AK KELEBEK

Ahmet Halmırat
Çeviren: Hüdayi Can

Ben senin bu söylediklerini büyük bir sır gibi uzun süre hiçbir yerde, hiç kimseye söylemeden yüreğimde taşıdım, anne. Belki, yine aynı şekilde devam etsem iyi olurdu, anlayacak var, anlamayacak var. Ama yüreğime sığmadı ve kendimi yazmaktan alamadım. Yürekten çıkan söz mutlaka yüreğe ulaşır diye de ben ilk kez senden işitmiştim. Abarttığım ya da eksik bıraktığım, söylemeden geçtiğim yerler varsa kusuruma bakmazsın artık.
Bugüne kadar nasıl da anlayamamışım desene, oysa o zamanlar da akı karayı ayırt edemeyecek kadar küçük değildim.
Yedi yıllık mektebi yeni bitirdiğim sıralar olmalı. Hısımdan akrabadan kim varsa cepheye gitti. Uzayıp giden obamız, bizim sülalenin evlerinden oluşan öbek bomboş kalmıştı sanki. Biz de, babamla ikimiz yalnız baba kız olarak kaldık geniş bir avlu içine yerleşen evimizde. Çilekeş anama gelince, rahmetlinin resmini getirip bu diye gösterseler de tanıyamam. Ben henüz bir damlacık çocukken yurdunu yenilemiş, gözümden uçup gitmiş. Ağabeyim de cepheye gidince yengemi yanımıza göçürüp getirdik. Çoluk çocuğu yok, yeni gelinlere has o yeşil kürteni daha yeni başından ayıran taze. O köyden bu köye, yanımıza geldikten sonra, o da kendine bir can yoldaşı bulmuş gibi oldu. Tez alıştık.
Babam rahmetli, mezarına nur yağsın, tatlı dilli, hoş sözlü, konuşkan adamdı. Belki hafızanı zorlasan sen de birazcık hatırlarsın. ... (Ben hatırlıyorum anne. O cübbesini omzuna atar, sırtını duvara yaslar, cımbızıyla sakalını bıyığını düzeltip, güneşler dururdu.)
İnsan her zaman hoş söze muhtaçtır. Özellikle de ağır günlerde. Gündüz gözü mal meşakkatle işini bitirdikten sonra çevremizdeki adamlar, yaşlı, genç, çoluk çocuk babamın yanına oturmaya gelirlerdi. Güzel güzel sohbetler edilirdi. Biz de erkeklerin yanında gelmiş, büyüklerinin peşine takılmış iki üç baba kızı, kız kardeş, bir köşede elimiz el işinde dikişte kulağımız onlarda dinler dururduk.
... Cepheye giden gençlerin birinden daha önce kötü haber gelmişti. “İlaman rahmetlinin karısı çocuğunu da alıp gideceğe benziyor...” diye, eve gelen adamların biri ortaya bir laf attı. Bu konu babamın hoşuna gitmedi. Büyükçe bir nefes aldı da gözünü bir noktaya dikip uzun süre bekledi. Neden sonra “Bilmiyorum, bilemiyorum nasıl vakit nasıl zamanedir bu. Savaş dediğin savaştır, orada başa baş, cana candır. Kimin kimden haberi var. Diri yitmiş olması ihtimali de var. Bu bela sona erinceye, tozu toprağı yatışıncaya kadar beklese iyi olurdu...” dedi ve yine sustu. Bir müddet sonra her zamanki gibi işaret parmağını uzun uzun kaşlarının ortasına sürterek, beklemek vecibesi hakkında değişik bir kıssa anlattı.
Belki de babam olduğu için bana öyle geliyordur, bilmiyorum, ama iyi adam her zaman iyi adamlığıyla kalıyor. Böyle adamlar gelmez yurda gittikten sonra bile devamlı sanki yanındaymış gibi olur dururmuş. Büyük konuşmaktan Allah korusun, her sözünü altınla kaplasan, altın yaldızla duvara yazsan yeriydi. Bunda hiçbir şekilde abartma söz konusu değil. El de öyle derdi. Elden uzak düşmeyeyim. Hem büyük konuşmaktan da Allah korusun.
Evet, balam, babam o defasında böyle bir hikâye anlatıvermişti...
Halk arasında “Beh, filanca, bu günlerde nerelerde otlanıp sulanıyorsun? Hiç ortalıkta görünmüyorsun. Seninki de gerçekten Temmim’in yitişi gibi oldu.” diye bir laf vardır. İşte bu lafın ardında bilseniz Temmim’in ayrılık hikâyesi vardır. (Ben tarihle ilgili kitapların birinde “temmim” adlı bir Arap aşiretinden bahsedildiğini okumuştum. Buna dayanarak bu rivayetin eski kitabi rivayet olduğu da söylenebilir, ama maksat o değil. Asıla değil, fasıla bakalım.)
Geçmiş zamanların birinde Temmim adlı bir asilzade varmış. Onun da güzellikte çekicilikte, akılda fikirde eşi benzeri olmayan bir sevimli, alımlı karısı varmış. Yemeden içmeden sadece yüzüne bakıp oturuvermeliymiş güya.
Bu ikisi birbirini öyle bir severlermiş öyle bir severlermiş. Gönülleri aynadan ak. Biri ötekinin gönlündekini gözünden okuyup durasıymış.
Günlerden bir gün şeytanın yolunu yürüten kötü düşünceli bir cin Temmim’in karısına âşık olmuş. O adı batasıca bu karı kocanın arasına ne yapıp edip bir geçimsizlik salmak istemiş. Ama onun bu hayali ham hayal olmadan öte gitmemiş. Başka çare bulmayınca, oynadığı oyunlar boş çıkınca bir gün tekinsiz bir zamanda dışarı çıkan Temmim’i ansızın yakalamış, sonra da kara bahtlıyı götürüp, yolsuz izsiz, dağlar aşırı uzak yurtların birine bırakıp dönmüş.
Bir gecenin içinde Temmim’in birden bire sırra kadem basmasına hiçbir şeyden haberi olmayan karısı da, hısım akraba konu komşusu da çok şaşırmış. Yalancı dünyanın işi tanını attırıp, gününü batırıp, ömürden yontup durmaktan başka nedir ki? Ay geçer, yıl geçer ama Temmim’i gördüm bildim diyen adam bulunmaz.
Araya epey vakit girdikten sonra adı geçen kötü niyetli, dünyayı dolaşan bir gezgin kığına girip, bu kadına laf atmaya başlar. Temmim’in karısı ise kocasının yittiğini, onu bekleyeceğini söyleyerek, onun iltifatlarına hilelerine hiçbir şekilde eyvallah etmez. Sonra o yine gelir, yine kovulur. Velhasıl, o gelip, razı edip almak istiyormuş, bu da ters yüz ediyormuş. Eller öldü saysa da, karısı biçare kocasını beklemiş, ümidini yitirmemiş.
Bu hal üzere yedi yıl geçtikten sonra bu köye abdal hırkasına bürünmüş bir divane gelmiş. Saçı sakalı bir birine karışan bu kalender de çıka çıka bizim Temmim çıkmış. Bu vakadan sonra halk arasında yârinden ayrı düşeni, diri yiten adamı yedi yıl beklemek töre olmuş.
“Yârinden ayrılan yedi yıl ağlar.” sözü de bu vefalı kadının ağzından çıkan sözmüş.
Babamın bu anlattıklarından sonra, ağabeyime hiçbir şey olmaz, en kötü ihtimalle diri yitmiştir, eninde sonunda bir gün döner gelir düşüncesi gönlüme yuva kurdu. Bu fikir hiç aklımdan çıkmadı. Gönül dediğin nesne, senin söylediğine ettiğine kulak mı veriyor hiç?! Buna da şükür deyip gezivermekten başka yol bulmadım.
Ay geçti, gün geçti. Savaş bitti. Şimdi gelir, şimdi gelir, heeey, gelir yerde gelmedi. Biz bekledik, bizimle birlikte el de bekledi, gelmedi, gözümüz yolda kaldı. Babam ne de olsa eski toprak sır bildirmiyor, kan kussa kızılcık şerbeti içtim demeyi biliyor, yengemi sorarsanız çırası sönmüş eve döndü. Her gün biraz daha sararıp soluyor, yavaş yavaş gözlerinin feri kaçıyor, yüzü mum gibi.
Bir gece ben garip bir düş görmüştüm. Düşümde gördüm baktım ki ellerim filizleri açılmış açılmamış kırmızı kırmızı gonca gül halinde gövermekte. Ben onu kucağımdaki gül destesidir sanıp her ne kadar öyle olduğunu açıklamak istesem de olmuyor. Bizzat ellerim gül goncası olup tomurcuklanmakta. O anda ansızın bir yerlerden bir ak kelebek kanat çırpıp oynayarak geldi de elime yani gülün üstüne kondu. Konuşu gibi de dondu kaldı...
Kızlarla tabir etmek istedik. Her biri bir şey dedi. Hâsılı, ağabeyimden bir nişan olabilir diye ben bunu babama anlattım. “Güzel bir düş görmüşsün balam.” dedi ve başımı okşadı rahmetli. “Güzel düşü her önüne gelen adama anlatmamalısın kızım. Can dediğin adama da anlatmamaya çalış. Hem de asla, asla unutma, kulağında kalsın. Kendi kendine hayra yor, sonra da bekleyiver, yoksa kadrini kaçırırsın. Hoş hayaldir, ürker gider... Ak kelebek, ak mektuptur. Ağabeyinden haber gelecektir kızım.” diye nasihat etti.
Üç gün sonra yengemi babasıyla ağabeyi kendi evlerine göçürdüler. Alıp gittiler. “Annesi rahatsız, bu evde beklemiş o evde beklemiş ne farkı var.” diyerek kibarlığı da elden bırakmadılar hani. Bana gelince, içimden yüreğim sökülüp alınmış gibi oldu. Ağlaya ağlaya gitti. Ben de kedere gark olup, yalvarır gibi, beni de götürmez mi der gibi, belki bir yanlışlık olmuştur, şimdi köşeden geri dönerler der gibi baktım kaldım arkasında, dilim ağzımda kurudu, gözyaşlarım yüreğime aktı.
Ertesi gün, her zamanki gibi kalaylı bakracımı sütle doldurup, şafakla süt satmaya gittim. Dönüşte bir de baktım ki, cümle kapımızın yanında çifte kanat gibi görünen beyaz bir şey yatıyor. Tam olarak şu düşümdeki kelebek gibi. Hemen koştum da hayretler içinde yerden kaldırdım. Ak teskere. İçinde ağabeyimin resmi var. Durmadan şakıyan bir kuş tutmuş gibi babamın yanına vardım.
“... Baba, işte, ak kelebek uçup gelmiş.” “Ben söylemedim mi sana ak mektup gelir diye.” “Baba, bu nerelerden, nasıl geldi ki?” “Beş defa uçaktan atladık.” diye yazmamış mıydı kızım. Uçak sürüyordur, acele bir yana uçup geçip gitmiştir. Benim varlığımı bir bilsinler diye bunu atmıştır... Ağlama, balam, ağlama... Var, hadi, bunu güzelce katlayıp bir yere koy. Gelse sorar belki. Kaybedersek ayıp olmaz mı...”
Baba kız buna öyle bir inandık. Hele ben yavaş yavaş hakikaten uçağın gürültüyle gelişini, ak teskerenin ak kelebek gibi kayıp inişini sanki gözümle görmüş gibi oldum durdum. Çok sonraları bile bir uçak geçse, gürültüsünü duyar duymaz yüksekçe bir yere çıkıp gözden yitinceye kadar arkasından bakar kalırdık.
İşte böyle, balam, arada bu vakaları yâd edip, içimi dinlerken kendi kendime hayret ettim. Ümit kesememenin, didara hasretin ettirdiği oyunmuş aslında. İnanasım da gelmiyor ama ne yapayım...
O gün yengemi göçürüp götürdükleri gün değil mi? Tozlu sokakta at arabasının izi. Sanki aynada görüyor gibi görmekteyim.
Ak teskere cümle kapımızın yanında, yengemin eşyalarının arasından düşüp kalmış...

Yorumlar

Popüler Yayınlar