GÖNLÜM GEÇMEZ
Ahmet Halmırat
Çeviren: Hüdayi Can
“Bir kardeş kardeşe paha biçemez”
Mahtumkulu
Şimdi ben uzun zamandır şu fikirle yatıp kalkıyorum. Acaba diyorum, bu halim seni özleyip, yalnızlık acısından kurtulamadığımdan mı? Sanırım öyledir, yoksa birden bire canım sıkılıp, içlerinden atamadıkları bir ukdeyi ömürlerinin sonuna kadar bir kambur gibi taşımaya mahkûm olanların durumuna düşmezdim. Sanki bu sözlerinde biraz mübalağa var gibi diyorsundur öyle ya. Bilmem ki... Bu işlere doğrusu ben de şaşırıyorum. Ben de şaşkınım. Yoksa eğer birinin benim için kendini ateşe atması gerekse, kellesini koltuğa alacak ilk adamın sen olacağını biliyorum. Ona söz yok. Sende, nasıl desem, bizim eski kahramanlardan bir parça kıvılcım var gibi. Fakat öyle de olsa, söyle, bu yeterli mi sence? Bizim şimdi sadece zorda kalırsak birbirimize yardımcı olacağımıza yürekten inanarak hayatın çetin yollarında ayrı yönlere yürümemiz mi gerekiyor? Kalan vakitlerde de her zamanki gibi, herkes kendi işine gücüne gömülür durur öyle ya... Gerçekten, istesen de istemesen de bu böyledir ve bizim bu dereyi başka vadiden akıtmaya gücümüz yetmez.
Gel, anlamaya çalışalım. Kardeş kardeş deyip, işi sulandırıp, çat kapı birbirine gelip gitmekten, kimin eli kimin cebinde belli değil dedikleri duruma düşmekten ben de hoşlanmıyorum. Ama ikimizin arasında özlem yok, canım ağabeyim, özlem. İki kişinin arasında o yoksa başka ne olabilir ki, ne kalır ki o iki kişinin arasında? Boşluk. Uzayıp giden bir boşluk... Başka hiçbir şeye yer bırakmayacak kadar yoğun bir boşluk. Görüyorsun ya artık ne zamandır ne sen beni özleyip eve geliyorsun, ne de ben bizzat seni görmek için arayıp sorup yanına varıyorum. Bizim dünyalarımız ayrı.
Ama niçin? Nasıl oldu da böyle oldu ki bu?
Bu boşluk, uzayıp giden kirli beyaz şerit, birden vagonları katar katar kara trene döner de uçsuz bucaksız genişliğe sinip, yok olur gider. O kez, evet, o zaman yollarımız ayrıldı. Dal budak saldı. Ben seni yitirdim. Hayır. Sen beni yitirdin…
Hatırlar mısın, bir defasında ikimiz evimizin önünde uzanan çardağı onarmak istediğimizde kalası hayatın üstüne kaldırmak için çok ter döktük, çalıştık çabaladık ama gücümüz yetmedi. Herhalde dilimi tutamadım, şu söz ağzımdan kaçtı:
“Babam olsaydı...”
Sen o zaman bütün gücünü topladın. Sonra da kalası tek başına omuzlayıp, bacakların titreyerek, kan ter içinde hayata çıkardın. Ve o hızını kesmeden sanki yüzünü göstermek istemiyormuşçasına koşar adım samanlığa girdin. Çıkmadın, çıkmadın...
O günler bizim küçük dünyalarımız bir elmanın iki yarısı gibiydi Derya. Sen öyle ilginç masallar anlatırdın ki. İkimiz birlikte bir yorganda yatardık, hatırlıyor musun?! Onun içi, iki kardeşin –ikimizin- dünyasıydı. O bir baksan bizim fakir barakamız, bir de baksan, heybetli kalemiz, Çamlıbel’imizdi.
Daha sonraları sende nasıl olduysa bir değişiklikler oldu. İşin kötüsü bu günkü sevimsiz hava misali günlere sürüklendiğimizi fark etmeden büyüdük.
Sen aşağı yukarı her gün, gün batar batmaz: “Ben arkadaşlarımla oturmaya gideceğim.” derdin de giderdin. Çilekeş anam kalbini kırmamak için bir şey demezdi. Maysa, Mercan üçümüz geceler boyu seni bekler, sonra uyur kalırdık.
Bir gün de nerden bulduysan şu lafla geldin:
“Traktörden de, traktörde çalışmaktan da usandık. Anladım ki okumasan olmayacak. Şehre okula gideceğim.”
Bu güzel ümide uyup, seni Aşkabat’a uğurladık. Ama sen okula giremeyip orada bir işe yerleşmişsin. Sonradan anladık. Dönüp gelsen iyi olurdu be Derya! Sen, kalıp evimizin direği olman gerektiğini bildiğin halde gittin. Sonuçta bu yaptığın döneklik gibi bir şey oluyor Derya. Bize ağır düşüyor kardeş! Onu demiyorum, alnımızın ak günü var, Allaha şükür kimseye el açmıyoruz, lakin senin yokluğun, bizimle beraber olmaman boynumuzu büküyor. Gün batsa, gök alçalıyor sanki. Avlumuz ıssız.
Gönlüme gelişi öyledir belki, inan ki, şu bizim damımız da anneme benziyor, o da seni beklemekte. Senin eriğine bakıyorum, bakıyorum olmuyor. Surat asıp yatan Akbay’ın kulaklarından sıkıca kavrıyorum da gözlerinin içine bakıyorum.
“Gelir, Akbay! Deryaş merttir, erkektir!”
Ama sen gelmiyorsun be Derya.
O bir defaki gelip gidişin küflü çivi gibi çakıldı hafızama, istesem de aklımdan çıkaramıyorum. O gün annem, “Kedimiz şu tarafa bakıp yüzünü çok yıkadı, yarın inşallah Deryacan gelir.” dedi. Dediği gibi de geldin. Sen gelmeden biz avlumuzu süpürdük. Oraya buraya gelişigüzel atılmış göz tırmalayıcı eşyaları bir köşeye topladık. Eriklerimizin yere dökülen sarı sarı yapraklarını güzelce süpürüp samanlığa döktük, kışın hayvanlara veririz. Avlumuz daha bir genişlemiş gibi oldu, tertemiz, apaydınlık.
Bu işleri daha yeni bitirmiştik ki, Mercan oynadığı yerden koşup geldi. Durmadan bağırıyordu:
“Anaaa! Ay, anaa! Derya geliyor, anaa...”
Kardeşlerim ve annemle ben, dördümüz, bahçe kapısının ağzında seni bekliyoruz. Benim gönlüme sen uzak bir yabancı ülkeden dönüp geliyormuşsun gibi geliyordu.
Maysa ile Mercan ne yaptılar desene? Koşup, varıp seni kucaklamak istiyorlar gibiydi ama onlar tam tersine annemi kucaklıyorlar, gözlerini ise yine senden ayıramıyorlardı. Annem de onların her birini bir kanadının altına almış başlarını okşamakta. Ben utanıp, heyecanlanıp, elimi ayağımı koyacak yer bulamıyorum. Benim, annemi de, seni de kucaklamaya hakkım yok.
Annem seni kucaklayıp öptü. İkimiz işte o zaman ömrümüzde ilk defa –iki büyük erkek gibi-tokalaşarak selamlaştık. Şimdi bile bir çeşit yüreğim kabarıyor sanki. Sesin hala kulaklarımda: “N’aaber len.”
Sen geldin, ve sanki evimizin bütün varlığı, ruhu, yenilendi. Yeni bir hava, yeni bir canlılık kazandı gelişinle. Ama sen bize bu kadarcık mutluluğu da çok gördün. Daha o akşam yine “arkadaşlarım” dedin de çıktın gittin. Senin pervasızlığın, soğukluğun, yaşlı evimizi –baba ocağımızı- bir defa daha gam denizine fırlattı. Annem o zaman sana: “Çabucak git de gel oğlum...” diye ta içinden yalvarma ahenginde buyurmuştu. Peki, sen ne yaptın? Gece yarısı içkili geldin, sessiz sedasız yerine geçip, yattın.
Ertesi gün ikimiz öğlene kadar sırf vakit geçirmek için bir şeylerle meşgul olduk sonra da sen yol yükünü tutmaya başladın:
“Ben döneceğim...”
Senin bu sözünü işitmekten korkup ben ne zamandır yerli yersiz laflar bulup seni oyalamaya çalışıyordum:
“Derya, yarın geven kesmeye gider miyiz?... Sen kendine bir tüfek alsana. Gençler aşağıdaki göle kuş vurmaya gidiyorlar. Biz de gideriz, değil mi?...”
Senin eninde sonunda bu korkunç, soğuk sözü söyleyeceğini ben biliyordum. Lakin ona hiç inanasım gelmiyordu. “Ben döneceğim.” “...döneceğim.” Ben o zamana kadar bu aydınlık dünyada, güneşin doğduğu bir yerde, senin şundan başka, işte, şu bizim evimizden başka evin vardır ya da olabilir diye aklımın ucundan bile geçiremezdim. Senin evin bu değil miydi yani? Sen nereye gideceksin Derya? Sen nasıl bizi bırakıp gideceksin? Niçin gideceksin? Sen gitmemelisin bir kere, Derya!
Bu sözleri ben sana söyleyemedim. Sen gitmek konusunda ciddiydin, ben onu sezdim. Onun için de sesimi çıkarmadım. Birden bire benim yüreğim coştu. İçimde bir şeyler coşup coşup gırtlağımda tıkanıp kaldı. Gazaplı bir coşku çırpınıp çırpınıp taşacak gibi oluyor. Şimdi ben kendimi senden daha cesur daha kahraman hissetmeye başladım. Sen namertlik ediyorsun, Derya. Bal gibi bilirken, bilmiyormuş gibi yapıyorsun. Annemin akşam ne söylediğini işittin işte. Yoksa işitmedin mi? Annem dedi ki: “Güvendiğim kara dağ, kara dağa kar yağdı.” İşittin, işittin. Sen bu gün benden de doğru bir söz işitmek zorunda kalırsın. Söylerim!
“Ana, ben de, Derya’yı uğurlamaya gideceğim.”
“Git, balam.”
Şimdi ben bir sözle seni darmaduman ederim. Vagona binersin, tren hareket eder... ve işte tam o an söyleyeceklerimi söylerim. Ondan sonra sen nasıl bir namert olduğunu kendin de anlarsın. Yanılmışım deyip, belki bu bir günün içinde döner gelirsin. Gelmezsen, gelme! Gidersen git! Benim başka seçeneğim yok, söylerim. Söylerim söylemesine de, ben sana ne diyeyim? “Sen namertsin!” derim. Ya da “Sen erkek bile değilmişsin!” mi desem? “Artık gelme!” desem olmaz mı? Bir de birden atlayıp inerse, döver. Döverse dövsün. Söylemezsen kendin namert oldun demektir. Mert ol.
Kendi kendime cebelleşip en sonunda bir karara geldim. “Sen kancıkmışsın!” derim. Kendi anlar, anlamanın da ötesine geçer, bitti.
Sen benim boş yere gelmediğimi fark ettin. Şimdi sen kendine ağır düşecek sözü söyletmemeye çalışıyorsun. Söylerim, eninde sonunda söylerim. Sen atını atış menzilime sokmamak için uzaktan uzaktan dolanıp durma. Senin anlattıklarını ben dinlemiyorum. İşte, vagona bindin mi bir kere, ben bu iki kelimelik sözü sana mutlaka söylerim!
En sonunda vagona bindin. Çevremiz de adam yok desen olacak kadar sakin. İşte şimdi tren hareket edecek. Sen gidiyorsun, Derya.
Ben düşmanıma vuracak gibi gerindim. Sonra kendimi kontrol edip ağzımdaki sözü hazırladım. “Söyle, hadi söyle şimdi!”
Heyhat, sen önce davrandın. Böyle olması iyi mi oldu, yoksa kötü mü oldu bilmiyorum ama sen önce davrandın. Benim bütün gazabımı topladığım o iki kelimelik hücum planımı yüz geri ettin. Tam bakışlarımız çakıştı derken, sen o eski Derya olup konuştun:
“Övezcan, var, dön artık, koçum.”
Yendin sen, Derya. Namertlerce, arkadan vurup, yendin. Meğer senin sıcak sözlerine nasıl susamış gönlüm. Şimdi ben, gözlerim dolmuş, ağlamaktayım. Dişlerimi bıçak açmaz. İçimden dersen biraz önceki sözlerin yerine “Gitme! Gitme! İn, dönelim. Eve dönelim, Derya!” diye hıçkırıp durmaktayım.
Ben senden vaz geçsem de, gönlüm sana sırt çevirmemiş, gönlüm geçmemiş meğer. Ve bunu kendim de bilmiyormuşum.
Epey yürüdüm ama kalbimdeki fırtınayı sakinleştiremedim. Sonra birden sanki bütün gönlüm bomboş kaldı. Anlamsızlık, boşluk beni ta bahçe kapımıza kadar geçirdi.
O zamandan beri yaklaşık on yıl geçmiş, Derya. Ben seni mi yitirdim, yoksa sen beni mi yitirdin, bilmiyorum. Şimdilerde bazen derin derin düşünüyorum, bize o günlerden ne kalmış diye? Ne mi kaldı... Şu aramızda uzayıp giden kirli beyaz boşluk ve de çocuk başımı derde salan hatıra. Başka hiç bir şey... Hiç bir şey kalmamış...
Çeviren: Hüdayi Can
“Bir kardeş kardeşe paha biçemez”
Mahtumkulu
Şimdi ben uzun zamandır şu fikirle yatıp kalkıyorum. Acaba diyorum, bu halim seni özleyip, yalnızlık acısından kurtulamadığımdan mı? Sanırım öyledir, yoksa birden bire canım sıkılıp, içlerinden atamadıkları bir ukdeyi ömürlerinin sonuna kadar bir kambur gibi taşımaya mahkûm olanların durumuna düşmezdim. Sanki bu sözlerinde biraz mübalağa var gibi diyorsundur öyle ya. Bilmem ki... Bu işlere doğrusu ben de şaşırıyorum. Ben de şaşkınım. Yoksa eğer birinin benim için kendini ateşe atması gerekse, kellesini koltuğa alacak ilk adamın sen olacağını biliyorum. Ona söz yok. Sende, nasıl desem, bizim eski kahramanlardan bir parça kıvılcım var gibi. Fakat öyle de olsa, söyle, bu yeterli mi sence? Bizim şimdi sadece zorda kalırsak birbirimize yardımcı olacağımıza yürekten inanarak hayatın çetin yollarında ayrı yönlere yürümemiz mi gerekiyor? Kalan vakitlerde de her zamanki gibi, herkes kendi işine gücüne gömülür durur öyle ya... Gerçekten, istesen de istemesen de bu böyledir ve bizim bu dereyi başka vadiden akıtmaya gücümüz yetmez.
Gel, anlamaya çalışalım. Kardeş kardeş deyip, işi sulandırıp, çat kapı birbirine gelip gitmekten, kimin eli kimin cebinde belli değil dedikleri duruma düşmekten ben de hoşlanmıyorum. Ama ikimizin arasında özlem yok, canım ağabeyim, özlem. İki kişinin arasında o yoksa başka ne olabilir ki, ne kalır ki o iki kişinin arasında? Boşluk. Uzayıp giden bir boşluk... Başka hiçbir şeye yer bırakmayacak kadar yoğun bir boşluk. Görüyorsun ya artık ne zamandır ne sen beni özleyip eve geliyorsun, ne de ben bizzat seni görmek için arayıp sorup yanına varıyorum. Bizim dünyalarımız ayrı.
Ama niçin? Nasıl oldu da böyle oldu ki bu?
Bu boşluk, uzayıp giden kirli beyaz şerit, birden vagonları katar katar kara trene döner de uçsuz bucaksız genişliğe sinip, yok olur gider. O kez, evet, o zaman yollarımız ayrıldı. Dal budak saldı. Ben seni yitirdim. Hayır. Sen beni yitirdin…
Hatırlar mısın, bir defasında ikimiz evimizin önünde uzanan çardağı onarmak istediğimizde kalası hayatın üstüne kaldırmak için çok ter döktük, çalıştık çabaladık ama gücümüz yetmedi. Herhalde dilimi tutamadım, şu söz ağzımdan kaçtı:
“Babam olsaydı...”
Sen o zaman bütün gücünü topladın. Sonra da kalası tek başına omuzlayıp, bacakların titreyerek, kan ter içinde hayata çıkardın. Ve o hızını kesmeden sanki yüzünü göstermek istemiyormuşçasına koşar adım samanlığa girdin. Çıkmadın, çıkmadın...
O günler bizim küçük dünyalarımız bir elmanın iki yarısı gibiydi Derya. Sen öyle ilginç masallar anlatırdın ki. İkimiz birlikte bir yorganda yatardık, hatırlıyor musun?! Onun içi, iki kardeşin –ikimizin- dünyasıydı. O bir baksan bizim fakir barakamız, bir de baksan, heybetli kalemiz, Çamlıbel’imizdi.
Daha sonraları sende nasıl olduysa bir değişiklikler oldu. İşin kötüsü bu günkü sevimsiz hava misali günlere sürüklendiğimizi fark etmeden büyüdük.
Sen aşağı yukarı her gün, gün batar batmaz: “Ben arkadaşlarımla oturmaya gideceğim.” derdin de giderdin. Çilekeş anam kalbini kırmamak için bir şey demezdi. Maysa, Mercan üçümüz geceler boyu seni bekler, sonra uyur kalırdık.
Bir gün de nerden bulduysan şu lafla geldin:
“Traktörden de, traktörde çalışmaktan da usandık. Anladım ki okumasan olmayacak. Şehre okula gideceğim.”
Bu güzel ümide uyup, seni Aşkabat’a uğurladık. Ama sen okula giremeyip orada bir işe yerleşmişsin. Sonradan anladık. Dönüp gelsen iyi olurdu be Derya! Sen, kalıp evimizin direği olman gerektiğini bildiğin halde gittin. Sonuçta bu yaptığın döneklik gibi bir şey oluyor Derya. Bize ağır düşüyor kardeş! Onu demiyorum, alnımızın ak günü var, Allaha şükür kimseye el açmıyoruz, lakin senin yokluğun, bizimle beraber olmaman boynumuzu büküyor. Gün batsa, gök alçalıyor sanki. Avlumuz ıssız.
Gönlüme gelişi öyledir belki, inan ki, şu bizim damımız da anneme benziyor, o da seni beklemekte. Senin eriğine bakıyorum, bakıyorum olmuyor. Surat asıp yatan Akbay’ın kulaklarından sıkıca kavrıyorum da gözlerinin içine bakıyorum.
“Gelir, Akbay! Deryaş merttir, erkektir!”
Ama sen gelmiyorsun be Derya.
O bir defaki gelip gidişin küflü çivi gibi çakıldı hafızama, istesem de aklımdan çıkaramıyorum. O gün annem, “Kedimiz şu tarafa bakıp yüzünü çok yıkadı, yarın inşallah Deryacan gelir.” dedi. Dediği gibi de geldin. Sen gelmeden biz avlumuzu süpürdük. Oraya buraya gelişigüzel atılmış göz tırmalayıcı eşyaları bir köşeye topladık. Eriklerimizin yere dökülen sarı sarı yapraklarını güzelce süpürüp samanlığa döktük, kışın hayvanlara veririz. Avlumuz daha bir genişlemiş gibi oldu, tertemiz, apaydınlık.
Bu işleri daha yeni bitirmiştik ki, Mercan oynadığı yerden koşup geldi. Durmadan bağırıyordu:
“Anaaa! Ay, anaa! Derya geliyor, anaa...”
Kardeşlerim ve annemle ben, dördümüz, bahçe kapısının ağzında seni bekliyoruz. Benim gönlüme sen uzak bir yabancı ülkeden dönüp geliyormuşsun gibi geliyordu.
Maysa ile Mercan ne yaptılar desene? Koşup, varıp seni kucaklamak istiyorlar gibiydi ama onlar tam tersine annemi kucaklıyorlar, gözlerini ise yine senden ayıramıyorlardı. Annem de onların her birini bir kanadının altına almış başlarını okşamakta. Ben utanıp, heyecanlanıp, elimi ayağımı koyacak yer bulamıyorum. Benim, annemi de, seni de kucaklamaya hakkım yok.
Annem seni kucaklayıp öptü. İkimiz işte o zaman ömrümüzde ilk defa –iki büyük erkek gibi-tokalaşarak selamlaştık. Şimdi bile bir çeşit yüreğim kabarıyor sanki. Sesin hala kulaklarımda: “N’aaber len.”
Sen geldin, ve sanki evimizin bütün varlığı, ruhu, yenilendi. Yeni bir hava, yeni bir canlılık kazandı gelişinle. Ama sen bize bu kadarcık mutluluğu da çok gördün. Daha o akşam yine “arkadaşlarım” dedin de çıktın gittin. Senin pervasızlığın, soğukluğun, yaşlı evimizi –baba ocağımızı- bir defa daha gam denizine fırlattı. Annem o zaman sana: “Çabucak git de gel oğlum...” diye ta içinden yalvarma ahenginde buyurmuştu. Peki, sen ne yaptın? Gece yarısı içkili geldin, sessiz sedasız yerine geçip, yattın.
Ertesi gün ikimiz öğlene kadar sırf vakit geçirmek için bir şeylerle meşgul olduk sonra da sen yol yükünü tutmaya başladın:
“Ben döneceğim...”
Senin bu sözünü işitmekten korkup ben ne zamandır yerli yersiz laflar bulup seni oyalamaya çalışıyordum:
“Derya, yarın geven kesmeye gider miyiz?... Sen kendine bir tüfek alsana. Gençler aşağıdaki göle kuş vurmaya gidiyorlar. Biz de gideriz, değil mi?...”
Senin eninde sonunda bu korkunç, soğuk sözü söyleyeceğini ben biliyordum. Lakin ona hiç inanasım gelmiyordu. “Ben döneceğim.” “...döneceğim.” Ben o zamana kadar bu aydınlık dünyada, güneşin doğduğu bir yerde, senin şundan başka, işte, şu bizim evimizden başka evin vardır ya da olabilir diye aklımın ucundan bile geçiremezdim. Senin evin bu değil miydi yani? Sen nereye gideceksin Derya? Sen nasıl bizi bırakıp gideceksin? Niçin gideceksin? Sen gitmemelisin bir kere, Derya!
Bu sözleri ben sana söyleyemedim. Sen gitmek konusunda ciddiydin, ben onu sezdim. Onun için de sesimi çıkarmadım. Birden bire benim yüreğim coştu. İçimde bir şeyler coşup coşup gırtlağımda tıkanıp kaldı. Gazaplı bir coşku çırpınıp çırpınıp taşacak gibi oluyor. Şimdi ben kendimi senden daha cesur daha kahraman hissetmeye başladım. Sen namertlik ediyorsun, Derya. Bal gibi bilirken, bilmiyormuş gibi yapıyorsun. Annemin akşam ne söylediğini işittin işte. Yoksa işitmedin mi? Annem dedi ki: “Güvendiğim kara dağ, kara dağa kar yağdı.” İşittin, işittin. Sen bu gün benden de doğru bir söz işitmek zorunda kalırsın. Söylerim!
“Ana, ben de, Derya’yı uğurlamaya gideceğim.”
“Git, balam.”
Şimdi ben bir sözle seni darmaduman ederim. Vagona binersin, tren hareket eder... ve işte tam o an söyleyeceklerimi söylerim. Ondan sonra sen nasıl bir namert olduğunu kendin de anlarsın. Yanılmışım deyip, belki bu bir günün içinde döner gelirsin. Gelmezsen, gelme! Gidersen git! Benim başka seçeneğim yok, söylerim. Söylerim söylemesine de, ben sana ne diyeyim? “Sen namertsin!” derim. Ya da “Sen erkek bile değilmişsin!” mi desem? “Artık gelme!” desem olmaz mı? Bir de birden atlayıp inerse, döver. Döverse dövsün. Söylemezsen kendin namert oldun demektir. Mert ol.
Kendi kendime cebelleşip en sonunda bir karara geldim. “Sen kancıkmışsın!” derim. Kendi anlar, anlamanın da ötesine geçer, bitti.
Sen benim boş yere gelmediğimi fark ettin. Şimdi sen kendine ağır düşecek sözü söyletmemeye çalışıyorsun. Söylerim, eninde sonunda söylerim. Sen atını atış menzilime sokmamak için uzaktan uzaktan dolanıp durma. Senin anlattıklarını ben dinlemiyorum. İşte, vagona bindin mi bir kere, ben bu iki kelimelik sözü sana mutlaka söylerim!
En sonunda vagona bindin. Çevremiz de adam yok desen olacak kadar sakin. İşte şimdi tren hareket edecek. Sen gidiyorsun, Derya.
Ben düşmanıma vuracak gibi gerindim. Sonra kendimi kontrol edip ağzımdaki sözü hazırladım. “Söyle, hadi söyle şimdi!”
Heyhat, sen önce davrandın. Böyle olması iyi mi oldu, yoksa kötü mü oldu bilmiyorum ama sen önce davrandın. Benim bütün gazabımı topladığım o iki kelimelik hücum planımı yüz geri ettin. Tam bakışlarımız çakıştı derken, sen o eski Derya olup konuştun:
“Övezcan, var, dön artık, koçum.”
Yendin sen, Derya. Namertlerce, arkadan vurup, yendin. Meğer senin sıcak sözlerine nasıl susamış gönlüm. Şimdi ben, gözlerim dolmuş, ağlamaktayım. Dişlerimi bıçak açmaz. İçimden dersen biraz önceki sözlerin yerine “Gitme! Gitme! İn, dönelim. Eve dönelim, Derya!” diye hıçkırıp durmaktayım.
Ben senden vaz geçsem de, gönlüm sana sırt çevirmemiş, gönlüm geçmemiş meğer. Ve bunu kendim de bilmiyormuşum.
Epey yürüdüm ama kalbimdeki fırtınayı sakinleştiremedim. Sonra birden sanki bütün gönlüm bomboş kaldı. Anlamsızlık, boşluk beni ta bahçe kapımıza kadar geçirdi.
O zamandan beri yaklaşık on yıl geçmiş, Derya. Ben seni mi yitirdim, yoksa sen beni mi yitirdin, bilmiyorum. Şimdilerde bazen derin derin düşünüyorum, bize o günlerden ne kalmış diye? Ne mi kaldı... Şu aramızda uzayıp giden kirli beyaz boşluk ve de çocuk başımı derde salan hatıra. Başka hiç bir şey... Hiç bir şey kalmamış...
Yorumlar
Yorum Gönder