Korkunun Renkleri 16

Hıdır Amangeldi
Çeviren: Hüdayi Can

(Önceki Bölüm)

Korku Murat'ı tekrar kör kuyunun başına getirdi. Sonbaharın son günleriydi. Hava rahatsız edecek derecede soğuktu. Üstelik nereden geldiğini kimsenin bilmediği kargaların sesi etrafı daha korkunç bir hale sokuyordu. 37 yılıydı. Murat'ın korktuğu kör kuyunun başına büyük bir kalabalık toplanmıştı…
Eli arkasına bağlanmış adamları kör kuyunun başına getiriyorlardı. Beş altı kişi aynı anda bağlı adama ateş ediyorlardı. Vurulan adam kuyuya yuvarlanmaz da beri yanına yıkılırsa, kızıl komutan geliyor, onu çizmesiyle tekmeleye tekmeleye kuyuya itiyordu. Ceset kuyunun dibine varınca kof ve boğuk bir ses yayılıyordu etrafa. Kuyudan çıkan bu iğrenç ses beş altı tüfeğin aynı anda atılmasıyla çıkan sesten daha yaralayıcı işitiliyordu. Çevredeki kalabalık tepeden tırnağa bütün tüyleriyle ayrı ayrı ürperiyordu sanki. Sanki o ceset kuyuya değil de, ağır bir taşa dönüp bütün bir halkın yüreğinin derinliklerine düşüyordu. Silah sesinden rahatsız olan kargalar da güçleri yettiğince bağırıyorlardı.
“Gak! Gak! Gak!” sesleri “Dât! Dât!” diye imdat ister gibi duyuluyordu.
İşte tam o anda neredendir bilinmez, balık satan yeni yetme ortaya çıktı. Olabildiğince çabuk, kuyunun başında toplanan kalabalığa balık satmaya çalışıyordu.
"Alın, ucuz balıklarım vaar. Taze taze… Alın, ben birazcık eksik çekerim ama siz kafaya takmayın. Ben de elin oğlu gibi yaşamak istiyorum. Güzel giyinmek istiyorum. Babam gibi kepaze olmak istemiyorum. Onun için benim eksik çektiğimi görmezlikten gelin. Gel vatandaş geel. Balığa geel!.."
Kurşuna dizilmek için sırasını bekleyen adamlar ansızın aralarında gördükleri delikanlıyı hayretle seyrediyorlardı. O görmüyor muydu, bu olanları. Acaba o, bu parıl parıl çizmeli, kızıl yıldızlı adamdan korkmuyor muydu?
Bu arada kızıl subay balıkçı çocuğu yanına çağırdı:
"Güzel balıkların varmış. Bana şu üç balığı çekiver. Eksik çekmenin zararı yok. Hırsız olursan, hırsızlara ortak olursun. Ayrıca haram helal, Kuran peygamber demezsin. Demek istesen de diyemezsin. Biz hırsızlar, köy hırsızlarının, küçük yankesicilerin devletini kurarız. En yukarıdaki görevliden, basit bir gece bekçisine kadar herkes hırsızlık eder. Kimse kimseye: 'Sen haram yiyorsun, hırsızlıkla yaşıyorsun, yüreğinde korku yok, Allah’tan korkmuyorsun.' diyemez. Herkes günde küçük de olsa bir şey çalıp evine götürebilse, o gün kendini mesut sayar. Biz bu yolla, adaletsizliğin egemenlik sürdüğü, en adaletli devleti kurarız. Gerçek adalet, adaletsizlik ulaşabildiği son noktaya ulaşınca ortaya çıkar."
Kızıl komutan bu sözlerinden sonra orada bekleyenlerin hepsine balık almalarını emretti. Kim, kokuşmuş, çalıntı balıklardan sesini çıkarmadan alsa, o kurşuna dizilmiyor, serbest bırakılıyordu. İnsanların çoğu, yaşamak uğruna her mihnete katlanmaya razıydı. Bir kokuşmuş balıkla canını kurtaracak olsan canına minnetti. Balıkçı çocuk da malının iyi geçtiğini görüyor, sevincinden dans ediyordu. Dilinin döndüğünce, olabildiğince çabuk:
"Ben şimdi araba da alırım, artık param araba almaya da yeter, diye kendi kendine mırıldanıyordu."
Ama kokuşmuş balıkları almayı reddedenler de vardı. Kuran'ını göğsüne basıp balık almayı kabul etmeyen Oraz Hoca da bu arada kurşuna dizilmişti.
"Al! Al! Alacaksın diyorum ben sana, diye kızıl komutan elinde ölü balıkla hocaya bağırıyordu. Hoca ise oralı bile olmuyordu."
"Ben helale haramı karıştıramam."
"Karıştırırsın. Sen karıştırmasan bile senin kanından gelenler karıştırır. Suyu sütten ayırmanın mümkün olmadığı gibi haramı helalden ayrılmaz hale getiririm. "
Ara vermeden Kuran ayetlerini okuyan Oraz Hoca'yı kuyunun kenarına getirdiler. Sinirinden kıpkırmızı olan kızıl komutan "Ateş!" diye, bütün gücüyle bağırdı. Beş altı tüfek birden boşaldı. Ahal memleketinin meşhur hocası, yüzünü kıbleye çevirdi, "La ilahe illallah" dedi, önce diz çöktü, sonra yıkıldı. Onun kuyuya yuvarlanmadığını gören komutan, çizmesiyle vurup onu da kör kuyuya itti. Bu sefer gök yüzünde kara bulutlar gibi sağa sola uçuşan kargaların sesi daha bir güçlendi, daha yaralayıcı işitildi.
Hocayı kuyuya iten kızıl komutanın gözü kan çanağına dönmüştü.
"Diriyken almazsan, öldükten sonra alırsın.” dedi, hocanın cesedinin arkasından kuyuya iki balık fırlattı.
Köylüler:
"Hoca efendiyi kuyuda bıraksak olmaz." düşüncesiyle, karanlık bastırdıktan sonra onun cesedini alıp götürmeye gelmişlerdi. Onlar bu yaptıkları yüzünden yarın belki kendilerinin de kurşuna dizileceğinin farkındaydılar. Çevrelerinden, köyün içindeki ajanlardan korkuyorlardı. Ama daha büyük bir korku, bu korkularını bastırmış, onları kör kuyunun başına getirmişti. Onlar kuyunun karşısına geldiklerinde azgın komutanın attığı balıkların, kuyunun ağzından on onbeş metre ötede, dolunayın ışığında acayip renklerde parlamakta olduğunu gördüler. Buna şaşıran adamların içleri cız etti. Bu bir şeyin alameti olmalıydı. Bununla beraber fazla kafa yormadılar. "Her halde kargalar çıkarmıştır." deyip geçtiler. Heyecanlarını yatıştırdılar. Ertesi gün erkenden hoca efendiyi yıkayıp, cenaze namazını kıldılar. Köyün kuzeyindeki, Hoca mezarı adlı kabristana defnettiler. Sonra köyün kadınları arasında o balıkların taşa döndüğü hakkında bir söylenti yayıldı. "Yakın zamana kadar halk o balıkları ellemeye korkarmış, sonra bir gün Moskova'dan gelen bir arkeolog kız alıp götürmüş." söylentisi yayıldığı zamanlar ise Murat, yeni yeni aşığa merak sarmaya başlayan küçük bir çocuktu. Şimdi ise Murat, Korku ile bayırın tepesine çıkmış, kör kuyunun başında geçen bu vakaları bir sahnede görüyor gibi, heyecanla seyrediyordu.
Murat titreyen sesiyle:
"Biz 37 yılında mıyız?" diye sordu. 
Korku "Evet" diye kısaca cevap verirken yüzü duygudan arınmış gibiydi. Onu tanımak mümkün değildi. Korku'nun bu hali Murat'ın daha fazla korkmasına sebep oldu.
"Halbuki ben 37 yılından çok sonra doğdum…"
"Devir, yıl, ay, gün, zaman sadece sizi bağlayan ölçüler, sizin kaçış yolunuz, sığınağınız. Bunların hepsinin izafi şeyler olduğu bir gün senin kafana da dank eder."
İşte bir adamın cesedi daha kör kuyunun dibine düştü. Düşerken çıkardığı ses kuyunun duvarlarında yankılanıp döne döne etrafa yayıldı. Murat o tarafa bakmamak için yüzünü çevirdi.
"O balıklar da nereden geldi? O ne satıyor, balık mı?"
"Hayır, o haramı satıyor."
"Haramı mı?! Para karşılığında mı?"
"Hayır, ahiret azabı karşılığında."
"İnsanları niçin kurşuna diziyorlar?"
Murat bu soruyu dedesine çok sormuştu. Dedesi ne kadar anlatmaya çalışsa da anlayamamıştı.
Korku acı acı gülümsedi:
"Görüyor musun şu kurşuna dizilen adamı? Evinden Kuran çıkmış. Ayrıca ramazan ayında oruç tutmuş. Şimdi de 'Balık almak istemiyorum.' diyor."
Kargalar niçin böyle çoğalmış, yoksa bu da kapıyı çalan bir başka felaketin mi habercisi?
"Hayır. İnsanlar kirletmeye çalışıyorlar, kuşcağızlar ise temizlemenin derdinde. Onlar kendi zikirleri, kendi vazifeleriyle meşgul…"
Yine korkunç bir ses vadiyi doldurdu. Korkunun suratı asık, yüreği yaralıydı. O ağlıyordu. Ama, görseniz gözlerinden yaş değil de kıvılcım çıkıyor sanırdınız. Murat'a gelince şu anda bayırın tepesinden 37 yılını yanında gibi görmekte de olsa olanı biteni bir türlü aklı almıyordu. Biraz daha uzakta köyün sığırları akşamdan temizlenmemiş kanın başında böğrüşüyordu. Büyük kara öküz aynen o zaman yaptığı gibi üzerinden kum savuruyordu. Savurduğu kumlar üzerine düşüyor, rengi ala bele görünüyordu…
"Onlar insanları değil, beni kurşuna diziyorlar, beni öldürmek istiyorlar."
"Niçin?! Senin onlara ne kötülüğün dokundu?"
"Ben ölürsem insanda insanlıktan ne nam kalır, ne nişan. Baş ayak, ayak baş olur."
Murat'ın bütün vücudundan kanı çekiliyor gibi oldu. Ağzı dili kurudu. Zar zor:
"Onlar seni öldürebilirler mi?" diye sordu.
Korku gülümsedi:
"Şu anda senin yanında olduğuma göre, demek ki öldüremiyorlar…"
"Sen de ölür müsün?"
"Hayır."
Korku tekrar başını hüzünle aşağı eğdi, yüzünü yerden kaldırmadan ilave etti:
"Fakat ben başka bir yolunu bulamasam, insanı terk etmek zorunda kalıyorum…"
Murat yutkundu.
"Gidelim buradan, hem de hemen…"
"Biz gitsek de onlar ateş etmeyi bırakmazlar. Ta kıyamete kadar onlar bana ateş ederler. Kuyunun dibine düşen cesedin korkunç sesini, kıyamete kadar gelip geçen insanlar senin bu işitişin gibi işitirler…"
Her taraf kırağıyla kaplanmıştı. Bayırda yeni yeni başını topraktan çıkarmaya başlayan küçük otların üstüne düşen kırağı yeşil renkle karışmış, garip bir manzara oluşturuyordu. Korku'nun söylediklerinin yarısını bile tam manasıyla anlayamayan Murat üşüyordu. İncecik gömleğinin dışından kendi gövdesini kendi kucaklayıp ısıtmaya çalışan Murat'ın soğuktan çenesi titriyordu. O şu anda korkusundan mıdır, yoksa soğuktan mı bilmese de zangır zangır titriyordu. Korku'ya tekrar yalvardı:
"Gidelim buradan, hem de hemen…"

Yorumlar

Popüler Yayınlar