Korkunun Renkleri 21

Hıdır Amangeldi
Çeviren: Hüdayi Can

(Önceki Bölüm)

Korku, Muradı yine korkunç bir yere getirdi. Bu yerin çevresi, üstüne dikenli, elektrikli tel çekilen uzun bir duvarla çevrilmişti. Duvarın köşelerindeki kulelerde elleri otomatik silahlı askerler oturuyorlar, içeridekilerin dışarı çıkamamaları için gece gündüz gözlerini kırpmadan nöbet tutuyorlardı. Duvarın iç yüzüne birden dışarı kaçıp çıkmak isteyen biri çıkarsa ayağına takılsın diye örümcek ağına benzeyen ince teller karmakarışık edilip atılmıştı. Ağın arkasından ise elleri silahlı askerler her saat başı iz arayarak dolaşıyorlar, onların önlerine düşen özel eğitimli köpeklerin keskin, zalim sesi kulakları yırtıyordu.
Evet, dikenli tellerin arkasında hapishane denilen başka bir dünya vardı. Aslında içerdeki dünya da dışardaki dünyadan meydana geldiği için, iyi düşünsen, pek de farklarının olmadığını anlardın. İlk bakışta sağını solunu hesaplasan ancak bir hektar tutacak olan bu yerdekilerin hepsinin suçlu, dışardakilerin ise yeni doğmuş çocuk gibi günahsız olduğunu düşünebilirdi insanlar. Sanki içerdekilere giydirilen tek tip kara elbise de bunun böyle olduğunu ispatlamak için konmuş bir kuraldı. Hepsi siyahlara bürünmüş, saçı sakalı kazınmış, kaderine boyun eğmiş mütevekkil insanlar. Bu manzara dışardan geleni ürpertiyordu. Bu ürperti, gerçek suçlular dışarda, içerdekilere göre daha fazladır düşüncesini insanın aklına bile getirmiyordu.
Bugün meydan her zamankinden daha fenaydı. Yukardan teftiş gelmişti. Tutukluların üstü başı, saçlarının kazınıp kazınmadığı, yatakhaneler teftiş ediliyordu. Tek-tük kendine güvenip bıyık bırakmış mahkumlar çıkıyordu. Onların bıyıklarını kesiyorlardı. Yassı, etli yüzlü baş müfettiş binbaşı kuduz gibiydi. Küçük bir bahane bulsa çevresindekilerin analarından içtikleri sütü burnundan getiriyordu. Beşer beşer sıraya sokulan mahkumları sayıp, koyun ağılı gibi yapılmış, dışına özel parmaklıklar çekilmiş küçük gezinti yerine salıyorlardı.
Meydanda dört beş tane yaşı yetmişe yaklaşmış ihtiyar da vardı. Onların sakalını gören binbaşının kanı beynine sıçradı. Şu ana kadar bir çok müfettiş gelmişse de hiçbiri onların sakallarına karışmamıştı. O ise ağzından tükürükler saçarak Rusça pis bir küfür savurdu:
"Sakal bıyık yasak, kazımalı. Yaşlınızı maşlınızı bilmem!" diyor, çevresindekilere ağza alınmayacak laflar saydırıyordu.
Bu manzarayı dikkatle izleyen Murat, binbaşıyı bir yerlerden gözünün ısırdığını hissetti. Korku ona diktiği bakışını ayırmadan:
"Evet, bu o balıkçı çocuk." dedi.
Murat birden karnı çıkan, gövdesi kalınlaşan kırmızı, şiş yüzlü subayda, o kokuşmuş balıkları satmasının sevinciyle zıplayıp oynayan çocuğu tanıdı. Tüyleri diken diken oldu.
Müfettişlerin ne istediğinden habersiz, sayımdan geçen, yoluna devam eden Taçmurat Ağa'yı durdurdular. Onu kalabalığın önünde sert bir tabureye oturttular. Koca, hala neyin ne olduğunu anlayamamıştı. Sonra gardiyanlara hizmet eden mahkum çenesine yapışınca sade ihtiyar yavaş yavaş olayın mahiyetini anlamaya başladı. Birden "Olmaz" dedi ve o mahkumu göğsünden itti. İhtiyardan böyle bir hareket beklemeyen adam arkası üstü yere serildi. Usturasını, sabununu, diğer malzemelerini koyduğu taburesi de kendisiyle birlikte tepetaklak oldu. Berber mahkumun tepetaklak oluşuna meydanda toplanan diğer mahkumlar gülüştüler. O zaman zarfında iki asker koşturup geldiler ve ihtiyarın bileğini arkasında büküp beklediler. Ele güne kepaze oluşu berberi kızdırmaya yetmişti. Taçmurat Ağa'nın kar beyazı sakalını tuttu ve usturasını işletmeye başladı.
İhtiyarın gözlerinden akan yaşın yanaklarından süzülüp sakalını ıslatışına taş kalpli subaydan başka kimse bakamadı. Hatta "Acaba bunlarda da merhametin kırıntısı olsun var mıdır?" dedirten hapishanenin zalimlikleriyle meşhur subayları bile yüzlerini çevirdiler. Ansızın binbaşı da yüz seksen derece döndü ve pırıl pırıl çizmesinin burnuyla yerdeki taşa güçlü bir tekme savurdu.
Binbaşının taşa vuruşu, Murat'a kızıl komutanın kör kuyuya adamları itişini hatırlattı.
İhtiyarın sakalı çabucak kesildi. Sovyet hapishanesindeki sovyet kurallarının doğru uygulanmasından sorumlu sovyet askerleri Taçmurat Ağa'nın ellerini bıraktılar. Zavallı ihtiyar serbest kalan ellerinden birini hemen cascavlak kalan çenesine götürdü, ötekiyle toza toprağa bulanmış sakalını topladı. Biraz önce ihtiyarın yüzüne güzellik veren sakal şimdi titreyen ellerinde çirkin görünüyordu. Taçmurat Ağa kendi kendine mırıldanıyordu:
"Ey Yaratan, günahımı affet. Ben sakalımı koruyamadım. Günahımı affet. Başımı alsalardı, şehit olurdum. Ey Yaratan, günahımızı affet…"
Murat kendini tutamadı:
"O ihtiyar bu yaştan sonra acaba nasıl bir suç işledi?"
Korku cevap verdi:
"O, oğlunun suçunu üzerine alıp buralara geldi. ‘Ahir ömrümde nerede olduğumun ne önemi var. Yeter ki sen çocuklarından ayrılma. Sen hapse girsen bunların felaketi olur. Belki de yaşlı olduğum için bana fazla yıl vermezler.’ deyip, tek oğlunun yerine kendi hapse girdi."
"Oğlunun suçu neydi?"
"Uyuşturucu satıyordu…"
Taçmurat Ağa'nın sakalı her şeyiydi. Bir tartışma çıksa "Hiç ak sakalımı sallaya sallaya bu işi yapmam mümkün mü?" derdi. İhtiyara bütün kötü işlerden onu koruyan, iyi işlere sebep olan şey göğsüne kadar uzayan sakalıymış gibi geliyordu. O sakalını beş parmağını tarak yapıp taramaktan hoşlanırdı. Bu hareketi ona bir çeşit güven duygusu verirdi. Ahirette de bu sakalı hürmetine bağışlanacağını umuyordu. Her abdest alışında sakalını güzelce ıslardı.
Bir ağacın altına çukur kazıp şefkatle sakalını gömen Taçmurat Ağa evladından, torunlarından ayrılıp bu çilehaneye düştüğü zaman bile bu kadar üzülmemişti. Çilekeş ihtiyar, oğlunu, gelinini, torunlarını zor günlerden korumak maksadıyla buraya gönüllü gelmişti. ‘Başa gelen çekilir, hem acı patlıcanı kırağı çalmazmış, ben de eski toprağımdır, katlanırım.’ diyerek kaderine razı olmuştu. Açlığı, susuzluğu, hatta bir haddini bilmezle karşılaşıp az buçuk dayak yemeyi de göze almıştı. Ama şu an yaşadığı işkence, onun aklının ucundan bile geçiremeyeceği bir işkenceydi. Bu işkencenin, bu şekilde küçük düşürülmenin karşısında onun ne acı patlacanlığı kâr etmişti, ne de eski topraklığı. İnsanın ettiklerine yine insan katlanıyor, bir de evladını kendine dönüp geleceği güne kadar başının üstünde taşıyan zemin.
İhtiyarı teselli etmek isteyip: "Taçmurat Ağa, hiç bu kadar üzüldüğüne değer mi? Sonuçta bu meredin kökü sende değil mi, on-on beş günde yine eskisi gibi olur." diyenlere: "Evet oğlum, ona aklım eriyor fakat…" diye cevap veriyordu. İçindeyse şöyle fırtınalar kopuyordu:
"Nihayet insanın kimliğini, kim olduğunu gösteren bir şekli vardır. İnsanın arını, namusunu, insanlar arasındaki derecesini gösteren bir şekli şemaili, alametleri vardır. İhtiyarın çoluk çocuktan, erkeğin kadından farkını gösteren bir alameti olmasa nasıl olur?! O farkları gösteren hususiyetlerimizin kadrini kıymetini bilmezsek, en azından kendimize saygımız kalmaz. Kadınlarımızın yaşmağını sıyırtan, yazmasını ateşe attıranlar bunların farkında değil miydi?! Ne diyorsunuz? O gözü kan çanağına dönen subay yaptıklarının farkında değil miydi? ‘Bu kocanın en fazla koruduğu, her şeyden üstün tuttuğu şey budur. Bunu onun elinden alayım, onda ne ar kalsın, ne namus, ne derece kalsın, ne saygınlık, ne de Allah korkusu.’ diyor."
Yüreğinde birden doğan bu korku, kocanın bütün gövdesinde soğuk bir ürperti hasıl etti.
"Ya Rab, sakalım kesilip atıldı, ama ne olur hiç olmazsa senden korkum kesilip atılmasın. Ey Yaratan, sana olan korkumuz kesilip atılmışsa da aciz yaratıklar oluşumuza verip bizi affet… Biz her ne kadar senden uzak olsak da, sen bizden uzaklaşma!.."
Korku da ihtiyarın duasına katılıp, kendince dua etti:
"Ya Rab! İnsan yaşlanınca korkusu azalıp, ümidi çoğalsın."
Murat, Korku'nun bu sözlerini anlamadı. Dönüp soran gözlerle yüzüne baktı. Korku açıkladı:
"Yaratan, dostlarından birine: 'Sen insanlık için ne isteyeceksen iste.' deyince, o şöyle dua etmişti: 'Ey Allahım! İnsanlar gençken senden korkusu çok, ümidi az olsun. Yaşlandığındaysa tersine, korkusu azalsın, ümidi çoğalsın!"
Bu sözler Murat’ın kalbinde yer etti. İçinden Korku'nun sözlerini tekrarladı. "İnsanlar gençken senden korkusu çok, ümidi az olsun. Yaşlanınca tersine, korkusu azalsın, ümidi çoğalsın!"
Murat ile Korku zavallı ihtiyarın yanı başında duruyorlardı. İhtiyar için elinden hiçbir şey gelmeyen, hatta teselli bile edemeyen Murat tepeden tırnağa titriyordu. Çocukluğunda ayaklarıyla üstünden kum savurarak böğüren koca öküzden gözünü ayıramadığı gibi, ihtiyarın mermer gibi bembeyaz kalan, olabildiğine çirkinleşmiş çenesinden, gözyaşıyla ıslanan sakalını avuçladığı parmaklarının arasında kalan kıllardan gözlerini ayıramıyordu. Ak kıllar günün nuruyla gümüş gibi parıldıyorlardı.

(Devam edecek.)

Yorumlar

Popüler Yayınlar