DELİ KARDEŞİM

Ahmet Halmırat
Çeviren: Hüdayi Can



                                                                                Tarih için yazılan şeylerin hepsi tarih değildir, ama                                                                                   unutulmayan şeyler dersen, hepsi tarihtir.

Sumbar vadisindeki bu küçücük köy bizim için yeni bir hayat, yeni bir dünya gibi oldu. Dağın yamacındaki kulübede Allah bilir kaç gündür, gün boyu hemen hemen hiç dışarı çıkmadan, oturup duruyorsun. Çıra da gece boyu yanıp durmakta. Seksen yaşını çoktan geride bırakıp doksana merdiven dayamış Nepes Şıhı anlatıyor. Ümür ve ben de yastığa yaslanmış yan gelmişiz, bir yandan onu konuşturmaya devam ediyoruz bir yandan da alabildiğine not alıyoruz. Arada bir fırsat bulup sırayla gözümüzü oğuşturmaya da elimiz değiyor. Fakat ihtiyarı sorarsanız bir yandan sobaya arkası arkasına odun atarken bizim bu namertliğimizi anlamamış, bilmemiş gibi yapıyor ve bilakis “Bakın, işte çay da kaynadı gençler.” diyerek, gönlümüzü kalkındırıp, ruhumuzu tazeliyor.
O bizi çok beklemiş. Bizi tanımasa da, bilmese de bekleyip duruyormuş. “Siz benim gömülü ‘hazine’ olduğumu söylüyorsunuz. Düşünsenize, siz gelmemiş olsaydınız ‘hazine’yi yine alır götürür de gömerlerdi, işte o zaman kötü olurdu. Benim esas korkum o idi. Bütün bildiceklerimi yanımda alıp gitmek zorunda kalma korkusu çoksa da... Yine de az buçuk ümidim, beklentim vardı...
Ben size bir şey daha söyleyeyim, aklınızda bulunsun, iyi bir şey hiç bir zaman sahipsiz kalmaz. Eğer iyiye sahip çıkan olmazsa, o zaman ona Allah kendi sahip çıkıyordur. Anladınız mı?!
Vaktinde geldiniz. Benim bu bildiğim öğrendiğim şeylere sahip çıkan olmasaydı, nasıl olurdu...”
Tan yeri ağarmak üzereyken bu iki tuhaf adam; Ümür Esen ve de Nepes Şıhı uyudu. Ben uzun süre onları inceledim. Bundan yaklaşık yüzelli yıl önce, Garrıgala savaşında ilginç bir vakayı başlarından geçiren iki kardeşi yâd edip, onların da bu ikisine benzer adamlar olmuş olmaları mümkün diye, hayalimden geçiriyorum. Nepes ağanın anlattığı birçok şeyi yazdıysam da, onun bu konuda anlattıklarını ben defterime not etmedim. Çünkü o unutulacak bir vaka değil. Siz de bunu unutamazsınız...
Dışarda... Hafif bir yağmurun çiselediği vadide yargınına saplanan bıçaktan sonra kambur kalan Memmetyar Ağa sanki yaşlı atını yederek, kendi haline mırıldanıp geliyor gibi. “...Hadi, ben sana ne diyeyim?! Hıh! Ne diyeyim...” Memmetyar Ağayı Nepes Şıhı görmüş... 

***

... Sünt-Hasar’daki Ali Bay’ın mülküne de ulak geldi: “Garrıgala’da Göklenlerle İranlılar çarpışmaya başladı. Teke, Yomut, Yazırhan ilinden yardım gelinceye kadar kendi başımıza düşmanın önünde durmamız lazım...”
Bu endişe verici haberi Ali Bay soğukkanlılıkla karşıladı. Alelacele, ama eli ayağına dolaşmadan, tavladaki iki atı kendi elleriyle sağlamca eyerleyip, binip mahmuzlayacak hale getirdi. Küçük oğlu Devletyar’ı ava giden Memmetyar’ın arkasından gönderdi. “Ağanı hangi dereye, hangi mağaraya sinmiş olursa olsun bul. Acele et, elin sonundan varıp da rezil olmayalım.”
Ali Bay gençliğinde bir çatışmada sol gözünü kaybetmişti. Zaman zaman bu günkü gibi savaştan kavgadan bahsedilse onun kör gözü kaşınır, sağ gözü farklı bir parıltıyla yanardı. Oğulları zamanında dönmedikleri için onun şimdi biraz sinirleri bozuk gibiydi. “Gelirler... Gelirler de, her biri beş oğulluk iş bitirirler inşallahu taala!” diye o kendi kendini teselli etmeye başladı. Böyle dedikçe de onun kendine ve de oğullarına güveni dağın taşı gibi muhkemleşip, katılaşıyor...
“Geldiniz mi?!”
“Geldik, baba.”
“Geldiyseniz, atlayın atlara!”
Ali Bay evden gözü gibi koruduğu elmas kılıcı alıp çıktığında Memmetyar elindeki çakaralmazı derhal Devletyar’a uzattı. Devletyar tüfeği almak istemedi ama babasından çekinip, gönüllü gönülsüz çakaralmazı omzuna atmak zorunda kaldı.
“Varın, koçyiğitlerim!..”
... Ali Bay bir süre onların arkasından yayan yürüdü. Kavşaktaki büyük taşın tepesinde bir süre daha nasihat etti.
“Tedbiri elden bırakmayın, fakat yaralanmadan da dönüp gelmeyin, oğullar!”
İki atlı ta gözden kayboluncaya kadar yerinden kıpırdamadan durdu. Sonra yavaşça koca taşın üstüne çıkıp baktı. At toynağının ve de taşların şakırtısından gönlü mü titredi ne oldu, “Ya Hak Allah...” diye mırıldandı. Belki aklına olmayacak bir iş gelmişti. Sonra tekrar sakinleşip taşın üstüne çömelip oturdu. Oturuşu bu oturuş, dişini sıktı, tek gözü dev gibi oldu, dondu kaldı...

***

Yol boyu sesini çıkarmayan Devletyar fikrini toparladı. Elbette o ağasının hoşuna gitmeyeceğini biliyordu ama yine de ne olursa olsun bir ağzını yoklamak gerek. Sonra bir de Memmetyar ne de olsa eşsiz bir keskin nişancı. Yaa. Bu fikir niçin onun aklına daha önce gelmedi ki?...
“Memmet can, diyorum ki...”
“Evet?”
“Sen iyi bir yere yerleşsen, bütün İranlıları sarı koç aktarır gibi aktarırdın hani.”
“Hadi, daha açık konuşsana, ne demek istiyorsun?”
“Sen iyi bir nişancısın demek istiyorum.”
“Nişancı da olsam, avcı da olsam tüfek senin, kılıç benim olur. O konuda rahat ol. Birader, biz bu sefer ava değil de başka bir işe gidiyoruz, anladın mı? Hadi, saçma sapan konuşma da sür atını daha hızlı! Sür!”
Hem bu hilesinde başarılı olmaması, hem de ağasının ters cevabı Devletyar’ı sinirlendirmişti. Sinirinden yüzü kireç gibi olmuştu. Atını mahmuzlayıp ağasından epey ileri gitti. Ocak karıştırıla karıştırıla simsiyah olmuş bir sopa gibi sevimsiz görünen kara, uzun tüfek şakırdıyor, şakırtısıyla onu daha da sinirlendiriyordu. “Bununla arada bir bekleyip ‘tark’ etmeye benim sabr u kararım yetmez.” O birden farkına varmadan “Yok, yaa!” diye, gazapla bağırıverdi.
“Yok olan ne Devlet can!”
Devletyar ağasına cevap vermedi...

***

Savaş meydanı artık pek de uzak olmasa gerekti. Gürültü patırtı, tüfek sesi, at kişnemesi, nal sesleri... Sonra, birden, geniş bir alanda çarpışan düşman ordusu, “işte” demiş gibi, karşılarına çıkıverdi. Sadece kendine çeki düzen verip, üzerlerine saldırmak kalmıştı.
Memmedyar eski bahadırların âdetini hatırlayıp, biraderinin karşısına geldi ve attan inmeden kucaklaşıp vedalaştı.
“Allah yarın olsun, Devlet can. İnsanlık hali. Bir daha ya görüşürüz, ya görüşmeyiz. Hakkını helal et!”
“Sen de helal et, ağabey!”
... Ağabeyinin bu ilginç yakınlığıyla Devletyar’ın kalbi bir parça yumuşamış gibi olmadı da değil, ama içinden, bir türlü şekilde sakinleşemiyordu. Bu göz göre göre adaletsizlik değildi de neydi sonuçta?! Memmetyar, Dovı Mergen[1]’e çırak olduğu zaman Dövletyar’a Durdu Han kılıç oynatmayı öğretmemiş miydi?! Ava gidilirken her zaman tüfek Memmedyar’da olurdu. Böyle de olmalıydı, bunda anlaşılmayacak bir şey yoktu. İş böyleyse bu sefer kılıç Devletyar’da olmalı değil miydi yani. “Babama da söylemeyeyim, desem. Bilip dururken bu yaptığı olacak şey mi yani?”
... Devletyar kendini tutamadı. Böyle bir adaletsizliğe tahammül etmesi mümkün değildi.:
“Hadi, Memmet can! Ağam, erkek olsana yahu! Öyle ‘Hakkını helal et’ demekle beni kandıramazsın...”
Atından indi ve çakaralmazı, mermileri, barutu yere sıraladı.
“Kılıcı ver bana!”
“Sen ne demek istiyorsun!”
Memmetyar da atından indi. Aşağıda iki düşman, yukarda da iki kardeş birbirinin yakasına yapışmıştı.
“Ağam, anla. Ben buradan silahsız kendi akranlarımın arasına nasıl varayım. Beni kepaze etmesene. Ver kılıcı!”
“Tüfeğin var ya...”
“Tüfek senin silahın, senin işin. Sen bu geniş gövdenle kıpırdayıp dönünceye kadar kelleni de aldırırsın, kılıcı da. Hafif silah, bizim gibi hafif gençlerin olmalı ağam!”
“Aptallık etme, çekil yolumdan.”
“Ver bana deniyor sana kılıcı!.. Benim arım namusum, ilim yurdum, dinim imanım yandı yanıyor... Hay, senin...”
Yiğidin aklı başından gitti. Kuşağındaki bıçağını çekip aldı ve karşısındaki geniş omuzlu adamın üstüne atıldı. Bir eliyle onun boynundan kucaklayıp diğer elindeki bıçağı onun arkasına sapladı...
... Olacak iş olmuştu. Artık düşünüp taşınacak vakit de yoktu. Kendini kaybedip yere yığılan ağabeyini Devletyar bir kenara, dört taşın arasına sürüyüp götürmek zorunda kaldı. Herhalde bıçak omurgaya değmişti. Yoksa o böyle korkunç haykırmazdı, kendini de kaybetmezdi.
Devletyar gömleğini yırtıp, çakmak çakıp tutuşturdu ve yanık yerini, külünü hepsini yaraya bastı. Kan kesildikten sonra Memmetyar inildemeye başladı. Yüzü aydınlanan Devletyar, tüfeği, mermileri barutu onun yanına koydu, üstüne de ot çöp atıp kılıcını çekti ve dağdan aşağı koştu gitti. “Ali Kör bana boş yere Devletyar Beğ’in adını takmamıştır, sizden ağabeyimin öcünü de alacağım, bilmiş olun...” kendi kendine sayıklayarak, savaşın tam göbeğine atıldı.
... Ortalık biraz sakinleşir gibi olunca Devletyar ümitli gözlerini ağabeyini bıraktığı yere çeviriyordu. İkindiye doğru o taraftan bir müjde gibi tüfek sesi işitildi. Sonra iki kez daha oradan düşmana doğru ateş edildi. Devletyar’ın boğazı doldu, gözleri yaşardı... “Ağam can! Ağam can!”
O yukarı çıktığı zaman, takatsiz kalan Memmetyar kellesini taşa koymuş yattığı yerden hafifçe gülümsedi.
Devletyar, ağabeyinin ellerini tutup ona tüm samimiyetiyle yalvardı:
“Memmet can, sakın babama söyleme... Bak, sana da kılıç getirdim.”
Gözlerini süzüp yatmakta olan Memmetyar hafifçe fısıldadı:
“Deli gardaşım. Hay, benim deli gardaşım...”

Ocak, 1999

[1] Mergen: İyi avcı, keskin nişancı

Yorumlar

Popüler Yayınlar