Ağır Aksak Gidiyor Dünya 11


İlyas Amangeldi
Türkçesi: Hüdayi Can

(Önceki Bölüm)

...Ölenler yerle birlikte onun altında dönerler durmadan, diriler üstünde. Bundan on asır önce yine böyle dönmekte idiler şüphesiz, bu arada kıyamet kopmazsa on asır sonra da aynı şekilde döneceklerdir, tıpkı bugünkü gibi...

Uyumadan yatan Kemalettin, Samet'in gözünü açtığını görüp elinden tuttu.
"Vay canına. Amma da terlemişsin. Bir baksan hava da sıcak değil ama. Vay vay vay... Elbiseleri de sırılsıklam bunun. Bu halinle abdest almaya gidersen üşürsün. Bekle ben sana şimdi kuru giyecek getiririm."
Samet, Kemalettin'in getirdiği gömleği giymek için sırtındakini çıkarmaya çalıştı. Gömlek Samet'in teninden ayrılmak istemiyordu "Beni çıkarma." der gibi vücuduna yapışıp duruyordu. O uzun olduğu için çıkarması daha da zordu. Kemalettin, Samet'in gömleğini çıkaramadığını görünce ona yardım etmeye geldi.
"Nasıl böyle terleyebildin? Gömleğin suya atmışsın gibi ıpıslak yahu."
Ne yapıp edip sonunda gömleği çıkardılar.
"Samet, senin vücudun parlıyor yahu. Aman Allah'ım. Bu ne güzellik."
"Terlediğim içindir herhalde. Versene gömleği."
Samet çabucak giyinmeye çalışırken:
"Senin aklına Sara geliyordur." diye kıkırdadı.
"Hayır hayır ben böyle güzel ten şimdiye kadar görmedim. Senin tenin gökkuşağı gibi renk renk parlıyor. Gömleğini kaldırıp baksana."
"Şakayı bırak şimdi. Namaz geçiyor, hadi çabuk abdest alalım."
Kemalettin abdest alırlarken gözünü Samet'ten ayıramıyordu. Samet'in bilekleri, kolları, hatta ayakları bile parıldıyordu. Her zaman olduğu gibi Mahmut abdesthaneye Kemalettinler çıkarken girdi. Kemalettin önünden giden Samet'ten gözünü ayırmadan birbirinin peşi sıra namazgaha geldiler. Dedeleri sabah namazının sünnetini kılıyordu. Samet de Kemalettin de namazlarını kılmaya başladılar.
Namazdan sonra Kemalettin Samet'i dedesine göstermek istedi. Ama yine de utanıp odalarına geçtiler.
"Kemalettin beni rahat bıraksana. Başım da ağrımıyor, bedenim de sızlamıyor."
"Sızlar mı yahu? O parıl parıl parlıyor. Sen kendine bir baksana."
Asırların ruhunun kendine bak demeleri aklına gelip korkuyla kendine baktı. Ama bu sefer hiçbir değişikliğin olmadığını görüp sevindi.
"Sen gömleğini kaldırıp bir bak."
Samet utanıp: "Başımdan gitsene ya." dedi. Kemalettin onun karşı çıkmasına bakmadan gömleğini kaldırdı. Ama bu sefer biraz önceki parıltıyı göremedi.
"Şimdi rahatladın, değil mi? Atam sana icazet verir, ben de o icazet verince ona seni evermesini söylerim."
"Aklını başına toplasana sen. Söyler de bu deli. Sam... Sam... Belki de sen terlediğin zaman biraz önceki gibi parıldıyorsundur ha?"
"Kemalettin, yalvarırım konuyu değiştir. İkimiz beraber Gürgenç'e gidelim, ben sana yolda hepsini anlatayım."
"Gidecek misin?"
Samet başıyla tasdikledi.
"Seni dedem kendisi götürecekmiş, öyle söylüyor. Orada babanı kurtarmak gerekiyormuş."
Samet'in suratı asıldı.
"Hepsi iyi olur. Merak etme. Biz iyisi ziyafete hazırlanalım. Ortalığı temizleyelim."
Onlar dışarı çıktılar. Mahmut bir şeyi bağlamak için sarılı duran ipin ucundan kesip aldı, odaya girdi. Bir süre sonra tekrar çıktı. Tekrar ipten kesmeye kalkıştı. Yakınındaki Kemalettin ona: "Öncekini ne yaptın?" dedi.
"Kısa geldi."
"Getirip ucuna bağlasana."
"Düğüm oluyor."
"Çözülmeyecek şekilde bağla. Düğümün ne zararı var?"
"Ya birden çözülürse?"
"Sen sıkıca bağla. Ne yani önceki kestiğini atacak mısın?"
Mahmut ağabeyinin öğrettiği gibi yaptı. Samet, Kemalettin'e:
"Hayatta kısa kesildiğin için, bağlanacağın yere ulaşmadığın için bir kenara atılmak kadar kötü bir şey olmasa gerek." dedi.
"Elbette... Başka bir kendin gibi kısa gelen iple bağlanmazsan çaresi yok."
"O bağlanmak evlenmek mi acaba?"
"Yine benimle mi uğraşıyorsun?"
"Birden o düğüm çözülürse sanki iki taraf da düğümlü gibi kalıyor. Melil mahzun, içlerinde bir ukdeyle kalıyorlar, ta ölünceye kadar..."
"Onlar bağlanmak yerine birbirine eklenseler olurdu halbuki."
"Onun için de iplerin ikisinin de önceki örgülerinin sökülmesi gerekiyor. Sonra yeniden örülmeli. İplerin biri sökülür, diğeri sökülmezse de bir işe yaramıyor. Maksat hasıl olmuyor."
"Valla ben sökülürüm, Sara sökülse, en ince ipliğime kadar sökülürüm."
"Sen anlıyorsun, ama babam anlamamış."
"Samet sen hiç babandan bahsetmiyorsun. Ne o, yoksa kötü bir adam mıydı?"
"Kim babasına kötü der?"
"O da doğru. Mesela ben de babamla gitmektense dedemle yaşamayı tercih ettim. Ama yine de babama kötüydü diyemem."
"Her şey o sırlı perdeye bağlı. Eğer o pis ile temizin arasını iyi bölemezse her şey karmakarışık oluyor. İyilerden de kötülük çıkıyor. Birden öyle beklenilmeyen bir hareket yapıyorsun ki sonra onu nasıl yapabildiğini kendin de anlayamıyorsun."
"Öyle ya... Dedemi kızdırdığım günü hatırlıyor musun? O zaman o gelenlere nasıl 'yok' diyebildiğime şimdi kendim de şaşıyorum."
Samet bu sefer Kemalettin'e cevap vermedi. Havada uçuşan asırların ruhlarını hatırladı. Onlardaki çatlaklar geldi gözlerinin önüne. Asırlar geçtikçe o çatlakların artışı düştü aklına.
"Kemalettin sen babanı suçlama. Suçlama ki oğulların da seni suçlamasınlar. Suda balıklar anne babasını ya da neslini suçluyor mu, gökte kuşlar anne babasını ya da neslini suçluyor mu, yerde ağaçlar kendi meyvesini, meyveler  içlerinden can suyu akıtan dallarını suçluyorlar mı? Hayır. Çünkü onlar birbirlerine karşı gerçekten de suçlu değil. Biz niçin başaramıyoruz bunu? Halbuki biz insanlar daha akıllıyız, değil mi Kemalettin?"
Kemalettin bu soruya ne cevap vereceğini bilemedi. Çünkü bu soru sonunda Kemalettin'in adı geçse de aslında ona sorulan soru değildi.
Eskiden babasını hatırlamaktansa annesiyle ilgili hülyalara dalmayı tercih eden, babasıyla ilgili aklına gelen düşünceleri daima kovmaya çalışan, son günlerde tersine babasını çok hatırlıyordu. Babasının yürüyüşüne hayrandı. Onun yaptığı gibi adımını geniş ve sağlam atmaya çalışırdı. Ona fark ettirmeden ayak izlerini tespit eder, adım arasını ölçer, bakardı. Kendi küçücük adımlarından iki adım, babasının bir adımına denk gelirdi. Adımlarını elinden geldiği kadar geniş açar, babasının izlerinin hizasına yetirirdi. Ama bu şekilde de yürüyemiyordu. Çabucak babası gibi büyümek isterdi. Babasının saraya giderken giydiği güzel kaftana dokunurdu. Köşeye asılı kılıç onu ne kadar kendine çekse de onu birazcık kınından çekip nasıl bir şey olduğunu görmeye korkardı. Babasından mı, yoksa kılıçtan mı korktuğunu da tam bilmiyordu. Samet için o zamanlar onların pek farkı yoktu. Onların ikisi de korkunçtu. Samet daha altı yaşındayken babası "Sen artık büyük adam oldun." demeye başladı. Bir sefer de "Hanım evladı, ana kuzusu n’olacak!..." diye azarladı. Bu azarlanışın sebebini şimdi hatırlayamıyordu. Annesinin kuzusu olduğu için mi? O bunu annesine de sordu. Meral için ise o günler, kendini suçlayıp, Kara Durmaz'ın gönlünü avlamaya çalıştığı günlerdi. Yedi yaşlarındaki oğluna kimin oğlu olduğunu anlatmak zor geldi.
"Oğlum, baban seni çok seviyor. Senin de büyüyüp kendisi gibi olmanı istiyor. O seni benden kıskanıyor."
"Beni nasıl kıskansın? Yoksa ben büyüsem babam gibi olmaz mıyım?"
"Tabi olursun oğlum. Onun için de sen onun sözünü dinlemelisin."
"Dinliyorum anne."
"Benden de biraz uzak durmalısın."
"O nasıl olacak?"
"Hadi oğlum, sen git oyna babanla ben konuşurum."
Samet'e o gün annesi oyuncak kılıç alıverdi. Samet sevindi, oyuncağını takındı. Sonra da:
"Anne, bu nasıl oynanıyor?" diye sordu.
Annesi ona nasıl oynanacağını göstermek için küçücük kılıcı kınından çıkardı. Onu alıp Samet'in yerde duran yastığına batırıyor gibi yaptı da:
"İşte, yastığın öldü." dedi.
Samet koşup gidip yastığını kucağına bastı.
"Böyle yapma anne. Ben bu şekilde oynamak istemiyorum. Bu benim yastığım. Yastığımı öldürdün anne."
"Yastığına bir şeycik olmaz, hem baksana bunun ucu bile yok."
Samet belindeki kını çözüp attı. Sonra yastığına bütün vücuduyla siper olup, üstüne yattı.
"Tamam, tamam. Getir bunu kınına koyalım. Ama sen yine de onu beline takın."
Samet sesini çıkarmadan annesinin yanına geldi. Tekrar beline takılan kılıca baktı. Annesi olmasaydı o kılıcı takınmazdı. O beli kılıçlı evden çıktı. Kılıç adım attıkça "Beni oyna." der gibi bacaklarına çarpıyordu. Onu oynamak için sıkıntıya giren Samet aslında nasıl oynayacağını bilemiyordu. Kılıcı kınından çıkarıp ne olacaksa olsun der gibi ağacın dalına doğru salladı. Ağaçtan bir yaprak kopup döne döne yere düştü. Samet bu oyunu sevmemişti. O belindeki kılıcı çözüp bahçenin bir tarafına attı geçti.
Başka bir gün de babası onu zerdali ağacının yüksek dallarından birine kaldırıp koymuştu. Zerdalilerin mevsimi geçtiği için Samet ağaca çıkarılıp kendisinden ne istendiğini anlayamıyordu. Babası onu orada bıraktı ve kılıcını takınıp saraya gitti. Samet bir süre zerdalinin üstünde oturdu. Sonra oradan inmek istedi. Ama oturduğu yerden büyüklerden biri indirmezse inemezdi. Annesini çağırdı. Annesi yüz vermedi. Annesinin sonunda kendi kendine çıkacağını sanan Samet bağıra bağıra yorulmuştu. "Oğlunu sakın ben gelip indirinceye kadar ağaçtan indirme." diye tembih edildiği için annesi evden çıkamadan içeride oturuyordu oysa. Çünkü dışarı çıkarsa Samet'e kıyamayıp onu ağaçtan indireceğini biliyordu. Bunu yaparsa da akşam Kara Durmaz'dan en azından kötü bir söz işitecekti.
Samet annesini çağıra çağıra ağlamaya başladı. Babasını aklına getirmiyordu. Evden çıkıp kendisini indiriverecek yerde, dışarı çıkmaması annesine daha çok kızmasına sebep oluyordu. Sonra onun aklına "Annem gelip indirmek istese bile bu sefer de ben inmeyeyim." diye bir düşünce geldi. Hatta o gelirse annesinin ulaşamayacağı daha yüksek dallara çıkmayı hayal etti. Ama yukarı çıkmaya da korkuyordu. Ortalık kararmaya başladığında babası geldi.
"N’aber hanım evladı? Ağlamadan oturuyor musun?" diyerek onu ağaçtan indirdi.
Samet içinden: "Ben ne senin oğlunum, ne de annemin." diye ağlamakta olduğunu fark ettirmemek için odaya girdi. İçeride annesinin öte tarafa bakıp oturduğunu gördü. Ama yanına gitmedi. Onun annesiyle bir işi de yoktu. Yastığını arıyordu. Annesi "Ne arıyorsun?" dese de cevap vermiyordu. Sonunda diğer odaya girip orada bulduğu yastığına yüzünü koydu ve doya doya ağladı. Yastık ona tıpkı müşfik bir insanmış gibi, en yakını gibi beklediği yardımı ediyordu. Hem gözyaşlarını içine sindiriyordu, hem yüzünü kapıyordu, hem de sesinin işitilmesini engelliyordu.
Dış odadan büyüklerin sesi geliyordu.
"Bırak uyusun, böyle böyle büyür gider."
"Sen sonunda delirtirsin bu çocuğu."
"Ben ne yaptığımın farkındayım. Sen onu destekliyormuş gibi tavırlara girip şımartmasan yeter. Ya senin eteğine yapışıyor, ya Gülnesibe'nin. Hiç kendi gibi oğlanlarla oynadığını görüyor musun bunun?"
"Bu civarda kendi yaşında çocuk da yok ki. Hem de sonra 'Sokağa bırakma.' diyorsun."
"Ya saldım çayıra Mevlam kayıra." ya da yanından ayırmadan çanta gibi taşımalı mı yani, bu ikisinin arası yok mu? O benim gözüme bile doğrudan bakamıyor."
"Buna sevinsene sen. Gözünü gözünün içine dikse dursa ne yapardın?"
"İşte o zaman sevinirdim. Hakkını söke söke alırdı. Vur desen öldürürdü."
Büyüklerinin konuşmalarını Samet iyi işitiyordu. Samet babasının son sözlerini anlamasa da onun kendisinden kötü bir şey istediğini anlamıştı.
Samet'in gözünün önünden daha sonra babasının ona vur deyince öldürmeyi öğretmek için verdiği emekler tekrar sıra sıra geçti. Samet o inemediği zerdalinin gövdesine çocuk ayaklarıyla boş yere "ki-ya" deyip tekme atmak zorunda kalıyordu. Dişini sıkıp babasını yumrukluyordu. Ondan yumruk yiyordu. Kalbindeki sevgi, saygı duyguları, babadan korkmak duygusuna, sonra babana kırılmak duygusuna, en sonunda da babadan nefret etmek duygusuna kadar varmıştı. Çünkü bu yolla asırların ruhunda çatlaklara sebebiyet verdiklerini o zaman ne o biliyordu, ne de babası. Bir bakıma da o çatlak kaçınılmaz gibiydi. Bizim suda yüzen balıklar kadar da, havada uçan kuşlar kadar da, meyvesini besleyen elma kadar da olamamamız yüzünden o çatlaklar kaçınılmaz gibi...

Samet o çatlağı birleştirmek uğruna atalığı ile birlikte Gürgenç’e doğru yola çıktı. Kervan büyük bir kervandı, yol ise çok uzaktı. İbni Şefik, Gürgenç’in kütüphanesi, oradaki tabibler ile değiştirme imkanı olabilir diye iki deve yükü kitap da aldı yanına. Bir deveye ise, değişik ilaçlarla, yiyecek içeceklerini koydular. Samet kitap yüklü develerden birine binmişti, atalığı da diğerine. Bu yol Samet’in dört yıl önce katettiği o aynı yoldu. Yine o zamanki gibi bahardı. Her taraf al yeşil giyinmişti. Altındaki deve de o zamanki develere benziyordu. Yalnız bir şey başkaydı, Samet şimdi o zaman gittiği yönün tersine gidiyordu. O zaman o yakınlarından uzaklaşıyordu. Arkasından babasının kovalayıp yetişmesinden, geri döndürmesinden korkuyordu. Şimdi ise o yakınlarıyla buluşmaya gidiyordu. Hem de annesinden çok babasını görmek istiyordu.
Samet atalığının şifahanesinde kan kaybedip fena şekilde zayıfladığı zaman hep Kemalettin'i aramıştı. Onun yanından ayrılmadan oturmasını istemişti. Oysa şifahanede kalmaya başladığı zamanlar Kemalettin'in kendisine "sokak çocuğu" dediğini de duymuştu. İbni Şefik bunu duydu mu, yoksa duymadan önünden tedbir almak mı istedi her nedense Kemalettin'i de, Mahmut'u da çağırmış, onların yanında Samet'i evlatlık aldığını, artık üçünün birbirinin kardeşi olduğunu söylemişti. Kemalettin bu kardeşliği kalben kabul edememişti. Sanki bundan Samet'in de haberi var gibiydi. O Kemalettin'e biraz mesafeli dururdu, Mahmut ile ise ikiz eşi gibiydiler. Onlar bu şekilde iki yıl geçirdiler. Ama iş ciddiye binince, sıkıntıya düşünce Samet Kemalettin'in elinden tuttu. Ona bağlandı. Şimdi de "Anne, anne" deyip durduğu için babasına "hanım evladı, ana kuzusu" dedirten Samet, önceki halinin tersine babasını özlüyordu. Tertemiz duygularla her namazda babasına kavuşmayı diliyordu. Asırların ruhu tekrar gözüne görünürse başka hiçbir şeyi değil, sadece babasını soracaktı.
Baba için, hatta Kara Durmaz için bile çocuğundan kıymetli, çocuğundan aziz hiçbir şey yoktu. O zindana girmeden önce de öyleydi, şimdi zindandayken de. O sarayda omzu sırmalı atlas kaftanıyla ne zaman hükümdarın fermanını hayata geçirmem gerekir diye beklerken de, sonra acaba ne zaman hükümdarın fermanını hayata geçirmek için beni çağırırlar diye yarı karanlık zindanda otururken de oğlunu hatırlıyordu. Hayatının baş aşağı dönüp, hayatında esas değerlerin yerlerini değiştirdiği devirde de onun, oğlunu özleyişinde fazla bir fark olmamıştı. İkisinde de korku vardı. Sarayda çalışıp kendini seçkin adamların arasında sayarken de, zindana atılıp, itinin yalağından kötü tabaktan su içmek zorunda kaldığı zaman da Samet'e bakışında korku vardı. Sarayda çalışırken o çıtkırıldım ve aciz oğlu kemale getirememekten korkardı. Şimdi ise o kadar besleyip yüreğinde gizlenen oğluna olan sevgisinin talebini yerine getirmek, hiç değilse bir defacık oğlunun yüzünü görmek isteğinin önüne kendini oğluna biçare halde göstermek korkusu bent oluyordu. Halbuki o oğlunu hakikatte, zindanın duvarını görüyor gibi görmenin kendisi için cennetin kapısını görmek gibi bir baht olduğunu da biliyordu. Ama bu durumda da "Kalk, oğlun seni görmeye gelmiş." deseler ona doğru kendi iradesiyle bir adım bile atabilecek durumda değildi. Bu haliyle oğluyla yüz yüze görüşmeyi kendisi için affedilmeyecek bir ayıp kabul ediyordu. O hatta kara çizmesini parıldatıp saraya işe geldikleri zaman bile önce oğluna karşı kendini gösteremiyor gibi görünmekten çekinirdi. En kötüsü de o zamanlar oğlunun vücudunu sağlamlaştırıp, acıma duygusunu yok etmeye çalışıyorken bu yaptıkları için Samet'in bambaşka duygulu çocuk kalbinin önünde ne zaman olursa olsun cevap vermek zorunda kalır mıyım diye korkardı. Onun bu korkusu ortaya çıkar çıkmaz yener diye kendisine güvenen taraftarlarının önünde rakibine yenilmek, rezil olmak korkusuna benziyordu. Fakat birden yenerse "Nasıl yaptım?" diye keyif edeceğini de göz önüne getirip duruyordu. O zaman karşı çıkan Meral, sadece Meral de değil kendinin de kalbinde ansızın ortaya çıkan ikilemleri ile de mücadele edip en sonunda yenip, Samet kemale gelince kıvançla "Bak, ben oğlumu nasıl yetiştirdim." demek istemişti.
Bir usta testici eline düşen iyi topraktan basit bir testi yapıp onu pişirmek için fırına sürmek istemez. Ondan boynu uzunca bir sürahi yapıp bakar, hoşuna gitmez. Sonra onu bozup güzel kulplu bir ibrik yapar. Yine yaptığı işi toprağına yakıştıramaz, onu da bozar. Toprağı tekrar karıp yine bir şeyler yapar. Burada asıl sorun yaptığı kapların, kaselerin, ibriklerin kötü olması değil de ustanın eline düşen o güzel topraktan ayrılmak istememesidir.
Kara Durmaz da iş Samet'e gelince o usta gibiydi işte. O oğlu küçük bir bebekken böyle bir duyguyu yaşamıştı. Altı yaşına gelinceye kadar onu "Yere koysam islenir, havaya koysam paslanır." dedikleri gibi tutmuştu. Cellat olduğu günlerden itibaren ise içinde oğluna karşı hissettiği kıyamamazlık duygusunu da cellada döndürdü. Oğluna vurduğu tokatlar, o testicinin eline düşen toprağa vurduğu tokatları hatırlatıyordu. O tokatlar, ruhi vurgular Kara Durmaz'ın yüreğini katılaştırırken, Samet'i tahammülsüzlükten çıkan hoşgörüsüzlüklere götürüyordu. O babasının yumruklaşma oyunlarında büyük eziyetler çekiyordu. Kendine çarpan yumrukların acısından çok ona babasına yumruk atmak ağır geliyordu. Ona her yumruğu babasını fena şekilde tahkir ederken sanki babası onun hatırı için dayanmaya çalışıyormuş gibi geliyordu. Çünkü babasının hatırı için yapmayacağı hareketleri yapmak acı veriyordu. Öyleyse babası da onun hatırına kendisine rağmen bu hareketleri yapıyor olabilirdi. Son zamanlarda ona babasının annesine verdiği eziyetler daha da artıyormuş gibi geldi. Annesinin gözyaşları onda sıra babasına gelince hoşgörülü olamamak gibi bir duygu uyardı. Kendisine köpek saldırdığı zaman sanki annesi saldırmış gibi babasının annesine vuruşunu görmüş, buna katlanamayıp tekrar bayılmıştı...
İşte şimdi de o babayı özlüyordu. Gökten uçup giden bulutların yolu Gürgenç'e doğru, arkadan esen rüzgarın, hatta gökteki güneşin de yolu Gürgenç'e doğru idi. Samet'e babası atlı olarak onu karşılayacakmış gibi geldi. Sonra birden, atının yüzünü geri çevirip, kamçıyı bastı ve oradan uzaklaştı gitti. Babasının bu kaçışını arkasındaki devede oturan atalığı da görüyor mu acaba diye düşünen Samet tüm gövdesiyle geri dönüp baktı.
İbni Şefik kendi fikirleriyle başı dolu olsa da Samet'in geri döndüğünü gördü. O torununa tatlı bir tebessüm gönderdi. Samet onun hiçbir şey görmediğini bu manzaranın da asırların ruhu gibi yine sadece kendisine göründüğünü anlamıştı. Babasının gittiği tarafa baktı, o çoktan gözden kaybolmuştu. Birden dudakları kuruyan Samet elini matarasına uzatıp ondan bir iki yudum su içti. Canı atalığının yanına gidip sohbet etmek istiyordu. Atalığına başından geçen bu garip vakaları bir bir anlatmak istiyordu.
"Atam asırların ruhlarını görmüş olduğuma inanır mı acaba? Yoksa onlar cinlerdir mi der? Atacan, o ruhların güzelliği karşısında biz kendimiz cinlere benziyoruz. Beni asıl şaşırtan da bizden yaratılan o ruhların nasıl bu kadar güzel olabildiği."
"Oğlum, insanların kendilerine has güzel renkleri vardır. İyilik yapmak rengi, minnettarlık rengi, fedakarlık rengi – bu onun hayaline gelen atalığı idi – Bu renklerin güzelliğine yaklaşabilecek başka hiçbir nesnenin rengi yoktur. Asırların ruhu işte o renklerle süslenmiştir."
"Atam sen de gördün mü asırların ruhunu?"
"Onları görmeyen azdır. Görmemezlikten gelenler ise pek çoktur."
"Ata onlar beni üstlerine bindirip zıplattılar. Ben daha küçücük iken babam da beni aynen öyle zıplatırdı. O beni yukarı yukarı fırlatırdı. Annem çevremizde korkuyla dolanırdı. Ben ise korkmazdım. Fakat bir defasında o beni yukarı fırlattı da kapmadan çekti gitti. Hatırlıyor musun, hani beni zerdaliye çıkarmış, sonra da indirmeden gitmişti? İşte o defasında. O zamandan beri de ben yükseğe çıksam korkardım. Ama asırların ruhu zıplatırken ben korkmadım. Şimdi babamla karşılaşırsam beni niçin zerdalinin tepesine koyup gittiğini soracağım. Başka da çok şeyler soracağım. Babamı görmek istiyorum, ata."
"Sabret oğlum, inşallah babanla görüşürsün. Şimdi yat da dinlen biraz. Devenin üstünde yatabiliyor musun?"
"Evet, ata, evet, yatabiliyorum."
Samet ne zaman, nasıl uykuya daldığını bilemedi.
Gürgenç'e giden kervan deniz kenarında konakladı. Hava sıcak da olsa deniz henüz soğuktu. Denizden esen serin nemli hava cana şifa veriyordu. Samet denizde elini yüzünü yıkarken atalığına sordu:
"Ata, bak denizin ne güzel mavi rengi var. Bu renkten iki avucumu doldurmak istiyorum ama elimde sadece su kalıyor, rengini alamıyorum. Bu niçin böyle acaba?"
"Denizin kendi rengi yoktur oğlum. Ona gökyüzünün rengi düşüyor, onun için mavi görünüyor. O sisli günler kül rengidir, gece baksan kara."
"Böyle koskoca deniz, yine de kendi rengi yok ha?"
"Evet."
"Belki de ben onun rengini alamıyorumdur, ata. Olamaz mı?"
Samet ellerini daha derine sokup yine iki avucuna su aldı. Ama yine elindeki su renksizdi. İbni Şefik, Samet’in hareketlerine hafifçe gülümsedi ve onu kırmayacak şekilde meseleye başka açıdan yaklaştı.
"Belki senin atan da renksizdir Samet. Ben de renksiz olamaz mıyım sence? Belki senin rengin bana düşüyordur, onun için de ben renkli görünüyorumdur? Hani benim rengimden de almaya çalışsana."
"Hayır ata, hiç olur mu? Sen ben yokken de vardın."
"Belki o zamanlar da Kemalettin’in ya da Mahmut’un rengini almışımdır."
"O zaman Mahmut’ta o renk nasıl oluştu. Sende olmayan şey Mahmut’ta nasıl olabilir?"
"Bilmiyorum. Bildiğim tek şey bende rengin olmadığıdır."
"Atam, baksana sizin saçınızda, sakalınızda ak renkler var."
"Saç sakal dediğin bir tüyden başka bir şey değil. Ben ise sadece tüyden ibaret değilim gördüğün gibi."
"Ata, tamam, tamam. Bizim bedenimizde kan var. O hem bize renk veriyor, hem de bizi yaşatıyor. O fena hastalık sırasında benden çok kan gittiğini söylemiştiniz."
"Olabilir Sam. Kanda büyük sırların yatıyor olması mümkün. Diri kuşu kessen kan çıkar. Katılaşmış ölü kuşu kes bir de sanki kanı yok gibi hiçbir şey çıkmaz. Ölen kuşun kanı nereye gitti? Diri kuşu yumuşak saklayan yoksa onun içindeki kan mı? Sonra bir de biliyor musun oğlum, kanı dökmeden bir yere koysan o kararır, hem de koyulaşır, en sonunda da katı bir nesneye döner."
"Ata ben babamın yanındayken kandan korkardım. Burnumdan birazcık kan çıksa canım çıkıp gidiyormuş gibi olurdum. Ama şifahanede ne kadar kan görsem de korkmadım. Ben kanı anlamaya çalıştım. Belki babam da kanın ne olduğunu anlamaya çalıştığı için ondan korkmuyordur. O bir seferinde anneme 'Cellat haksız yere kan dökmez.' dedi. Haksız yere dökülen kan nasıl oluyor acaba? O da aynı kan değil mi? Yoksa başka türlü bir şey mi?"
"Hayır oğlum. O da bu bizim bildiğimiz kan olmalı. fakat onun kendine göre hususiyetleri var. O yerde kalmıyor. Kendini dökenin arkasına düşüyor, onu takip ediyor. Gündüz aklından, gece rüyasından çıkmıyor. Kendisini dökenden intikamını alıyor. O korkunçtur, yavrum. Haksız yere kan dökmekten korkmayanın imanı yoktur. Onun bu dünyası da berbattır, o dünyası da. Sadece haksız yere dökülen kan değil, haksız olan her iş böyledir. Hatta tek bir sözü haksız söyleyene de bu yaptığı sorulur. Çünkü haksız söz, haksız işler için yol açar. 'Haksız' sözünde Hakk'ın adı var. Hakk'ın, Allah'ın sonuna sız eklenmesi Allah'tan değil, o, 'O'nun hoşlanmayacağı şey' demektir. Ne diyeyim, bizi haksız hareketlerden de, haksız sözden de, haksız yere kan dökmekten de Allah korusun."
"Amin..."
Samet nemli kumlarla kaplı kumsalı izleyerek biraz yürüdü. İzlerine baktı. O izler bir satır yazı gibiydi. Geri atalığının yanına döndü. Bir satır daha yazılmış gibi oldu. Tekrar geri dönüp öncekine göre daha uzağa gitti. Deniz kenarına pak delikanlı ayakları üç satır yazı yazmış oldu böylece. Attığı her adımda ayağının izi ona bir mana veriyor gibi geldi. Ama onların taşıdığı mana Samet için çözemeyeceği bir sır gibiydi. O deniz kenarına izleriyle yazı yazarken babasının aklında bıraktığı izleri okumaya çalıştı. Onlardan kendisine göre bazı haksızlarını bulup gözyaşlarına hakim olamadı. O zaman bahçedeki zerdali ağacından indirildikten sonra iç odaya geçip yüzünü yastığıyla kapatıp ağlayışı gibi içi boşalıncaya kadar ağladı. Bu sefer onun tuzlu gözyaşlarını deniz kendi tuzlu suyuna karıştırıp gizledi. Sesini dalgalar çevrede kimseye duyurmadan alıp gittiler. Uçsuz bucaksız deniz kenarında kimse onun yüzünü de göremedi. Soğuk suyuyla yüzünü yıkayınca deniz onu tam anlamıyla sakinleştirmişti. O çocukluk yastığının rengi de denizin şu anki rengi gibi cana yakın bir maviydi.
İçinde düğüm düğüm biriken acısını en son damlasına kadar denize döküp, ayak izleriyle insan nazarı ile baksan öncekilerden pek farkı olmayan, deniz için ise tamamen farklı bir satır bırakan Samet atasının yanına geldi.
"Ata, acaba biz kaç gün sonra Gürgenç'e varırız?"
"Artık az kaldı oğlum."
"Ata, babamı kurtarmaya çalışırız değil mi?"
"Elbette oğlum, elbette çalışırız."
"Peki niçin? Kimin hatırı için?"
"Allah'ın hatırı için, Allah rızası için oğlum. Biliyorsun baban ne olursa olsun, hatta kafir bile olsa yine babandır."
Samet cevap vermedi. Denizin kenarında kalan, dalgaların öptüğü ayak izleri gözlerinin önüne geldi. İbni Şefik sözüne devam etti.
"Şu deniz kumunun ayağının altına döşendiği gibi biz de anne babamızın tabanı incinmesin diye gerekirse ayaklarının altına serilmeliyiz."
"Sadece anne babamız oldukları için mi?"
"Tabi oğlum. Sen günahlarını affet diye onlara Allah'tan iman dilemeyecek miydin? Sen, onları cehennem ateşinde yakma diye Allah'a yalvarmayacak mıydın? Senin affetmediğin günahı Allah nasıl affeder?"
"Ben affettim ata."
"Sonra bir de... Bir de kimin günahkar olduğunu, kimin suçlu olduğunu ancak Allah bilir. Evet oğlum, belki de Allah babana cehennemi göstermek istememiş, onun için bu dünyada zindanı göstermiştir. Belki senin baban yaptığı yanlışların karşılığını bu dünyada çeken bir adamdır, anlıyor musun? Ama babanın yanına getirilmeyip, günahını bu dünyada çekmeden öbür tarafa gidenler var ya... İşte gerçekten acınacak insanlar onlardır. Babanın elindeki baltanın ne kadar günahı varsa babanın günahı da ondan fazla değildir. Çünkü o başka birinin eline balta olarak düştü. Balta ise insanlık için gereklidir. Mutlaka onun ya da bunun rızkı balta olmaktan veriliyor. Bütün insanlığın günahı ne kadarsa babanın günahı da ondan fazla olmamalı."
Samet kendi kendine hafif sesle:
"Denizde balıkların böyle günahı yok, havada kuşların böyle günahı yok, yerde ağaçların böyle günahı yok." dedi.
Atası onun başını göğsüne koydu:
"İnsan onlardan farklı olarak ömrünün sonuna kadar sınanır. Çünkü Allah katında onun değeri başkadır. Yerde ağaçların rüzgarla hışırdayan sesleri, gökte kuşların kanat sesleri, suda balıkların, bu dalgaların sesleri Allah için insanın ömrünün sesi kadar kıymetli değildir. Onların sesi bizim ömrümüzün sesinin yanında dinlenmeyen adamın sesi gibidir. Biz bu kadar yaşayıp ömrümüzle neyi söyledik? Allah bizim sevinince ne diyeceğimizi işitmek için sevindirir, üzülünce ne diyeceğimizi işitmek için üzer. Bizim ahirette ömrümüzün hesabını vereceğimiz için şükretmemiz gerektir. Ömründen habersiz kalınan, ömrüne değer verilmemiş kimse yoktur. Her bir insan o kadar ehemmiyetlidir. Bu dünyada iz bırakmadan yürümek mümkün değildir oğlum." dedi.
Kervan tekrar yola düştü. Çabucak babasına annesine kavuşmak istediğinden develerin birinin üstüne kurulan Samet için develer yavaş yavaş, sallana sallana yürüyordu. Güneş aynı şekilde aheste doğuyor aheste batıyordu. Dünya da... evet dünya da hiç acele etmiyor, ağır aksak gidiyordu.

(Devam edecek.)

Yorumlar

Popüler Yayınlar