden netice çıkarılmamış olmasıdır kanaatimce."
"Sen nasıl bir netice almak istiyordun?"
"Hastalığını tedavi ettirmeye yetecek maddi gücü olmayanları şifahanemize almamalıyız. Geceleri uykusuz kalıp onların kokuşmuş yaralarını temizlediğim için onlar kim olursa olsunlar bana emeğimin karşılığını vermeliler. Mahmut'a, Samet'e bir bakın. Onlar gece nöbetçi oldukları günler, yürüdükleri yerde uyuyup gidiyorlar. Siz sokaktan getirilen her hangi bir Folomey Dayı ile bizi babamız ölüyormuş gibi vedalaştırıyorsunuz. Sıra bize gelince de..."
"Kes. Başka kim böyle düşünüyor?"
İbni Şefik'in ellerinin titreyişine Samet ilk kez şahit oluyordu. O Samet'le baş başa kalıp Folomey Dayı'nın cesedini keserken bile çok rahat, kendinden emin hareket ediyordu. O zaman heyecandan kalbi uçacak gibi olan Samet'i sakinleştirip: "Sen korkmamalısın. İşte bir gün ben de ölürüm. O zaman sen de beni kesersin. Baksana adamın yüreğine, damarları kara kan ile tıkalı. Sağ tarafında şiş var..." diye hastalığı izah ediyordu. Hastalıkların adlarını sayıyordu. Bedende kanın dolaşmasına neyin engel olduğunu gösteriyordu. Alnındaki bir parça nemi de hesaba katmazsak atalığı her zamanki gibi rahattı. Şimdi ise ondan su gibi ter akıyordu. Eğer gerçek torunu olsaydı Samet gidip İbni Şefik'i kucaklardı ve onun yaptığı gibi sakinleştirmeye çalışırdı. Ama Kemalettin ile Mahmut'un yanında o gönlündekileri yapamıyor, bir atalığına bir yere bakıyor, ne yapacağını bilemiyordu. Ama her nedense o sanki bir şeylerden korkuyor gibi Mahmut'a da gözünü çevirip bakamıyordu. Kendisi suçluymuş gibi Mahmut'un da yeni terlemeye başlamış bıyıklarının altından boncuk boncuk ter damlaları çıkıyordu oysa.
"Dedeciğim, Kemalettin yanılmış. O, o yerin boşaldığını bilmiyordu. Kemalettin..."
"Kemalettin'in ne yaptığını ben iyi biliyorum."
"Dedeciğim, iaşemizin ve diğer giderlerimizin az gelmemesi için söylüyor."
"Ne yani biz açlık, sefalet mi çekiyoruz? Bu getirilen zekatlar, sadakalar az mı?"
Kemalettin kendini tutamayıp yine söze karıştı:
"Biz ne zamana kadar kim ne getirir diye dilenci gibi beklemek zorunda kalacağız? Artık sarayın verdiği harçlık da gelmiyor. 'Zekatınızı, vad ettiklerinizi verin.' diye tacirleri dolaşmaktan da artık utanmaya başladık."
"Bir garip hastayı sokağa kovmaktan utanmıyordun da zekat toplamaya mı utanıyorsun? Sonra da dilencilik eden biri varsa o benim. Yoksa sen Allah rızası için diye verilen şeyi almaya da mı utanıyorsun?
Hayır, Kemalettin, sen yüreğindekini söylemiyorsun. Söyleyemezsin de. Şimdi ben sana yüreğini açıp göstereyim. Göğsün yarılacak ama artık tahammül etmelisin. Sen oğlum, fakir fukarayı yıkamayı pis iş kabul ediyorsun. Sana evinde gül suyuyla yıkanıp gelen hastalar gerek. Arkasından yakınlarının fındık fıstık getirdiği hastalar gerek. Onlar hatta seni küçümseler bile sen onlara yaltaklanıyorsun. Yoksa sen onların kendilerine değil de fındık fıstıklarına mı yaltaklanıyorsun? Keşke onların verdiği hediyeleri yan tarafta yatan gariban hastalara verebilseydin. Sen onu yapamadığın için o garibanların bakışından korkuyorsun. Sen hatta Samı... Sen... sen..."
Adı anılınca Samet arkasından biri itmiş gibi bir adım öne gitti ve atalığının sözünü kesip araya girdi. O kendisiyle ilgili hoşa gitmeyecek bir söz işitmekten korkuyormuş gibi aceleyle konuştu.
"Atam, Kemalettin hatasını anlamıştır."
"Sam, sen ona arka çıkmaya çalışma. Pekala, siz ikiniz hastaların yanına gidin."
Samet ile Mahmut başları önlerinde odadan çıktılar.
"Şimdi ne olur acaba?"
"Bilmiyorum ama her halde iyi bir şey olmaz. Hiç değilse biz onu kızdırmayalım."
Onlar kendi işlerinin başına gittiler. Odada Kemalettin ile baş başa kalan İbni Şefik onu suçlu çalışanı gibi değil de, evlenecek yaşa gelmiş torunu olarak yanına oturttu:
"Eskiden bir defasında baban ile de tam burada, bu şekilde baş başa konuşmuştuk. Ne kadar dikkat edersem edeyim genellikle ben biriyle baş başa konuşmak konusunda pek başarılı olamıyorum. Şimdi de ikimizin birbirimizi anlayacağımızı sanmıyorum. Sen Mahmut ya da Sam değilsin. Aile sorumluluğu omuzlayacak yaşa gelmişsin. Onun için sana bir şey desem gönlüne alman da mümkün. İşte işin bu tarafı da beni korkutuyor."
"Dedeciğim, ben ömrümün sonuna kadar sana minnettarım. Hiç sana kırılabilir miyim? Tam tersine bugün sizi üzdüm. Suçumu affedin, dedeciğim."
İbni Şefik içinden: "Hayır, bugün değil, çok daha önce üzdün." demek istedi. Bir taraftan da torununun oğluna göre daha insancıl olduğunu görüp sevindi.
"Dediğim dedik baban gibi sen işi tacirliğe vuracağa benzemiyorsun. Bu dünyada insanların sağlığına yardım etmekten başka hiçbir şeyi kaygı etmeyecek adamların sayısını arttırmak için yanıma aldığım çıraklarımın bir çoğundan ağzım yandı. Onların içinde babanın da olması beni hala üzen, içimden çıkarıp atamadığım bir ukdedir. Aslında onun kafası da iyi çalışıyordu. Birçok şeyleri öğrenmişti de. Ama her nedense bir adamın derdini hafifletmeyi bir başkası genellikle zor görüyor. Birinin teninin yarasını tedavi etmek için kendi sağlam yerinden kesilip alınmasına razı olmadan iyi bir tabip olamazsın. Ben sana bunu daha önce de çok anlattım, değil mi?"
"Evet, dede. Ben bunu biliyorum."
"Bilmek bir başka bildiğinle amel etmek bir başka. Fakat gel ikimiz bir konuda anlaşalım. Ben sana istersen şifahanenin bir köşesinden istersen başka bir yerden bir oda açıvereyim. Sen orada sadece dişi için gelenlerle ilgilen. Görüyorsun ya dişim ağrıyor diye gelen hastaların çoğu senin dediğin tip insanlar. Hem de sen diş hastalıklarından iyi anlıyorsun."
"Dede, bunun anlamı sizin beni kovuyor olmanız mı?"
"Hayır. Bence bir şifahanede bütün hastalıklara müdahale etmeye çalışmak doğru değil. Daha sonra ciğer hastalıkları, iç hastalıkları diye de bölünürüz. Görüyorsun ya sadece kemik hastalıklarıyla ilgilenen sınıkçıların varlığı bile bizim işimizi nasıl hafifletiyor.
"Peki dede. Şimdiye kadar sizin kararlarınıza karşı çıkmadım."
"Hayır, eğer gönülsüz yapacaksan söyle. Üstesinden gelemem diye çekiniyorsan yine söyle."
"Dede, ben razıyım."
"Bu konuyu seninle aslında daha önce konuşacaktım. Bugün olanları görmezlikten gelsem ya da seni yalnızken azarlasam da olurdu. Fakat hem size hem kendime ders olsun dedim."
Bu gelinen noktaya biraz üzülen Samet'i atası ile daha ağır bir konuda konuşmak bekliyordu. O Kemalettin'in dişçi edilmesine sebep olan hastayı yıkayıp giyinmesine yardımcı olurken Mahmut gelip dedesinin onunla konuşmak istediğini haber verdi. Samet daha biraz önce yanından çıktığı atalığının onu yine ne için çağırmış olabileceğini düşünerek odadan çıktı. Atalığının neşeli yüzünü görünce şaşırdı.
"Oğlum bu adam bize Gürgenç'ten haber getirmiş."
Samet atasının yanındaki adamı ilk defa görüyordu.
"Bu mu senin Gürgençli oğlun? Hadi gelsene buraya. Sen selamın ne olduğunu bilmiyor musun?"
Samet heyecanlanıp "Selamünaleyküm." dedi. O adamın elini sıktı. Atasının kendi sırrını bu yabancıya niçin açtığını anlamamıştı. Atalığı:
"Oğlum çekinme, bu da senin dedenden aşağı adam değildir. Bize sizin eviniz hakkında Gürgenç'ten haber getirdi. Gözün aydın, annen sağ. Fakat orada emir değişmiş, yeni emir babanı ömür boyu zindana atmış.
"Annem yüzünden mi?"
"Yok canım, öyle değildir. Ben hiç öyle bir şey duymadım."
Samet’in yüzüne bakan biri annesinin sağ olduğuna sevinip sevinmediğini bile anlayamazdı.
"Evladım, gelecek kervan ile kendimiz Gürgenç'e gitsek de olacak. Anneni buraya alır geliriz. Elimizden gelirse babanı da zindandan çıkarmaya çalışırız."
Samet hala deminki sessizliğini muhafaza ediyordu. İbni Şefik bu konuda konuşmak için şimdilik erken olduğunu hissetti ve Samet'e "Sonra tekrar konuşuruz. Hadi oğlum şimdi işinin başına git." dedi. Onun konuşuruz demesi "Sen anne babanın yanına gitmek istiyor musun, yoksa istemiyor musun, onu iyice bir düşün." anlamına geliyordu.
Üç dört gün atalığı Samet'in yanında onun beklediği konuyu açmadı. Sanki o meseleye fazla bir ehemmiyet de vermiyormuş gibi göründü. Samet'i ise o mesele içten içe kemirip iğne ipliğe çeviriyordu. O sadece annesi, babası, Gülnesibe teyzesi, İmam Selman dayısı... Gürgenç ile yaşıyordu. Kendisini bir suçluyor, bir temize çıkarıyordu. Bu fikirler onu öyle sarmıştı ki, kendine saldıran köpeğe varıncaya kadar her şeyi açık seçik aklında evirip çeviriyordu. Aşağı yukarı her gece düşünde evlerini görüyordu. O düşler genellikle uyuyuncaya kadar kafasından geçirip durduğu fikirlerin devamı oluyordu. Fakat işin garibi o rüyalara atalığı da, Mahmut da, Kemalettin de katılıyor, Gürgenç'te hep birlikte yaşıyorlardı sanki.
Samet annesinden çok babasını hatırlıyordu. Düşüncesinin derinliklerinde evlerinden çıkıp gitmesine sebep olan esas meselenin babasının cellatlığı olduğunu hep saklasa da babasıyla zihninde hemen yanı başındaymış gibi konuşuyordu bazen. Belki babasının ona, onun da babasına söylemeye fırsat bulamadığı şeyler çok olduğu için bu böyle oluyordur, kim bilir...
"Baba, sen de beni seviyorsun değil mi?"
"Elbette oğlum. Ben de küçücükken senin gibiydim, sen de büyüyünce benim gibi olursun. İkimiz biriz sonuçta."
"Hayır baba, ben cellat olmam."
"O kendi bileceğin iş. Ben de artık senin cellat olmanı öyle eskisi gibi istemiyorum."
Bu arada konuşmaya nereden çıktıysa Kemalettin de katılıyor.
"Senin cellattan ne farkın var? Cellat hiç değilse suçluları kesiyor. Sen ise şimdi masum ölüleri kesiyorsun, sağını solunu dilim dilim ediyor, orasını burasını yarıyorsun. Hadi söylesene yapmıyor musun?"
"Ben onları dirilerin istifadesi için..."
"Cellat da yaptığı işi ölülerin istifadesi için diyerek yapmıyor herhalde. O dirileri suçlulardan temizliyor."
"Baba öyle mi?"
Oralardan bir yerlerden Mahmut da katılıyor konuşmaya:
"Sen ne diye hep ata öyle mi, baba öyle mi deyip duruyorsun? Ne o, senin kendi kafan yok mu?"
"Ben henüz bilmiyorum ki!"
"Kim biliyordur sanıyorsun? Herkes kendi fikrini söylüyor. Görüyorsun ya Kemalettin'i dinlesen biz emeğimizin karşılığını almalıyız, dedemi dinlesen para için çalışmamalıyız."
"Anne gitmesene, bizim sohbetimizden sıkılıyor musun? Gülnesibe teyzem nasıl?"
"Gülnesibe geliversen seni evlendirecek, senin gelmeni bekliyor. Kız da buldum, diyor."
"Daha şimdilik Kemalettin evlenmedi. Önce o evlenecek. Folomey Dayı? Sen burada ne yapıyorsun?"
"Senin benim oğlum olman lazım. Onu söyleyecektim. Sakın babam diye anam diye Gürgenç'e gitmeyesin."
"Folomey Dayı, sen beni ne yapacaksın? Görüyorsun ya benim babam burada, annem burada. Ben henüz kendimin onların ne işine yarayacağımı bile bilmiyorum."
"Onlar da benim burada olduğumu görsünler. Sen bana oğlum olduğun için lazımsın. Sen benim oğlumsun o kadar. Başka söz istemem."
Babası yavaşça Samet'in kulağına fısıldıyor:
"Olur de. Fakat sünnetli olduğunu hissettirme."
"Olur Folomey Dayı. Ben senin oğlun da olurum. Ben hem atalığımın oğlu, hem babamın oğlu, hem de senin oğlunum..."
Ötelerden bir yerden başta kim olduğunu çıkaramadığı bir adam da "Oğlum!" diye bağırıp duruyor. O gittikçe yakınlaşıyor, yakınlaştıkça daha yüksek sesle bağırıyor. Bir de bakıp görüyor ki Kemalettin'in almak istemediği hasta...
Nöbette, oturduğu yerde biraz dalan Samet birden gözünü açtı. Baktı ki gerçekten de o hasta "Oğlum, oğlum!" diye bağırıyor. Samet hemen yanına seğirtti. Ona kaynatılıp soğutulmuş sudan bir yudum içirdi. Hastası rahatladı, arkasına dönüp tekrar uykuya daldı. Samet buna çok şaşırdı. "Beni oğul edinmek isteyenler de bu maksatlarına ulaşsalar böyle öte taraflarına dönüverirler mi?"
Samet gördüğü rüyaya kaldığı yerden devam etmek istedi. Tekrar gözlerini kapatıp, babasını, annesini, Folomey Dayıyı konuşturmak istedi. Onlara “Siz de sonra öte tarafınıza dönüp yatıverecek misiniz?" diye sordu. Onlar Samet'in bu sualini garipsediler, ama seslerini çıkarmadılar.
Bir başka hastanın açılan yorganını örterken birden babası geldi:
"Bunun durumu ağır gibi görünüyor?"
"Bu yine biraz iyileşmiş hali baba. Bir de dün görseydin. Atam böbreğinde taş var, diyor."
"Yorulmuyor musun oğlum? Böyle durmadan çalışmaktan?"
"Yoruluyorum yorulmasına da... Yine de hamallıktan iyidir."
"Hepsi de benim suçum. Cellat etmek isteyerek başına ne işler açtım."
"Yok baba, yok. Sen öyle yapmasaydın, ben buralara düşmezdim. İbni Şefik atamla da karşılaşmazdım. Biliyor musun, ben şimdiden birçok hastalığın tedavisini öğrendim. Baba, baba, ben sana bir şey söyleyeyim mi? Fakat korkmayacaksın. Mahmut’un söyledikleri doğru. Biz atamla ölen bir adamın karnını yardık. O Folomey Dayı var ya işte onun..."
"Evet, sonra ne oldu? İçinde ne varmış?"
"İçinde mi? Hiç de ilginç değil."
"Söylesene, ben de öğrenmek istiyorum."
"Zavallının damarlarından kan akamamış. Böylelikle kan kalbe gereğinden az varmış. Kanı kalp döndürüyor ya. Bundan başka da insanın içinde pislikle dolu karnı var. Ak kara ciğerler var. Böbrek de varmış. Ben atama kalp ile bu pis karın bir arada, bir gövdede nasıl bulunabiliyorlar dedim, o bana: 'İnsanın yaratılışı böyle, onun için her insan kalbinden isteyerek iyi iş de yapabilir, karnındakinden beter pislik de.'dedi."
Bir yerden Mahmut'un sesi geldi:
"Babana niçin yalan söylüyorsun? Dedem sana 'Karın ile kalbin arasında perde var.' dedi, başka hiçbir şey demedi."
"Mahmut, daha demin kendin 'Kafan yok mu?' demedin mi? Mutlaka 'Dedem öyle dedi, babam böyle dedi.' deyip durmak olmaz, kendin de düşünmelisin dememiş miydin? Ne o yoksa yalan mı insanın iyi iş de kötü iş de yapabildiği? Senin beni babamın yanında utandırmaya çalışacağını sanmazdım."
"Ben de senin babanın yanında..."
"Ben yalan söylemedim, yalan söylemedim. Sonra bir de bu benim düşüm. Baba beni silkeleme, vurma baba. Ben yalan söylemek istemedim. Sadece sana bir şeyleri izah etmek istedim. Tamam baba, nereyi tekmele dersen tekme atayım baba. 'Ki-ya!'da demeli miyim baba?.."
Samet’i omzundan silkip uyaran Kemalettin idi. O nöbet değiştirmeye gelmişti.
"Sen de neredeyse yatalak olacaksın, Samet."
"Şimdi dalmışım sanırım."
"Daldığın zaman böyle uyuyorsan, gerçek uykudan seni kimse kaldıramaz. Tamam, hadi yerine git, yat."
Samet yerine geçse de hemen uyuyamadı. Babası ile duvara, ihtiyar zerdaliye tekme atışları, “ki-ya” deyişleri gözünün önünden hiç gitmiyordu. Yumruklaştıklarında yediği bir yumruktan burnunun kanadığını hatırladı. Burnu tıpkı o an olduğu gibi derin derin yanmaya başladı. Gayri ihtiyari burnuna giden eli kana bulandı. Çabucak kalkıp burnunu yıkamaya başladı. Ama yıkayarak burnunun kanını dindirmesi mümkün değildi. O burnuna tıkamak için pamuk ararken Mahmut'a değdi, onu uyardı.
"Samet, sana ne oluyor böyle? Dünyayı al kana boyamışsın yahu. Dede, dede."
Atası geldi, Samet'in ateşinin yükseldiğini gördü. Hemen başını soğuk suyla yıkadı. Burnunu temiz pamukla tıkadı. Hastalarını bırakıp gelen Kemalettin Samet'in başını arkaya doğru tuttu ama bu sefer de kan ağzından geldi.
"Dede pamuğu da çıkaralım, dokunmayalım. Bu kan çıkması gereken kandır."
"Öyle mi acaba? Olur, bırakın biraz aksın."
Samet'e “Tasa değil.” dediler. O eğilince pamuğu burnundan çıkardılar. Epey kan aktı. İbni Şefik korkmaya başladı. Samet'in takatten düştüğü belli oluyordu. O Samet'in başını okşayarak hem onu rahatlatmak istiyordu, hem de kendini rahatlatıyordu.
"Korkma oğlum, şimdi damlaması kesilir."
"Ben yalan söylemedim değil mi ata?"
Samet atalığının kendisini anladığını sandı. Ama o hiçbir şey anlamamıştı. Tersine "Samet gücü kaçınca sayıklamaya başlamıştır." diye düşündü. Kan ise tasa sürekli damlıyor, damlıyordu. Buna daha fazla seyirci kalamadı.
"Mahmut sen yanında otur. Kendinden geçecek olursa derhal beni çağır. Kemalettin sen de ayrılma yerinden, ben kendi yerimdeyim."
İbni Şefik odasına girip bir saatlik kum saatini kurdu. Böyle durumlarda kan dinmezse burnun içindeki kılcal damarları yakmak için kullandıkları ilacı hazırlamaya başladı.
Gözünü açık tuttuğu müddet zarfında kanının tasa damlayışından başka bir şey göremeyen Samet, Mahmut ile başladığı tartışmaya devam etmek istedi. Ama konuşmak da kolay değildi.
"Mahmut, düşünde yalan söylersen, yine de yalan söylemiş olur musun?"
"Konuşmadan biraz dursana. Hep böyle acayip şeyler sorarsın zaten."
"Sen söyle."
Mahmut, Samet'in halinden onun için vereceği cevabın çok önemli olduğunu anlamıştı.
"Ne de olsa rüyadır sonuçta. Yalan söylemesen iyi olur ama rüyanı senden başka gören yok. Düşünde yalan söylesen en fazla kendine yalan söylemiş olursun. O yalan kendinden başka kimseyi etkilemez. Onun için de o yalan yalan söylemek gibi kötü değildir zannedersem. Değil mi Kemalettin?"
"Evet, doğru diyorsunuz. Sizi gidi gevezeler."
Mecalsizlikten gözü yumulan Samet'in kulağına Kemalettin'in söyledikleri başka türlü duyuldu.
"Sen yanılıyorsun Mahmut. Bu dünyada en kötü şey kendi kendini aldatmaktır. Kendine yalan söylemek başkalarının yanında yalan söylemekten daha zor. İnsan kendini kandırmak istediği zaman vicdanını çiğneyip geçmek zorunda kalır. Elbette vicdanları dağ gibi adamlar onu çiğneyemedikleri için hem kendilerine, hem başkalarına her zaman doğruyu söylerler. Vicdanları bir parçacık tezek gibi olan adamlar ise onun üstünden kolaylıkla geçerler ve sürekli yalan söyler dururlar. Sonra onlar yalan söylediklerini unuturlar da, söylediklerine kendileri de inanmaya başlarlar."
"Ben o tip yalancıları sormadım Kemalettin, sen kendini rahatsız eden düşünceleri söylüyorsun."
"Sam, hadi biraz rahat bırak kendini."
"Ata, sen de mi geldin? Ben yalan söylemedim, değil mi ata?"
Samet’in burnundan akan kan durmuştu. Ama fena ateşi vardı. İbni Şefik onun alnına koydurduğu ıslak bezi sık sık değiştiriyordu. Sonraları anlamsız sayıklamayı da bırakan Samet "Kemalettin, Kemalettin!" deyip Kemalettin'i çağırmaya başladı. Kemalettin onun kor gibi yanan ellerinden tutup, tesbih çeker gibi: "Ben yanındayım kardeşim, ben yanındayım." diyordu. Samet sanki onu duymuyormuş gibi adıyla Kemalettin'i çağırmaktan bir türlü vazgeçmiyordu. Kemalettin onun ümitsiz davetine nasıl cevap vereceğini bilemiyordu. Nihayet üstüne eğilip onu kucağında sıktı. Samet Kemalettin'i daha sıkı kucakladı.
"Gitme, yanımdan gitme, sen benim en iyi ağabeyimsin."
Bundan sonra biraz rahatlayan Samet sayıklamayı bıraktı. Elini onun nabzından ayırmayan İbni Şefik onun bu rahatlığından hoşlandı. Çevresini unutan tabip Mahmut'tan isteyebilecekken  koşarak gidip odasından kalbe kuvvet verici bir ilaç getirdi, ağızsız dilsiz yatan Samet'e içirdi. Uykuda gibiydi.
"Oğullarım bir şeyler yapın o ölüyor. Kemalettin, Mahmut."
Ama oğulları ne yapacaklarını bilemiyorlardı. Birden Kemalettin kendine gelir gibi oldu. Samet'in göğüs kafesinin üstünden yüreğini ovmaya başladı. Mahmut ise bir zamanlar dedesinin öğrettiği gibi boyun damarlarını ovuyordu. İbni Şefik tekrar odasına koştu. Bir ilaç daha içirmek istedi. Artık Samet yutkunmayı da bırakmıştı.
"Can oğlum, kurbanın olayım bunu yut. Yalvarıyorum, lütfen."
O ilaç sessiz soluksuz yatan Samet’in dudaklarının arasından dökülüyordu. O bu dünyadan hiçbir şey istemiyor gibiydi.
Kemalettin yüksek sesle bağırarak:
"İç bunu." dedi.
Samet, Kemallettin'in sesini uzaklardan bir yerden geliyor gibi hafifçe işitti ve gözünü döndürdü. İbni Şefik'in ağzına koyduğu ilacı yuttu. Kemalettin onun göğüs kafesini ovmayı bırakmıyordu. Samet elini kımıldattı. Sonra gözünü açtı. Onun göz bebekleri ta uzaktan görünüyordu. Samet gerçekten de öte taraftan, ölüm tarafından dirilik dünyasına bakıyor gibiydi.
İbni Şefik ilaçlarından ona tekrar içirdi. Samet hafifçe: "Baba" dedi. İbni Şefik onun elinden tutup "Şimdi yat oğlum, yat da uyu biraz." deyip birkaç defa yüzünü okşadı. Onun nabzını tutmakta olan Kemalettin'e "Gevşet" dedi. Samet’in kalbinin vuruşu düzene girdi. Uyumuştu.
"Dede bu böyle hangi hastalık oluyor?"
"İnsanın bedeninde olması gereken kanın belli bir miktarı var. O olması gerekenden daha az olursa adamın takati kalmaz. Kalp daha zor çalışmaya başlar. Adamın gücü tükenir. Yalnız ben onun burnunun ilk başta niçin kanadığını bilmiyorum. Belki kan basıncı değişmiştir. Neyse, hepimize geçmiş olsun. Allah bize Samet'i geri verdi. Mahmut sen diğer işlerini bırak. Sam'ın yanından ayrılma."
"Dede, Kemalettin beklese ya Sam'ın yanında."
"Olur. O aslında daha iyi olur. Şifahanenin işlerine sen yetişebilir misin?"
"Yetişirim dedeciğim."
Kemalettin, Samet’in kısa sürede rengini yitirip sararan yüzüne bakarak oturuyordu. Onlar baş başa kalmışlardı. Kemalettin bir taraftan onun elini ellerinin arasına alıp ovarken bir taraftan da:
"Sam, benim saf kardeşim. Sen beni ne diye seviyorsun ha? Keşke ben senin dediğin gibi olsaydım. Dedem beni dişçi edip kovmakla doğru yapıyor. Ben sizin hiç biriniz kadar da yoğum ya. Biliyor musun ne diyeceğim ben artık sadece seni örnek alacağım. Bir şey yapmam ya da yapmamam gerektiği zaman benim yerimde Sam olsa ne yapardı diyeceğim. Sonra da senin yapacağın hareketi yapacağım. Yeter ki sen kurtul, olur mu? Sonra ben sana Sara’yı da gösteririm. O, o kadar iyi ki. Ben ona biraz senden de bahsettim biliyor musun? Eğer dedem sen dişçi ol diye beni yanınızdan ayırırsa sen de yavaşça benim yanıma geç, olur mu? Yok yok bu olmaz. Dedem seni çok seviyor, sana çok güveniyor. O seni yürek tabibi yapacakmış, öyle diyor. Sen benim yanıma gelirsin sık sık değil mi? O da yeter..."
Samet, Kemalettin’in sözlerini duymuyordu. O annesiyle Gürgenç'in beyaz çiçekli zerdali bahçelerinde saklambaç oynuyordu. Henüz yaprak da çıkarmadan beyaz çiçeklere bürünen zerdaliler, arada birden beyaz sarıklı adamlara dönüyordu. Sonra yine birden eskisi gibi zerdali oluyordu. Samet şaşkın şaşkın çevresine bakınırken yakalandı. Arkasından gelen annesi onu hiç hissettirmeden kucakladı:
"Şimdi hiçbir yere kaçamazsın kuzucuğum."
"Anne, anne. Ben atama Gülnesibe teyzemi tanıyor musun diye sordum. Bağdat'tan dedim. O da 'Bağdatlı ise Gülnesibe değildir.' dedi. Ben niçin diye sorduğumda da, 'Bağdatlıların adının önüne 'gül' kelimesi gelmiyor.' diye cevap verdi. 'O sakın sadece 'Nesibe' olmasın?' dedi. Ben de 'Yok Gülnesibe.' dedim. 'O zaman o ya Bağdat’tan değildir, ya da adını değiştirmiştir.' dedi. O nasıl böyle oluyor anlamadım."
"Onların Bağdatlı olduğunu sadece biz biliyoruz. Başkalarına Gürgenç'in çevresinden bir şehirden göçüp geldik diyorlar. Sen bunu bilmiyor muydun?"
"Hayır."
"Onların Bağdatlı olduğunu hiç kimse bilmemeli yavrum. Selman Dayın ile onlar kendilerini tanıtmadan yaşıyorlar."
"Onlar insanlarla saklambaç mı oynuyorlar? Anne, bıraksana yine saklambaç oynayalım. Ben saklanayım, sen bul."
"Hayır oğlum, bu sefer ben saklanayım, sen bul."
Samet’in annesi gözünden kayboldu. Birden zerdali çiçekleri beyaz kara dönüp onun üstüne yağmaya başladılar. Öyle bir yağıyordu ki, gözünü açtırmıyordu. Sonra birden çiçeği tükenmiş gibi kar dindi. Gerçekten de zerdalilerin dalında hiç çiçek kalmamıştı. Çiçek yerine yumuşak kar, inceciklerine varıncaya kadar dalların üstünde nakış gibi işlenmişti."
"Kar, kar söylesene sen ne diye yağarsın?"
"Bütün pislikleri kendim gibi temiz etmek için yağarım."
"Öyleyse niçin eriyorsun?"
"Bütün ihlasımın, gayretimin boşa gittiğini görünce içimin yangınından eriyorum."
"Sen içim yanıyor diyorsun, ben ise üşüyorum."
Samet’in sağ tarafına dönüp ayaklarını topladığını gören Kemalettin koşup bir başka kalın yorgan getirdi. Onu da Samet’in önceki yorganının üstünden örttü. İki yorganı üstüste görünce Kemalettin’in de uykusu geldi. Ama o Samet’in başında duruşunu değiştirmeden oturup düşünerek vaktin nasıl geçtiğini de fark edemedi.
Samet bir zaman sonra gözünü açtı. O yanı başında tebessüm edip oturan Kemalettin'in elinden tuttu. Samet'in bir huyu da hoşlandığı, onu sevindiren, hatta üzen adamların elinden tutmaktı. Bu hareket onun yüreğini sakinleştirirdi. Sevinse sevinci elinin üstünden bütün bedenine yayılıyor gibi olurdu. Üzülse, sinirlense içindeki ters duyguları söndüren yeni bir dalga tuttuğu elden bedenine geçip onu sakinleştirirdi. Onun için bir defasında atalığına: "Elin kalp ile doğrudan doğruya bir bağlantısı olmasın?" demişti.

(Devam edecek.)

Yorumlar

Popüler Yayınlar