Ağır Aksak Gidiyor Dünya 12

İlyas Amangeldi
Türkçesi: Hüdayi Can

(Önceki Bölüm)

...Ölenler yerle birlikte onun altında dönerler durmadan, diriler üstünde. Bundan on asır önce yine böyle dönmekte idiler şüphesiz, bu arada kıyamet kopmazsa on asır sonra da aynı şekilde döneceklerdir, tıpkı bugünkü gibi...

Samet'in ağır aksak gidiyor dediği dünya biraz daha gittikten sonra, şehrin yakınlarına gelen kervan ezan sesini Gürgenç'ten işitti. Gün doğumunun avazı gibi, hep güzel, hep yanık işitilen bu ezan sesi sabah namazına çağırıyordu. Kervansaraydan ayrılan ata oğul, önce namaz kılmak için Selman'ın imamlık yaptığı mescide vardılar.
Samet'in gözü çevresindeydi. Tanıdık yüzler arıyordu. Yarı karanlık mescitte cemaat fazla kalabalık değildi. Onların çoğu da Sametlerle birlikte kervanın getirdiği misafirlerdi. Ezan okunduğu için içeri giren herkes bir köşeye çekilip sünneti kılıyordu ilkin. Sünnet kılındıktan sonra biraz beklediler. Artık gelen olmaz düşüncesi uyandıktan sonra bir ihtiyar kamet getirdi, uzun boylu, beyaz sarıklı biri imamete geçti. Samet yaşı küçük olduğu için ihtiyarlara hürmeten arka saflarda durduğuna üzülüyordu şimdi. O namaz biter bitmez imamla kucaklaşmayı kuruyordu kafasında.
Henüz yedi yaşındayken, Gülnesibe teyzesinden "Allah" diye yazmayı öğrendiği sıralar, Samet'e ilk defa namaz kıldıran da Selman idi. O zaman İmam ömründe ilk ve son defa mescidin içinin ne kadar kalabalık olduğuna bakmaksızın namazdan sonra Samet ile kucaklaşmış "Bunlar gibi çocukların yüzü suyu hürmetine Allah namazımızı kabul etsin." demişti.
İmam Selman, Samet için sanki başka bir dünyadan, büyüklerin dünyasından gelmiş gibiydi. Onun farkı büyüklüğündendi. Büyük adam olmak denilen şey Samet için İmam Selman olmaktı. Onun uzun boyuna, uzun parmaklı büyük ellerine Samet imrenerek bakardı. Babasının adım atışına hayran olduğu gibi İmam'ın da dua ettikten sonra yüzüne sürdüğü büyük ellerine hayrandı. Kendisine köpek saldırdığında gözünü açıp ilk gördüğü annesini kamçılayan babası, sonra ise İmam Selman'ın kaygılı yüzü olmuştu. O zaman içinden: "İmam Selman dayı beni şimdi mescitte kıldığım ilk namazdan sonra kucakladığı gibi kucaklasaydı ne iyi olurdu." diye düşünüyordu. Onun, İmam Selman dayısını kucaklama isteğiyle bütün vücudu, göğüsleri, karnı neredeyse yanacaktı. Yarasız, köpeğin dokunmadığı elini uzatmıştı da hatta. Ama Selman dayısı onu anlamamış gibi o mecalsiz eli sıkmakla yetinmişti.
"Acaba Selman dayı niçin gelip beni kucaklamıyor? Annemden mi utanıyor, yoksa babamdan mı çekiniyor?" diye düşünmüştü. Gerçekten de Selman, Samet'i ne kadar çok seviyor olsa da, hatta Samet kurtulduktan sonra da kucaklamadı. Böyle sevimli, birazcık yüz versen boynuna asılacak çocuğu kucaklamamak aslında İmam'a zor geliyordu. Öyle de olsa sanki biri: "Kendi çocuğunu kucakla." diyecekmiş gibi sadece Samet'in omzuna kocaman ellerini atardı ve bununla iktifa ederdi. Yalnız bir defa, o da Samet'in ilk kez cemaatle namaz kıldığı sefer içindeki sevgiye engel olamamıştı.
Belki şimdi kucaklar? Samet boyunun da o zamana göre uzamış olduğunu görmek istiyor gibi kendi endamına baktı. Namazını tadil-i erkan ile eda etti. Samet imamın yüzünü cemaate doğru çevirmesini bekliyordu. Büyük bir sevinçle uyduğu imam geri döndüğünde onun Selman olmadığını gören Samet kendini sanki yüksek bir yerden düşüyormuş gibi hissetti. Selman dayısını kendisi çekingen davransa da gidip kucaklamaya karar vermişti. Ondan "Allah kabul etsin." sözünü işitmeyi ummuştu. Kucağına atılacak, ona annesi, babası, Gülnesibe teyzesi hakkında bütün merak ettiklerini soracaktı. Ama sahibinin elinden şeker yemeye alışmış küçük tayın sahibi yerine yabancı bir adamı görüp ne yapacağını bilemeden ne ileri ne geri gidemeyişi gibi İmam Selman'ın yerinde bir başka imamın namaz kıldırdığını gören Samet de başına bir kova soğuk su boca edilmiş gibi olmuştu.
"İmam Selman dayım rahatsız olmasın?" diye, kendini sakinleştirmeye çalıştı. Atalığı İbni Şefik, imamın başka adam olduğunu duyup Samet'i teselli etti. Yanında kendisiyle beraber namaza duran yerli bir adama o mescidin eski imamını sordu. O adam "Bilmiyorum." deyip aceleyle çıktı. İbni Şefik bir iki ihtiyara daha sordu. Her sorduğu "Bilmiyorum."dan başka cevap vermiyor, başını başka bir tarafa çevirip çekip gidiyordu. Herkes soğuktu.
İbni Şefik:
"Herhalde Gürgençliler baharın geldiğinden habersiz." diyerek asık suratlı Samet'le şakalaşmaya çalıştı.
Samet sesini çıkarmadan evlerine doğru gidiyordu. Atalığına: "Yol üstünde Selman dayıların evleri olmalı. Onu görüp geçelim." dedi. İşte, birçok defa babasından kaçıp geldiği ev. Bahçe kapısı bile değişmemiş. Gülnesibe teyzenin masallarını dinlerken arkasında sokak değil de masal kahramanları görünen pencereler. Samet'e onların hepsi cana yakın, hepsi seimli görünüyordu. Gördükleri onu çocukluğuna alıp götürdü. Koşup gitti ve kapıyı çaldı. Arkadan "Kimsiniz?" diye yabancı bir kadının sesi geldi. Samet yine ne yapacağını bilemez halde kaldı, yapıştığı dal kopuyor, hayal atı tökezleyip duruyordu. Doğunun ananesine uyup ev sahibini sordu artık faydasız olduğunu anlasa da:
"Bize İmam Selman lazımdı."
"Biz öyle bir adamı tanımıyoruz. Bu ev Tacir Cafer’in evi."
Samet ne cevap vereceğini bilemedi. İbni Şefik:
"Sen başka evin kapısını çalmış olmayasın? Aradan bunca yıl geçmiş, belki yanılıyorsundur." dedi.
"Hayır, ben bu evi kendi evimizden daha iyi hatırlıyorum."
"Hiç değilse evinizi bulabilir misin?"
"Elbette atam. Ben hiçbir şeyi karıştırmıyorum, başım da dönmüyor. Belki İmam Selman dayılar ben gittikten sonra arkamdan Bağdat'a gitmişlerdir."
"İnsanlar imamlarından habersiz olsalar da tabiplerini biliyorlardır. Bunlara bir de Şehdi Tabibi soralım bakalım."
İbni Şefik geçmekte olan birine Şehdi Tabip'i sordu. O adam da kaşlarını çatıp, "Bilmiyorum." dedi. Genç kalbini git gide korku kaplayan Samet, İbni Şefik'in hafifçe "Gerçekten de sanırım Gürgenç'te kış çıkmamış." dediğini işitti. Onun korkudan ve heyecandan kulakları duymuyordu sanki. Evlerine götüren yola düşmüştü. Evlerine ancak yüz adım kadar kalmıştı. İbni Şefik'ten iyice uzaklaştığının da farkında değildi. Kırk... yirmi beş… on… beş… bir… Samet birden durdu: "Bu eve girmeye benim hakkım var mı?" diye soruyor gibi arkasına baktı. İbni Şefik yirmi otuz adım kadar geride kalmıştı. Samet’e "Beni beklemeyi düşünme de giriver." diye ellerini sallayarak işaret etti. Samet kapılarına baktı, ama sanki ayakları adım atamıyormuş gibi yine yarı gövdesiyle geri döndü. İbni Şefik yine aynı işareti tekrarladı. Samet kapılarına dönüp en son adımını da attı.
Bahçe kapısı kilitli değilmiş. Samet bütün gücünü toplayıp itince gürültüyle açıldı.
On-on beş adım ilerde dört beş yaşlarında sevimli bir çocuk kapının sesiyle oynamakta olduğu oyunu kesip kapıya doğru baktı. Samet'i bu beklemediği görünüş panikletti. Ama hemen arkasından onun kulağına köpeklerinin tanış sesi geldi. Bu arada evden "Hoşt, kes sesini." diyerek, annesi çıktı.
"Samet... Sametcan..."
"Anne..."
Samet koşarak annesinin kucağına atıldı. Sürüden gelen annesini bekleyen, sonra biri kuzu ağılını açınca birden fırlayan kuzu gibi dünyayı unutmuştu. Annesinden başka hiçbir şey görmüyordu. Yavrusunu kucaklayan Meral birden kendini kaybedip bayıldı. Samet onun vücudunu taşımakta zorlanıyordu. Elinden geldiği kadar nazik bir şekilde annesini yere oturttu. Gülnesibe'nin ne zaman evden çıktığını, ne zaman yanlarına geldiğini bilmiyordu.
"Çabuk, su getir, Sametcan."
Samet koşarak eve girip kapının sol tarafında duran su kabından su alıp çıktı. Her şey dört yıl önce bıraktığı gibiydi. Samet de sanki dört yıl öncesine atılmış gibi hissetti kendini. Su alıp gelirken İbni Şefik'i gören Samet tekrar bugüne döndü. İbni Şefik omzundaki heybesinden bir şeyler çıkarıncaya kadar, Gülnesibe Samet'in getirdiği sudan birazını Meral'in yüzüne serpti. Kalanını ise kendine gelen Meral'e içirdi.
"Yerden mi çıktın, gökten mi düştün Sametcan? Gelsene oğlum."
Gülnesibe'den bir an çekinecek gibi olan Samet sonra onun kucağına gitti.
İbni Şefik kapıdan girdiğinden beri kendini öldürecek gibi üren köpeğe hiç kimse "Ne yapıyorsun?" demiyordu. Meral onun yüzüne çaresiz şekilde baktı. Kocası gözünün önüne geldi. Köpek insan gibi sanki durumu sezip sustu. Suçu varmış gibi yüzünü yere eğdi ve upuzun yattı. Gülnesibe kızı Rabia'yı kucağına aldı. Buluşanlar sanki birbirlerini ilk kez görüyorlarmış gibi ne yapacaklarını bilmez halde duruyorlardı. Hesap edilemeyecek kadar çabuk, ama bir o kadar da tesirli geçen sessizliği Gülnesibe bozdu.
"Eve girelim. Ben hemen çay koyayım."
"Bağdat’ta olsak böyle havada dışarıyı içeriye tercih ederlerdi."
Gülnesibe "Amca siz Bağdatlı mısınız?" diye Arapça sordu.
İbni Şefik de ona Arapça "Evet." diye cevap verdi. Evden döşek çıkaracağını da unutan Gülnesibe ana dilinde İbni Şefik'e hal hatır sormaya başladı. Meral oğlunun başını omzuna koymuş saçlarını okşuyordu. Onun ne ellerinin Samet'in başını okşaması, ne gözünden yaşlar akıtması ihtiyarıyla olan şeylerden değildi. Samet yüzünü yerden kaldırmıyordu. Küçücük Rabia annesinin eteğinden çekiyor:
"Bu benim babam mı?" diye tekrar tekrar soruyordu.
Meral'ın bakışlarından utanıp başını iki ayağının üstüne koyan Alabay, olanları beynine kazımak istiyor gibi hiçbir şeyi kaçırmadan bakıyordu. Başı yerde göz altından köpeği seyreden Samet'e Alabay sadece kendine bakıyormuş gibi geliyordu. O Rabia'nın annesine "Benim babam mı, benim babam mı?" diye sorduğu soruyu kendisi de tekrarlayıp Alabay'ı gösteriyormuş gibi oldu. Annesi ona ne evet diyebiliyordu, ne de hayır. Samet'in içinden köpeğin başını okşamak geldi. O yerinden kalkıp köpeğe karşı yürümeye başladı. Alabay birden ayağa kalktı ve korkunç şekilde ürümeye başladı. Ama Samet onun sesiyle duracak gibi değildi. Köpeğin ürümesi onun kulağına babasının "Oğlum, oğlum!" diyen sesi gibi işitiliyordu. Ona göre babası bir taraftan eline ayağına bağlanmış zincirlerden kurtulmak için mücadele ediyor, bir taraftan da "Oğlum!" diye bağırıyordu. Samet'in köpeğe yetişmesine bir adım kala Meral onun arkasından yetişip kucaklayarak durdurdu.
"Dur oğlum, nereye gidiyorsun?"
"Anne, babamla da selamlaşayım ya. Anne ben babamı da seviyorum. Gerçekten de çok seviyorum. Bıraksana anne. Ben ona söylerim artık seni de beni de dövmez. Kamçısını gizlerim. Onu zincirlerinden kurtaralım. O zincirlerine dolaşıyor anne."
İbni Şefik de yetişip köpekle Samet'in arasına girdi. Alabay yabancı gördüğü İbni Şefik'e daha fena ürüyordu. Onun keskin dişleri, yukarı yukarı kaldırdığı pençeleri neredeyse İbni Şefik'in cübbesine yetişecekti.
"Anne, sen duymuyor musun? O beni çağırıyor. Bırakın beni. Bırak diyorum size. Atam beni tutmasana. Hani sen babamı kurtarmaya gelmiştin? Kurtar işte. Beni niçin tutuyorsun. İşte babam. O şimdi bize o kadar yakın ki. Bağdat'tayken uzaktaydık. Babacığım. Bunlar beni bırakmıyorlar. Ama sen kızma bunlar da beni seviyorlar."
Samet ağlayarak yalvarmaya başladı.
"Anneciğim, canım annem lütfen bırak. Babama dokunup geri döneyim. Ben senin oğlun da olacağım anne. Babacığımın da bebekliğimde beni kucağına aldığını kendin söylemiyor muydun? Anne o beni hoplatıyordu da. Anne hani senin boncuğun, hani sevgin? Nerede o, yoksa yitirdin mi? Bak anne ben yitirmedim. Yitirmedim. Sen ise yitirmişsin. Nasıl kıydın da bağladın babamı? Bunu yapmasan olmaz mıydı? Zincir babamın boynunu incitir, bilmiyor musun?"
İbni Şefik'in, annesinin, Nesibe'nin sakinleştirmek için söylediklerini o duymuyordu bile. Nesibe'nin getirdiği su dolu kaseyi itip bir tarafa fırlattı. Kase düştüğü yerde tuz buz oldu.
"Ne o Gülnesibe teyze, bana kan mı içirmek istiyorsun? O Selman dayımın kanı mı? Onu da sen dökmüşsündür. Ben senin saçını yolarım. Sen Bağdatlı da değilmişsin. Bağdat'ta Gülnesibe olmuyor. Bana atam söyledi. Sen sahtekarsın, sahtekarsın sen. Babacığım bizi kandırıyorlar. Biliyorum sen cellat da değilsin, bizi kandırıyorlar."
Samet, İbni Şefik'in üstünden ellerini uzatıp Nesibe'nin saçına yapışmak istiyordu. Ellerini ayaklarını sallayıp debeleniyordu. İbni Şefik'e Samet'i tutmak gittikçe zor gelmeye başladı. O Nesibe'ye "İp getir!" diye bağırdı. Nesibe'nin getirdiğ ip ile Samet’i bağlamaya başladı.
"Babacığım beni de bağlıyorlar. Şimdi bakın sizi ne yaparım. Sizi 'ki-ya' diye tekmelerim. Ben böyle anne istemiyorum. Ben ne zorluklar çektim yine de sizi aklımdan çıkarmadım. Atam ile o kadar yol geçtik geldik. Atam, hiç değilse sen bu kötü niyetlilerle bir olmasana. Bıraksana beni. Ben sana ne kötülük ettim? Kemalettin, gelip yetişsene. Kemalettin seni kim bağladı? Mahmut seni de bağlamışlar yahu. Atam onları ne diye bağladın? Biliyorum atam bizim kaçacağımızı sanıyor. Biz kaçmayız. Kaçmayız değil mi? Ata bağlamasana, bıraksana bizi. Bak işte, Kemalettin de 'Kaçmayız.' diyor."
Samet'in elini ayağını bağladılar.
"Ah şu an Selman dayım gelseydi. Kocaman elleriyle sizin buncağız ipinizi parça parça ederdi. Selman dayı… Selman dayı… Hiç değilse son defa gelsene buraya."
Gülnesibe Samet'in Selman'ı böyle bağıra bağıra çağırmasına daha fazla katlanamadı. O kendisi de kocasını böyle bağıra bağıra çağırmak istiyordu. Eğer bunu başarabilirse yüreğindeki yarası irini ile çekirdeği ile soğrulup çıkıp gidecek gibiydi. Ama artık bu basit maksadına ulaşamayacağını, bunu hiçbir zaman yapamayacağını bilen Gülnesibe bir kenarda deminden beri ne kadar ağlasa da sesine kulak asılmayan kızını kucağına alıp susturmaya çalıştı. Ama kızı da susacağa benzemiyordu. Gülnesibe onu alıp eve girdi.
Meral oğluna ne olduğunu anlayamıyordu. Onu sakinleştirmeye çalışıyordu. İbni Şefik heybesinden ilaçlarını çıkarıp karıştırırken Meral'e evden yorgan çıkarıp Samet’in üstünü örtmesini söyledi.
"Oğluma ne oldu?"
"Şimdi, şimdi bacım. Çok yorulmuş, çok yorulmuş... Yatsa biraz dinlense bir şeyciği kalmaz. Bir de yastık getirsenize."
Samet’in hala kendini yerlere vuruşuna dayanamayan annesi onun elinden tuttu. Samet bağlı eliyle annesinin eline yapıştı. Meral, İbni Şefik’in istediği yastığı getirmek için kalkmak istedi. Ama kene ayakları gibi boş parmaklar onun elini bırakmıyordu.
"Sametcan, bırak sana yastık getireyim."
"Yalan söyleme, sen benim yastığımı öldürdün, kılıçlayıp öldürdün."
"Hayır oğlum, evde yastığın, bırak getireyim."
Samet bırakacak gibi değildi. Onun incecik parmaklarına güç toplanıyor annesi kurtulmak istedikçe daha sıkı yapışıyordu. Meral elinin ağrısına katlanamayıp nasıl 'Bırak!' diye bağırdığını kendi de anlayamamıştı. Annesinin bu güçlü sesi Samet’i biraz sakinleştirdi. O annesinin elini bıraktı. İbni Şefik fırsat bulup ona ilaç içirdi."
Samet bağlandıktan beri ilk kez çakmak çakmak olup yuvasından fırlayan gözlerini yumdu. Yanına babası geldi.
"Yat oğlum, yat. Bağlanıp yatmanın da kendine göre lezzeti vardır. Sen bu lezzeti başka hiçbir yerden alamazsın. Yat oğlum, ben de yatayım."
"Yatalım baba. Bağlarlarsa bağlasınlar. Rahat rahat yatalım. Ama artık sen beni bırakıp gitme. Ne 'Saraya gidiyorum.' diye, ne 'Zindana gidiyorum.' diye..."
Samet ilacın etkisiyle uykuya daldı. İbni Şefik yavaşça ipleri gevşetti. Bir süre sonra da tamamen çözdü. Samet uyanıp üstüne abanmış incitmeden ipleri çözmeye çalışan İbni Şefik’in boynundan elleriyle kucaklayıp ağlamaya başladı."
"Bırak oğlum, bırak ağlamayı, ayıp olur. Hadi kalk içerde yat."
Samet şimdi tamamen boyun eğmiş, İbni Şefik ne derse yapıyordu. Onlar birbirinin peşi sıra eve girdiler. Meral de eli yastıklı onların arkasından eve girdi.
Dışarda sadece Samet'in hali yüreğini kıyım kıyım eden Gülnesibe kalmıştı. Evden çıkan İbni Şefik biraz gönülleri genişlesin diye onun kucağındaki Rabiacığa laf attı. Rabia koşup gelip onun boynuna atladı. İbni Şefik Rabia'yı kucağına aldı. Rabia durmadan "Baba, baba..." diyordu.
"Ben baban değilim yavrum, dedenim."
"Hayır, babamsın, babamsın."
Çocukcağız İbni Şefik'in omzunu yumruklayıp ağlamaya başladı.
"Tamam yavrum, dediğin gibi olsun, babanım."
"Babam."
İçerden döşek çıkaran Gülnesibe kızını İbni Şefik'in kucağından almak istedi. Ama o vermedi. İbni Şefik "Bırak oynasın." diye Rabia'yı kucağından indirmeden döşeğe geçti.
"Samet, Bağdat'ta da bir sefer böyle olmuştu. Yatsa kalksa bir şeyciği kalmaz. Yorgunluktan beyne ağırlık düşebiliyor."
"Zaten kendisi dertli bir çocuktur. Bağdat'a gitmeden az önce şu köpek onu fena şekilde yaraladı. Yaraları üç ay iyileşmedi. Halbuki Şehdi Tabip rahmetli bizzat kendisi baktı."
"Şehdi tabib de vefat etmiş ha?"
"Evet, Selman'la ikisi, onlardan başka saraydan iki adam daha. Samet'i kaybettiğimiz gün sarayda şehit edilmiş."
Bu olayı dinleyen İbni Şefik vefat edenlerin ruhlarına fatiha okudu.
"Ne yapacaksın. Takdirleridir merhumların."
"Elbette..."
Kervansaraydan yüklerin getirilmesi lazımdı. Ama o Samet'i bu halde koyup bir adım bile atamazdı. "Hadi biraz sabredelim, elbet bir çaresi bulunur." deyip kendini rahatlattı. Sonra da köpeği gösterip:
"Bu hayvan da zayıflamış." dedi.
"Dört yıldan beri bizi yaddan yabancıdan koruyan, evimizdeki tek erkek bu. Onu da satın almak için gelenler çok oldu, diye, Gülnesibe dört yıl içinde yaşadıkları olayları bir bir anlattı."
İbni Şefik ona Kara Durmaz'ı en son ne zaman gördüklerini sordu.
"Dört yıldır onu bir defa bile göremedik. Fakat arkasından Meral'in götürdüğü yiyecekleri alıyorlar. Durumu iyi diye de cevap veriyorlar."
"Biz onu satın alamaz mıyız?"
"Yurttan göçüp gitmek şartıyla alabiliriz, ama ona da çok para istiyorlar."
"Ne kadar?"
Nesibe tutsak yatanı azat etmek için ödenen kefaleti söyledi. İbni Şefik içinden hesapladı. Yanında getirdiği paraların hepsini verse de yetmiyordu. Hayal kırıklığı ile sustu. Gülnesibe sır vermeyecek gibi, ya da derdi çevresinde oturan birileri varmış da onlar tarafından çözülecekmiş gibi etrafa bakındı. Yukarı baktı.
"Çardağınızdaki üzümler de budanmamış."
Gülnesibe geçen yıl komşularının gelip budadığını, bu yıl o adamcağızın da elinin değmediğini söyledi.
"Hadi, bağ bıçağınız varsa getirin, ben budayıvereyim. Hadi Rabiacan sen de annenle eve gir de yat."
Bıçak getiren Gülnesibe kızını yatırmak için eve girdi. İbni Şefik cübbesini çıkarıp kollarını çemredi, Gülnesibe'nin bir yerlerden bulup getirdiği merdivene çıkıp üzümleri budamaya başladı. O birbirine karışıp ormanlaşmış, işi iyi bilmeyen birine hangisini kesmek lazım, hangisini bırakmak lazım dedirtecek çubukları hemen tanıyor, kesmek gerekenini dibinden kesiyor, kısaltması gerekeni kısaltıyordu. Bu işi böyle ustalıkla yapsa da yapması gereken esas işi nasıl yapacağını bir türlü bulamıyordu.
"Samet’i burada bıraksam olmaz. Annesini de alıp gitsen babasının derdiyle kim ilgilenecek? Kendim asla kalamam. Ah, param yetseydi. Burada bir kazanç yolu da yok. Alıp geldiğim kitapları satsam, satıp satamayacağım belli değil. Şehdi tabip de öldürülmüşse beni kütüphaneye sokan, kitaplarımı değiştirmeye yardım eden de bulunmaz. Gülnesibe'nin "Bağdatlı iseniz en iyisi burada kendinizi tanıtmayın." demesi daha kötü. Her halde yeni emir yakın adamlarının biri İmam Selman olsa da kendisi de Bağdatlılardan korkuyor. Gülnesibe'nin dediğine göre ilk başlarda onu büyük bir hürmetle karşılayan emir, daha sonra ondan uzak durmakla da yetinmeyerek ona doğrudan söylemese de kendi yurduna göçüp gitse iyi olacağını hissettirmiş. Ne de olsa acele etmeyelim. Allah bir yolunu gösterir." Kafası kendi kendisiyle konuşup eli bağlarla meşgul olurken çoktan iki asmayı budamıştı. Biraz ara verip Gülnesibe'nin getirdiği çayı içmeye oturdu. İbni Şefik onların nasıl Bağdat’tan göçüp geldiklerini sormak istedi. Onu da doğrudan sormak garip kaçar düşüncesiyle:
"Samet biraz önce gelirken sizin eviniz diye başka bir kapıyı çaldı biliyor musunuz?"
"O başka bir kapı değildir. Biz eskiden orada yaşıyorduk. Sonra Meral için de benim için de yalnız yaşamak iyi değil dedik de o evi sattık. Ben de buraya göçtüm. Ne de olsa birbirimize yoldaş olduk."
"İyi düşünmüşsünüz."
"Evin parasını da Sametcan'ı aramak için harcarız diye bir köşeye koymuştuk. Onu yapmaya da fırsat bulamadık. Yoksa aslında ben onun Bağdat'a gitmiş olabileceğini de düşünmemiş değildim ama. Neyse o da kendi geldi. Böylesi belki daha iyidir."
"Evi kaça satmıştınız?"
Gülnesibe evlerini sattıkları fiyatı söyledi. İbni Şefik'in yüzü açıldı gitti. Bu miktar, Kara Durmaz'ın kefaleti için getirdiği paranın eksiğini tamamlayabilecekti. Ama bunu Gülnesibe'nin nasıl karşılayacağını bilmediği için bir süre sesini çıkarmadı."
"O ev bundan büyük müydü?"
"Hayır, bu ev ne de olsa saray çalışanlarının evlerinden sayılıyor. Bunu satsak ondan kazandığımızın iki katını alırdık. Ama 'Bunu satarsak bir gün çıkabilirse Kara Durmaz üzülür.' dedik.
"O zavallıyı çıkarmak için de bendeki para biraz eksik de."
"Ne kadar eksik?"
İbni Şefik eksik kalan paranın miktarını söyledi.
"Öyleyse ona bizim evimizin parasını eklesek yetecek ya."
"O para şimdi de yerinde mi?"
"Ucundan biraz alınmış olabilir. Ama ne de olsa benim tabiplik geçimimize yetti. Ne olacak, iki kadın bir çocuğun boğazından..."
"Durum dediğin gibiyse Kara Durmaz'ı alabiliyoruz."
"Ben Meral'i sevindireyim."
"Ama yavaş olun Samet'i uyandırmayın. Ya da bırak şimdilik onlara dokunmayalım. Biraz dinlensinler."
"Yok, Meral’e haber vermesek olmaz."
Meral, Samet’i bağrına basıp uykuya gitmişti. Samet de bebek masumiyetiyle annesinin kucağında uyuyordu. Kimse onları uyandırmaya kıyamazdı. Bu kadar bir birine yakın, böyle temiz duygularla olsa olsa tomurcuğun içindeki yapraklar yatıyorlardır. Onların bu yatışlarında birini kaldırıp birini kaldırmamak mümkün değildi. Onlar uzun süren azaplardan sonra menzil-i maksuda yetmiş bir bütünlük, bir vahid gibiydiler. Gülnesibe ne yapacağını bilemedi. Onları kaldırmalı mıydı? Kara Durmaz yüzünden kaldırmalı mıydı? Gülnesibe, Samet’i kaldırmaya daha fazla korkuyordu. "Kaldırsam iyi olmaz." diye odaya girmiş olsa da gönlündekini edemeden dışarı çıktı. İbni Şefik:
"İyisi mi bana parayı verin de siz de kalın. Ben kendim alıp geleyim. Ona giydirmek için biraz el içine çıkacak elbise verseniz. Ben gelinceye kadar belki kendileri kalkarlar. Kim bilir belki "Parasıyla da bırakmayacağız." derlerse, Samet de annesi de çok üzülürler.
"Kara Durmaz sizi tanımaz, hiç olmazsa ben sizinle geleyim."
Alıp çıksalar tanışırız. Siz burada lazımsınız. Samet uyanınca şu ilacı içirin. Annesi de içsin, zararlı bir şey değil. Ben hemen gelirim. Allah yardım ederse Kara Durmaz'ı da alır gelirim."
İbni Şefik zindanın yerini tarif ettirip çıktı. Şimdiye kadar başından pek çok zorluklar geçiren İbni Şefik, ilk defa yüreğinin farklı çarptığına dikkat etti. O birçok hastanın sağlıklarına kavuşmasına vesile olmuştu. Ama belki de o sağlığına kavuştu dediğimiz adamların ne zaman, nerede bilemesek de bir başka derde, kurtuluş imkanı olmayan bir derde duçar olacağını bildiği içindir, buna öyle pek fazla sevinmezdi. O kendini hastayı dert belasından kurtarmış gibi değil de şimdilik derdini örtüp daha sonra tekrar dertle karşılaşması için imkan hazırlamış gibi hissederdi.
Şimdi ise Kara Durmaz'a elini uzatıp karanlıktan aydınlığa çekip çıkarabilecek bir güce dönmüştü. O bir kör kuyunun dibinde kalan adamın tepesinden sallanıp gelen kurtarıcı ip misaliydi. Bu duygu onu kanatlandırıyordu. Ama bir taraftan da o kuyunun dibinde umutlu gözlerini gökyüzüne dikip bekleyen zavallı ipe yapışıp tam kuyudan çıkacakken ip kopup bütün verilen emeklerin o son ümidinin de gitmiş adamla beraber paldır küldür kuyunun dibine düşmesi ihtimalinden korkuyordu. Bu korku onun kanatlarını bağlıyordu, yüreğine vesvese salıyordu. Zindanın kapısına vardığında arzuhali dinlenip Kara Durmaz'ın kefaletle serbest bırakılabileceğini öğrenince o gerçekten de kendini kör kuyunun dibinde kalan bir Tanrı kulunu halas ediyor gibi hissetti. Aydınlığa iyice yaklaşıp temiz hava yüzüne çarptıktan sonra ipin kopması ihtimali de o kadar artıyormuş gibi heyecandan elleri titriyordu. Belinden çözdüğü kesesinden çıkardığı paraları iki kez saydı doğru çıkaramadı. Sonunda bütün parasını zindanın başmuhafızının önüne döktü ve "Kendin sayıp al." dedi. Zindanın efendisi onları saymaya başladı. İbni Şefik onun tamahkarlıkla paraları sayışını seyrederken garip duygular içinde kaldı. "Şimdi bu adam paraları sayıp alır. Sonra da kendisi gibi iki ayaklının birini gönderip zindanda yatan bir başka Allah kulunu getirtir. Sonra da "Sen artık azatsın." der, onu bir sözüyle azat eder. Bu sözü işitmek o kul için büyük bahttır. Bu adam için ise onu söylemek hiçbir şey. Eğer insanoğluna bile birbiri üstünde böyle hüküm yürütmek verilmişse Büyük Allah'ın gücü nelere yetmez ki! Keremine sığındık Allah'ım, rahmetine sığındık..."
Gerçekten de para sayıldıktan sonra kısa süre içinde Kara Durmaz'ı İbni Şefik'in verdiği giyeceklerle alıp geldiler. Ve ona "Sen artık hürsün." dediler. Kara Durmaz hür sözünü işitince eli ayağına dolaştı. Köşede kan ter içinde şaşkın halde bakan İbni Şefik'e baktı. Ama onu kime benzeteceğini bilemedi. O sanki biraz cellat iken başını aldığı adamların birine benziyor gibiydi.
"O ne demek, hürsün?.."
"Şu adam sizin diyetinizi ödedi, sizi satın aldı."
Kara Durmaz gösterilen adama dikkatle baktı. Tanımadığı bir adamın kendini azat etmeye gelişine hayret etti. Biraz korkar gibi de oldu. Ama zindanın dışındaki temiz hava onu büyülemiş gibi kendine çekiyordu. Bu basit bir çekiş de değildi, sanki yudum yudum sormaktaydı. İbni Şefik hal hatır sorup kendini tanıtmaya çalıştı. Ama Kara Durmaz sarhoş gibiydi, onun söylediklerini ne kadar anlamaya çalışsa da anlayamıyordu. İbni Şefik'i dinleyerek anlamayınca onu kendince akıl yürütüp tanımaya çalışıyordu. Başını vurduğu adamlardan birinin yakınıdır, öç almak için satın almıştır dese, böyle birinin şimdiye kadar beklememesi lazımdı. Zaten kendi kendine ölmek üzereyken onu üstesine de bu kadar para verip kim satın alsın? Bu akla sığacak şey değildi. "Ne ise o olsun, gün ışığını tekrar görmek bana yeter."
Dışarının keskin aydınlığından Kara Durmaz'ın gözü kamaşıyordu. Dünya eskiden de bu kadar aydınlık mıydı acaba? Sonra onun burnuna bahar gününün temiz havasının yumuşak kokusu vurdu. Bülbüllerin, horozların, keçi koyunların sesi onun aklını deli divane ediyordu. Yolun kenarına konan, sonra onlar yaklaşınca kanat açıp uçan serçecik bile ona son derece sevimli, bu dünyanın gönül açıcı oyunu gibi göründü. Gözünün önündeki bu aydınlığın, bu güzel kokunun, başını döndüren seslerin, kendisine şimdiye kadar görmediği, işitmediği şeyler gibi gelişine Kara Durmaz hayret ediyordu. Taze yaprakları, dünyanın yeşilliğini, geçip giden atlıları görünce, biraz daha belini doğrultup yürümeye çalıştı. Sonra birden bu artık benden geçti der gibi bütün vücuduyla tir tir titreyip öksürmeye başladı.
Dört yılın içinde zindan Kara Durmaz’dan adam görünüşünü çıkarıp almış desen yalan olmazdı. Omuzlar kısılmış, vücutta et, yağ kalmamış. Yüksekten düşenin işi zor oluyormuş. Her zaman giydiği, hem de en güzelini seçip giydiği atlas kaftanı çıkarıp, zindanda giyilen kaba yünden hırkayı bürünmek Kara Durmaz'a çok ağır gelmişti. Ömür boyu hiç kimseden aşağı yaşamamak için yaptıklarının sonunda vara vara tutsaklığa varmasına utanmış, bunu cemiyetin aşağılaması gibi kabul edip adeta insanlara küsmüştü. Düğünde dernekte eline su dökseler, ona hizmet etseler bunu kendileri için bir derece bilen adamlar şimdi onun o su bile dökemedikleri ellerine zincir vurmuşlardı. Arkasından kıkırdayıp gülmüşlerdi. Zindanın tuzlu çorbasını önüne koyup: "Aşçımız çok mahirdir. Doymazsanız size bir iyilik yapar, eski tanışlığımız hatırına tekrar temin edebiliriz." diyorlardı. Sanki Kara Durmaz'dan başka işleri yok gibiydi, doğrusu onların gerçekten de başka işleri yoktu. "Zindana düşenin karısının da işi iş. Ne yaparsa yapsın, arkasında, dur-çüş, diyecek yok." diyorlardı.
Zindanda yatanlarda ona "Dışarda ne yapıyordun?" diye soruyorlar, bir türlü rahat bırakmıyorlardı. Kara Durmaz neredeyse sinirinden: "Kelle kestim." diyecekti. Yine de kendine hakim oldu ve söylemedi. "Sarayda yazı işleriyle ilgileniyordum." dedi. Bu haliyle bile sadece sarayda çalıştığı için zindanın ağaları onu suçlu buluyorlar, her gün zindanın içini temizletiyorlardı. "Dışarda halkı kendine hizmet ettirerek yaşamışsın. Hadi sen de şimdi ele hizmet et bakalım, hoşuna gidecek mi?" diyorlardı. Fakat Kara Durmaz hizmetçiliğe fazla dayanamadı. Kısa sürede iğne ipliğe döndü.
"Yahu senin hiç karınla görüşesin gelmiyor mu? Hediyemizi karından alıvereceksen buluşturalım." dediklerinde "Hayır."diye cevap vermişti. Dışarda Meral'a "Kocan görüşmek istemiyor." dediklerinde zavallı Meral yine kendini suçlar giderdi. Meral’in "Kocam yesin." diye varını yoğunu verip et yağ alıp pişirip geldiği yemeklerinden üçte biri Kara Durmaz'a ya ulaşırdı ya ulaşmazdı. O nafakalar çoğu zaman zindanın bekçilerinden öte geçmezdi. Onlardan kalanları da zindanda kendilerini efendi sayan hırsızlar uğursuzlar yerdi. Bayramda seyranda kendisine verilse bir şeyler o da Kara Durmaz'ın boğazından geçmezdi. Bu azaplar onun gündüz gördüğüydü sadece.
Gecesi gündüzünden zor seçilen yarı karanlık zindanın geceleri Kara Durmaz için olduğundan daha uzun sürerdi. Kimisi horlayarak, kimisi inleyerek yatan mahkumların arasında zindanın bir garip köşesinde gözüne uyku girmeden yatan kara Durmaz hayalinde oğluyla, eşiyle, hatta çoktan ölüp gitmiş babasıyla konuşurdu. Gözü biraz yumulup uykuya adım atsa onun kabusları başlardı. Kabussuz geçirdiği geceler Kara Durmaz için zindanda bayram gibiydi. Gerçekten de yüksekten düşenin işi zor imiş.
Bütün bunlar yetmiyormuş gibi ona bir de ince hastalık bulaştı. Hastalığı ilerledikçe o kurtuluşu imkansız görüyor, ölümün kendisini nasıl bir günde bulacağını gözünün önüne getiriyordu. Ölümünü de evlenmeden az önce evlenişini gözünün önünde canlandırmak istediği gibi gözünün önünde canlandırmak istiyordu. Çünkü o bu dünyada gördüğü eziyetleri öbür tarafın cehennemiyle değişmeye razıydı. İşte böyle günlerin birinde ona hiç tanımadığı bir adamı gösterip: "Şu adam senin kanının bedelini ödedi. Artık serbestsin." diyorlardı. Buna nasıl inansın? Hala neyin ne olduğunu anlayamamıştı. Hayır, o şu an önünden yürüyenin kendisini öldürmesinden korkmuyordu. O ölebilse başka şey istemiyordu zaten. O zindandayken gözünde canlandırdığı gibi, zindanın karanlık bir köşesinde, tek başına, kimseye görünmeden, hatta öldüğü birkaç gün sonra anlaşılacak şekilde ölmek istemişti. Şimdi ise bu yabancı adam, onu bu büyük arzusundan uzaklaştırmış, bilmediği bir yere götürüyordu.
Kara Durmaz'ın dünyaya hayret edişi gibi dünya da ona hayretle bakıyordu. Onun soluk yüzünün, adam değil de adam silueti gibi görünen zayıf vücudunun dikkat çekmemesi mümkün değildi. Onun öksürüğü İbni Şefik'i korkuttu. Tükürüğünde kan görünce başını salladı.
Öksürüğü kesilip tekrar güçlükle nefes alabilen Kara Durmaz:
"Niçin başını salladın, verdiğin paraya mı acıdın? Dokunmasan zaten kendi kendime ölecektim."
"Zindanda ölmektense temiz havayla ciğerlerini doldurup, gün ışığını gördükten sonra ölmek iyi değil mi?"
"Kafan çürük, kalbin çürük, ciğerlerin çürük ise gün ışığını nasıl göreceksin?"
Onun bu sözleri can acısıyla söylediğini İbni Şefik anlıyordu.
"Allah'a şükür edin. Sizi oğlunuz Samet bekliyor."
"Sen Samet’i nereden tanıyorsun?"
"Bağdat’ta tanıştık."
Kara Durmaz'a bu söz anlamsız bir espiri gibi geldi.
"Sen Selman'ı da tanıyor musun?"
"Merhumu hiç görmedim. Gülnesibe'yi tanıyorum."
"Sen Gülnesibe'nin neyi olursun?"
"Hiç kimsesi değilim. Onu bu gün gördüm. Kara Durmaz sen bana neleri soruyorsun? Samet'i sormuyorsun, hanımını sormuyorsun."
İbni Şefik birden durdu. Kara Durmaz onun gözlerine bakamadı. "Bir yakınının kanı için beni satın almıştır." düşüncesi onun aklından o anda çıkıp gitti. Deminden beri kendini nezaket kuralları içinde tutmaya çalışan İbni Şefik'in niyetinin iyi olduğunu anladı. Ama yine de o kendine böyle iyilik yapacak adamın kim olabileceğini bir türlü çıkaramıyordu. Daha önceden ertesi gün başı vurulacaklar arasında beklerken bir tek onun diğerlerinden ayrılmasını da anlayamamıştı. Bugün de tanımadığı bir adam onu zindandan çıkarıyor peşine takıp gidiyordu. Kara Durmaz yine öksürmeye başladı. İbni Şefik güçsüz kuvvetsiz kalan Kara Durmaz'ı evlerine varıncaya kadar altı yedi defa koltuğuna girip oturtmak, biraz dinlendirdikten sonra tekrar yola devam etmek zorunda kaldı.
Kanla karışık öksürükler yüzünden onun ağzında daima kan tadı olurdu. Şimdi yanlarından akan derenin suyuyla her seferinde ağzını çalkaladığı için belki de ağzının tadı değişmişti. O İbni Şefik’in insan değil de Allah tarafından canını almaya gönderilen melek olduğunu düşündü. Samet'in Bağdat'a gidişi, gelişi hakkında anlattıkları Kara Durmaz'a yaramaz çocuğu aldatmak için anlatılan masallar gibi görünüyordu. Tıpkı masallarda olduğu gibi bütün bunların da sonu güzel bitmeliydi. Onun için dinlediği masal içine kendi oğlu da katılarak biraz daha ilginç hale getirilmek isteniyor olmalıydı.
İbni Şefik başını sallarken Kara Durmaz'ın pek uzun yaşamayacağını bildiği için sallamıştı. Çünkü ciğerinden kopan pelte pelte kanlar tedavisi mümkün olmayan ve bu kadar ilerledikten sonra kısa sürede sona götüren hastalıktan haber veriyordu. İbni Şefik daha demin bu yoldan uçacak gibi zindana doğru giderken aklına gelen tasayı hatırladı. Gerçekten de kör kuyunun ağzına kadar çektiği adam tam çıkacakken ümit ipi kopacak, tekrar karanlık kuyunun dibine düşecekti.
Tabiplerin hastalığa karşı çaresiz kaldıkları zaman acizliklerinden kaçar gibi başka bir dertlinin kaygısını çekmeye başlamak şeklinde ortaya çıkan huyları İbni Şefik'te de vardı. Onlar için yakında canı çekilecek hasta kırılan şişe gibiydi. Kırılan şişeden ise vazgeçilir. Kara Durmaz'a İbni Şefik'in yapabileceği tek yardım vardı. O da emanetini teslim etmeyi beklerken fazla eziyet çekmemelerini sağlamak. Ağrı kesici ilaçlarla acıyı dindirmek. Kara Durmaz gibi ciğeri çürüyüp can verenlerin genellikle çok eziyet çektiklerini biliyordu.
İbni Şefik'in başka bir derdi vardı ve esas derdi oydu, o da Samet’ti. Babasının ölümünü görünce onun yine aklının gelip gitmesi mümkündü. Bunun önüne geçmek için ne yapması gerektiğini ise o da bilemiyordu. Sıkıntısından: "İyi iş bitirdim. Gürgenç'e gelmesek olmaz mıydı sanki?" diye söylendi. Bağdat'tayken Samet'in buraya gelmek istemediğini hatırladı. Ama son pişmanlık fayda etmezdi. Şimdi ne yapmaları gerektiğini bulmalıydı...
Sametlerin evi görününce İbni Şefik, Kara Durmaz'ı bir kara taşın üstüne oturttu. "Ben Meral'i alıp geleyim." diye hızlı hızlı yürüdü gitti. O Kara Durmaz'ı bırakıp eve geldiğinde de ne yapacağını bilmiyordu. Ama çok tecrübeler geçirmiş ihtiyar beyni böyle ikisi birden eve girseler durumun daha kötü olabileceğini söylüyordu. Uçuyor gibi kendinden hızla uzaklaşan İbni Şefik'in arkasından bakan Kara Durmaz, onun gökten kendisine tecelli etmek, durumunu anlatmak için inen melek olduğunu içinden tekrar tasdikledi. İbni Şefik hızlı hızlı yürüyüp gelse de kapıya ulaşınca yavaşladı. Kapıyı yavaşça açıp avluya girdi.  Onu yine gürültülü şekilde üren Alabay karşıladı.
İbni Şefik evden çıkıp gittikten sonra Gülnesibe içeri girip bir süre tatlı tatlı uyuyan Samet ile Meral'in başucunda oturdu. Uykuda yatan Samet'i seyretti. Onun yanağındaki yara izi olduğundan daha koyu, öncekine göre daha belirgin benek benek görünüyordu. Sanki bu yara izi Samet’i diğer yaşıtlarından ayırmak için Allah tarafından verilmiş özel bir nişan gibiydi. Nesibe'ye onun saçları ipektenmiş gibi geldi. O ipek saçlar yüzüne, çok sevimli, henüz görülmemiş bir nurla boyanmış boynuna dökülmekteydi. Kucağında oğlu yatan Meral’in yüzünü Gülnesibe hiç bu kadar rahat görmemişti. Bu rahatlık insanın hiçbir zaman ulaşamadığı, hem de gizli bir sır gibi yüreğinin derinliklerinde saklayıp, ömür boyu arzu ettiği rahatlık olsa gerekti.
Gülnesibe’nin gözleri dolu dolu oldu. Yavaşça ellerini ipek saçlara dokundurdu. Gözyaşı alabaharın çiği, yumuşak eli ise tomurcukları yaran bahar rüzgarı gibiydi. Tomurcuklar yarıldı yarılacak, yapraklar uyandı uyanacaktı.
"Meralcan kalk. Sametcan, oğlum kalkın. Kalkın babanız geliyor."
Samet birden gözünü açıp "Hani?" diye sordu.
"Deden onu getirmeye gitti oğlum. Kalkın çay içelim. Onlar gelinceye kadar tatlı yemekler pişirelim."
Meral, Gülnesibe'nin dediklerine birden inanamadı:
"Aklından zorun mu var kız? O zavallı adam onu nasıl kurtarsın?"
Gülnesibe, Kara Durmaz'ı satın alabilecek kadar paranın bulunduğunu söyledi.
"Dışarı çıkalım da bir."
"O kadar para nereden bulundu?"
Samet babası dışarıda bekleyip duruyormuş gibi çabuk çıktı. Meral de, Gülnesibe de onu takip ettiler. Dışarda gülümseyen Gülnesibe:
"Meralcan bir çıkış bulundu. Bendeki evin parasının üstünü tamamlayacak kadar İbni Şefik'te para varmış."
Meral hala bir şey anlayamamıştı.
"Meral, o evin parası vardı ya hani."
Sevincinden ne yapacağını bilmeyen Gülnesibe, içindeki parayı İbni Şefik'e verdiği boş para kesesini bir koşu evden alıp çıktı. Bunların sesiyle Rabiacık da uyandı. O annesinin hareketlerine, sevincine bakıp bakıp:
“Anne, babam mı geliyor?" diye sordu. Gülnesibe:
"Evet kızım, evet." diye cevap verdi.
Birden Samet'in başına bir damla su damladı. O yukarıya baktığında yüzüne damlayanın İbni Şefik'in budadığı üzüm çubuklarından damlayan su olduğunu gördü. Samet buna pek bir ehemmiyet vermedi, annesine Bağdat'tan atalığının babasını azat etmek için yanına para alarak geldiğini anlattı, o da Gülnesibe'nin sevincine katıldı. Onun şimdi biraz önce zapt edemedikleri için bağlamak zorunda kaldıkları Samet olduğuna görmeyen inanmazdı.
"Anne, eskiden yaptığın gibi tavuklu pilav pişirsene."
"Ah oğlum. Evde ne pirinç var, ne tavuk."
"Pazara gidip alıp geleyim."
"Peki parayı nereden bulacağız?"
Gülnesibe araya girdi.
"Paranın bir çaresi bulunur. Hadi oğlum, pazara gidelim. Annen de biz gelinceye kadar kazanı hazırlasın. Döşekleri çıkarsın."
Kesilen üzümlerden bir damla daha Samet’in boynuna damladı. O, onu yine önemsemeden sildi de:
"Hadi, Gülnesibe teyze." deyip, sevinçle hemen avludan çıktı.
Gülnesibe:
"Meralcan Rabia'yı oyalayıver. Hadi kızım Meral annen sana şarkı öğretecekmiş."
Kendisinin kalması gerektiğini anlamış gibi Rabia, Meral annesinin kucağına sindi. Gülnesibe küçük bir pazar torbasını eline alıp Samet‘in arkasından yetişti.
Meral, küçük Rabia'yı peşine düşürüp kazan yıkadı. O uzun zamandır kullanılmadığı için toz içinde kalan kazandaki pisliği temizlediği gibi Kara Durmaz'la aralarına giren tozları da temizleyebilseydi, ateşin üstüne konulmaya bile razı olacaktı şu elindeki kazan gibi. Kendi suçunun o pislikleri yapıştığı anda yıkayıp temizleyememesi olduğunu düşünüyordu.
O ala boncuklarla başlayan hayat kitabından Kara Durmaz'dan ayrı yaşadığı dört yıl, Meral için koparılan dört sayfa gibiydi. İşte bugün kopsalar da yitmeyen o dört sayfadan sonra yaşanan hadiseler o kitaba yazılmalıydı. Meral o kitabı bambaşka harflerle yeniden yazmak için hevesle işe girişmek istiyormuş gibi sokaktan biri geçse kapıları açılacak gibi bakınıyor, ne yapacağını bilmez halde ileri geri gidip geliyordu. Kap kacakları hazırladı. Tam evi de tekrar süpüreyim diye içeriye girmişti ki dışardan Alabay'ın sesi geldi. Hemen dışarı koştu. Kapının ağzında İbni Şefik'in tek başına durduğunu görünce ne yapacağını bilemedi. Devamını yazmak istediği kitabı biri zorla elinden almış da hayasızca son noktayı koymuş gibi bir duyguya kapılmıştı.
"Bacım korkma. Kara Durmaz'ı yorulduğu için yol ayırımında oturtup, haber vereyim diye geldim. Hani Samet, o kalktı mı?"
"Evet, Gülnesibe ile pazara bir şeyler almaya gittiler."
"İyi yapmışlar. Bacım, Kara Durmaz fena zayıflamış. Hem de hastalanmış zavallı. Yine de sizi görecek kadar talihli imiş. Aydınlık dünyaya çıktı. Bacım, ne de olsa 'Adam başı taştan katı.' demişler ya işte öyle. Gel onu alıp gelelim. Yoksa kendim gidip getireyim mi?"
"Öyle yapsanıza,ben çay demleyeyim."
Meral, İbni Şefik'in ne demek istediğini tam anlayamadı. Onun sözden mana çıkaracak, imaları anlayacak hali de yoktu doğrusu. Görüşmekten ümidini kestiği kocasıyla kısa süre sonra tekrar yüz yüze geleceği için heyecanlanıyordu. Şu dört yılın içinde kocasına davranışındaki doğruları yanlışları her zaman terazide taşıyan Meral'in, yeni baştan yaşamak, ömür kitabını yeniden, güzel harflerle doldurmak hevesi uçup gitti. Ona "Hadi sen önce bir eski yazdıklarının hesabını ver." denmiş gibi oldu. Kendisini şimdi cevap vermek için ayağa kaldırılmış, birazdan da karşı tarafın vekilleri gelecekmiş gibi hissediyordu. İşin en kötü tarafı da, bu muhakemenin sonucunun kendi lehine olması mı iyi yoksa Kara Durmaz'ın lehine olması mı iyi emin değildi. Karı kocanın hayatının teraziye konması, daha baştan iki tarafın da yenildiğini gösteriyor gibiydi. Böyle şeyler tartıya konup ölçüldükten sonra sonra ne kefesi hafif gelen ağlayabilecek, ne de ağır gelen diğeriyle dalga geçebilecekti. Bilakis hafif gelen, ağır gelene tepeden bakacak gibiydi.
Kara Durmaz taşın üstüne oturmuş İbni Şefik'in arkasından bakarken avlularının kapısına gözü düştü. Gözlerine inanası gelmedi. Dikkatle etrafını kolaçan etti, evet, sokak da kendi sokaklarıydı. Hatta şu an üstünde oturduğu taş da onun saraya giderken genellikle üstüne ayağını koyup çizmesinin koncunu çektiği taştı. O zamanki çizmesinin pisliği şimdi elbisesine bulaşacak gibi birden yerinden kalktı.
"Bu beni evime niçin getiriyor acaba? Meral'i niçin çağıracak? Yoksa önce evini görsün, kendi yüreğini kendisi kıyım kıyım kıysın mı diyor?"
Kara Durmaz bütün ömrünü saraya bağlayıp, ondan başka arkasında duracak ne dost, ne yoldaş kazanmadığına, tersine o saray için İmam Selman'dan yüz çevirdiğine köpek gibi pişmandı. Birden o zamanlar eğitim verdiği çocuklar aklına geldi. Fakat onların hatta adları bile aklında kalmamıştı. Kara Durmaz'ın aklına birden alıp başını kaçmak fikri geldi. Fakat o kadarına cesaret etmeden yine kendini taşın üstüne bıraktı.
"Beni şimdi kimse kurtaramaz. Beni kurtarmak da zaten tersine daha beterini göstermek olur. Ecelim gırtlağımda oturmuş katre katre kanımı çıkarırken ben nasıl kurtulabilirim? Bırakayım Meral de, Samet de görsünler en son hangi noktaya ulaştığımı. Belki onlar için faydalı olur. Sen kaçmaya kalkışma. Zindandayken kaçmayı düşünmedin, şimdi bu aydınlık dünyadan, bu temiz havadan nereye kaçacaksın?.. Ah, çaresizliğin bana söylettiği sözlere bir baksana..."
Birden uçar gibi gelen İbni Şefik göründü. Kara Durmaz ona başa çıkamadığı fikirlerden kurtaracak biri gözüyle baktı. O geldi ve Kara Durmaz'ın koltuğuna girip onu eve doğru götürdü.
"Hadi, hanımın evde çayını demleyip seni bekliyor."
"Söylesene sen beni niçin alıp getirdin?"
"Seni karın, çocukların beklediği için alıp geldim. Ne o, onları göreceğine sevinmiyor musun?"
"Hiç sevinmez miyim onlar sevinse..."
"Nasıl sevinmesinler?! Onlar sen sağ salim geldin diye evinde pilav pişirmeye hazırlanıyorlar."
Geldiği için pilav pişirilecek, ama buna gözü ile görmese inanmayan Kara Durmaz İbni Şefik'in önüne düşüp kapıdan girdi. Bugün avludaki geliş gidişlerin artmasından iyice rahatsız olan Alabay kapıdan gözünü ayırmaksızın zincirinin çevresinde dönüyordu. O sahibini tanımadan yine havladı. Kara Durmaz gözlerini birden bu tanış sese dikti. Avlunun bir köşesinde ürüp duran köpeğini görünce azatlığa çıktığına iyice inandı. Doğru köpeğinin yanına vardı.
"Alabay, ne o tanımadın mı? Senin de tanınacak halin kalmamış doğrusu."
Alabay'ın onu hemen tanımasına İbni Şefik hayran kaldı. Köpek sahibinin önünde kuyruğunu bulayıp hüzünle inliyordu. Kara Durmaz onun kazan gibi kocaman başını sıvazladı. Sonra takatsiz geri döndü. Meral'in yüzüne baktı. Meral kocasının bu hale geleceğine rüyasında görse inanmazdı, onu böyle görünce donmuş kalmıştı.
O şimdi Alabay'ın sahibini tanıyınca olduğu gibi olmaya hazırdı. Kara Durmaz'ın uzayan kaşları, zaten iyice içine çökmüş gözlerini daha feci gösteriyordu. Onları gören Meral yere baktı. Hiç değilse ağlayıp ayağına düşsem dedi. Kara Durmaz'ın hafif titreyen sesi onun bunu yapmasını engelledi. Zar zor "Nasılsınız?" diyebildi. Birden tutan öksürüğü sözüne devam etmesine izin vermedi. Devamlı ve ağır öksürük kesintisiz devam edince vücudunu taşıyamayıp Meral'in tam önünde iki dizini de büktü. Meral'in önünde diz çökmesine öksürüğü mü sebep oldu, yoksa o bunu kendisi mi istedi, orasını sadece o bilir. Karısı bir şey anlamış gibi hemen arkasına dolaşıp alnından tuttu. Kara Durmaz kemiğe dönen ellerini Meral’in mahrem ellerinin üstüne koydu. Söz bulamayan dilin yerine konuşan o eller birbirlerinden özür diliyorlardı. Onların bir ömür boyu kalplerinde taşıdıkları sevgi o ellere geçmiş gibiydi. Onlar: "İşte benim sevgim. Ben seni her zaman seviyordum, ne güne düşersen düş yine severim. İşte benim sevgim." diye ellerini birbirinin üstüne koymuşa benziyorlardı. Sanki şimdi o ellerin bütün yetenekleri alınmış, onlarda sadece sevgiyi anlatmak yeteneği bırakılmıştı. Şu an, yüreğin de, beynin de, gözlerin de...bedenin bütün azalarının sevgi elçileri bu ellerdi. O eller hem bağışlıyor, hem bağışlanıyorlardı, hem seviyorlardı, hem seviliyorlardı, hem anlıyorlardı, hem anlaşılıyorlardı, hem konuşuyorlardı, hem dinliyorlardı.
İbni Şefik heybesinden ilaçlarını çıkarıyordu. Öksürüğün arası kesilince Kara Durmaz'a ilaç verecekti. O ellerin ilaç olamadığı derde başka bir ilacın yardım edemeyeceğini o bilmiyor mu acaba?
Bu arada pazara gidenler de geldiler. Borç harç alabildikleri kadar bir şeyler almışlardı. Kapıdan girerken ağzı kulaklarına varan Samet, babasının aşırı şekilde zayıflayıp bir deri bir kemik kaldığını görünce ne yapacağını şaşırdı, başından kaynar sular döküldü sanki. Annesinin alnından tuttuğu babasının önüne geldi ve orada kalakaldı. Kara Durmaz'ın sevgi kesilen elleri Meral'in ellerinden ayrılıp evladına doğru uzandı. "Karadan doğan beyazımsın sen, geceden gelen gündüzümsün. Karanlığımın ışığı..." demek isteyen bembeyez elleri tir tir titriyordu. O eller, elini veren Samet'i kendine çekip kucağına basacak gücü zor buldu. Onun bütün gücünü başaramayacağı bir işe verdiği ihlası almıştı. O konuşurdu dil olsaydı, yazık, yazık ki basit bir eldi. Fısıltıyla da olsa diller de kendi borçlarını ödediler. Gözler de kendi borçlarını ödediler. Onların ağı evladını son kez görebildi. Kendi vazifesini yerine getiren kulaklar da o an sadece Samet'in nefes alışını, yüreğinin atışını, onun YAŞAMAKTA oluşunu dinliyorlardı. Beyin de üstüne düşeni yaptı. Allah'a şükretti. Zindandan, karanlıktan, ömrünü inkar edip öldüğü iki gün sonra bilinecek şekilde karanlık köşesinde ölmekten önüne düşüp alıp gelen adamın ins de olsa cin de olsa iyi niyetli olduğuna aklı yetti.
Kendinin bu dünyadan, bu acayip misafirliğinden kovulmadığına, arkasında kendinden geçen tohumu taşıyacak nesil bıraktığına şükretti. Bu ise bundan on asır sonra bile nesli Kara Durmaz'dan gelen bir insanın dünyaya gelebileceği ümidiydi. İşte bu ümit ile beyin Allah'a şükretti. Mecalsiz vücut da sandırayıp kendi borcunu ödedi, bu dünyada kendi en yakınının kim olduğunu gösterip, tasdik edip, ispatlayıp son gücünü harcayarak oğlu Samet'i bağrına bastı. Kalp de son görevini yaptı, o en son çarpışını, kendisinden ilk vuruşuna güç, maya, kaynak alıp giden, hem de dalgalarının devamı olacak yüreğin çarpıntısına katıp gitti. O buna öyle bir güç sarf etti ki, damarlar yarıldı, kanlar ağızdan burundan taşıp gittiler.
Kara Durmaz son nefesinde hafifçe öksürecek gibi oldu. Fakat içinden bastırıp gelen kan kucağındaki Samet’in arkasına sıçradı gitti. Borçlarını ödeyen azalar çalışmayı bıraktılar. Gücü kalmayan kolların gevşeyip kendini bırakmasından neyin ne olduğunu anlayan Samet babasını kucağından bırakmadı. İbni Şefik yetişip Kara Durmaz'ın arkasından tuttu. Kulaklarından kan gelen Kara Durmaz oğlunun kucağında can verdi...
Samet babasını her şekilde gözünün önüne getirse de böyle zayıf, böyle aciz, hem de böyle aziz sıfatta göreceğini zannetmemişti. Önceki ettiği ettik kanlı canlı vücudun yerine gelen şimdiki incelmiş babası Samet'e zindandan başka bir adam olarak çıkmış gibi geldi. Acizliğiyle merhametli görünen babasının yeni görünüşü Samet'i sevindirmişti. Kendisini bildi bileli babasına "-cığım" demeyen Samet, ilk defa kucağında zavallı bir halde dururken ona bir şeyler olduğunu anlayıp "Babacığım!" diye bağırdı.
Samet yere yatırdığı babasının insan rengini yitirip ağaran yüzüne, eskiden yağlı yanakların arasında pek belli olmayan, şimdi ise gözler de kapalı olduğu için kendisine baş rol verilmiş artist gibi öne çıkıp, deliklerinden kan aktığı için özellikle bütün bakışları kendine çeken burnuna bakıyordu. Gömleğinin yeni ile onu silmeyi denedi. O bunu düşünürken en son kan damlası babasının kulağından da geldi. Gülnesibe yavaşça Samet'i geri çekti. Kara Durmaz'ın ağzından, burnundan, kulaklarından akan kanı elindeki bezle silerken "Zavallı, kan içinde yaşadı, kan içinde de can verdi." dedi.
Meral'in ağlamaktan suyu çekilmiş kuyuya dönen gözleri Samet'in al kana boyanmış sırtındaydı. O oğlunun böyle kana boyandığını, sadece köpek saldırdığı gün görmüştü. Zindandan gelen Kara Durmaz avluya ilk adımını attığında Meral onun emanetini teslim etmeye geldiğini sezmiş, "Yüzünde ölü rengi var." demişti. Belki de onun içindir, Kara Durmaz'ın ölümü Meral'e olması gereken bir şeymiş gibi göründü. O yalnız Samet'in elinin tersiyle fırlattığı bocukları kapışı gibi Kara Durmaz'ın gücü kaçıp düşmekte olan elini tam düşmeden kapıp almıştı. Soğuyan elin o boncuklardan pek farkı da yoktu artık. Kara Durmaz'ın zayıflıktan eti kalmamış parmağının her eklemi bir boncuk gibiydi. Ama yine de o eller kendi sevgisini anlatmaktan vazgeçmiyorlardı. Değişen tek şey onların şimdi soğuk, acımasız, hoşa gitmeyecek sözler kullanmalarıydı. Onları uzun süre dinlemek mümkün değildi. Meral daha fazla dayanamadı ve onları soluksuz kalan Kara Durmaz'ın göğsüne bıraktı. Arkadaşsız yoldaşsız yalnız kalan kendi ellerini ise nereye koyacağını bilemedi.
İbni Şefik'in bir gözü Samet'teydi. Gözyaşları dinmek bilmeyen Samet o bir defa "Babacığım!" dedikten sonra ağzından bir kelime daha çıkmamıştı. Onun diline bu sözden sonra başka söz söylemek yasaklanmış gibiydi. Şimdi konuşabilse yine "Babacığım"dan başka söz söylemeyecek gibiydi.
Samet ancak babasını defnedip dönüşlerinden sonra:
"Atam, babamı kurtarmanın çaresi yok muydu?" dedi.
"Yok oğlum, ben o belayı iyi bilirim, hiç kimse kurtulmuyor."
"Ama hani derdini veren dermanını da verir diyordun?"
"Biz çok geç kalmışız oğlum."
Samet yine sustu. Ama onun yerine teselli edici sözleri olabildiği kadar çok ve çabuk söyleyen İbni Şefik konuşmaya başladı:
"Oğlum, baban bu dünyanın azaplarından kurtulup seni cennette bekler. Başı ölümsüz insan yok. Allah'ım ömür verip herkesi vakti gelince geri çağırdığına göre anasız babasız yetim kalmayacak da yoktur. Ayrılığı sadece sen değil ben de tattım. İkimizden başka da bizim gibiler çoktur oğlum. Fazla kafanı yorma, yüreğini geniş tut. Annen var, ben varım. Arkada kalanların ömrü uzun olsun diyelim oğlum."
İbni Şefik kucağında iyice küçülen Samet'i başını sıvazlayıp teselli etmeye devam etti. O Kara Durmaz'ı defnedip kırkını geçirinceye kadar Kuran'dan başlayarak okuduğu bütün kitaplardan aklında kalan teselli verici sözleri, misalleri üşenmeden anlattı. İbni Şefik'in sakinleştirici sözlerini Samet kış azığı gibi aklının bir köşesine biriktiriyordu. O kendi çektiği sıkıntıların da onlardan halas olmanın da ancak ve ancak Allah'tan olduğunu anlıyor, bununla rahatlıyordu. İbni Şefik'in bazı yürek parçalayıcı mesellerine Samet kendini tutamayıp sessizce ağlıyordu. Onun gözünden sızan damlalar, İbni Şefik'in budadığı çubuklardan akan damlalar gibi yüreğinden, özünden gelip yaşadığını göstererek damlıyorlardı. Yaşadığı için damlalar dinmeliydi. Dünyanın, yavaş yavaş, salına salına da olsa gitmesi ona da tomurcuk açtırmalı, yeni dallar çıkartıp çiçeklendirmeli, çiçeklerinden meyve vermesini sağlamalıydı. Dünyasını anne babası döndürüyormuş gibi görünen oğulların kızların yetim kalmaları da o dönüşü yavaşlatmıyor, aksatmıyor. Kısacası onun hızını da, ağırlığını hafifliğini de etkilemiyor. Çünkü babanın kendi ömrü var, oğlun kendi ömrü. O ömür ise herkesin kendi günahından sevabından, sevincinden üzüntüsünden, eziyetinden azabından, rızkında nasibinden oluşturuluyor.
İbni Şefik'in aklından geçmekte olan bu düşünceleri Meral de kendi eleğinden geçiriyor gibi:
"Ölenle ölünüyor mu ki?..." dedi.
İbni Şefik kendisinden beklenen konuşmanın vakti olduğunu anladı:
"Bacım doğru söylüyorsun. Ölenler de öyle olmasını istemiyorlardır. Onların bizden beklediği kendileri için dua etmemiz, ruhlarına Kuran okumamız. Allah'tan merhamet dilememiz. Yoldaşları imanları olsun. Dünyanın kuruluşu böyle. En yakınını, en sevdiği adamı kaybetse de insan kendi dünyadan gitmek sırası gelinceye kadar yaşamaya devam etmek zorunda. Belki insan için hayattayken çevresinde sağların gezmesi gerektiği gibi öldükten sonra da arkasında diri kalan birilerinin kalıp güzel şeyler dilemesi gerektir. Böyle olmasaydı insanlık bu kadar asır arkasında nesil bırakmak için uğraşmaz, bunu hayatlarının en ehemmiyetli meselesi kabul etmezlerdi. Eğer ben arkamda torunlarımın kalmasını istemezsem, bu dünyadan şükürsüz, ona karşı asi olarak gittiğim anlamına gelir. Bu dünyaya gelip burada her türlü azapları çekmiş de olsak, dünya bizim için tatlıdır.
Bacılarım sizden saklayıp ne yapayım, kendim Kara Durmaz merhumun yasında kafam da Bağdat'taki şifahanenin meselelerinde. Orayı iki çocuğa emanet edip gelmek zorunda kaldık. Belki burada ne kadar oyalansak o kadar iyidir ama arkamı tam emniyette görmediğim için gitmek zorundayım. Samet oğlum artık sizinle mi kalır, benimle mi gider bir sonuca bağlamamız lazım. Bana sorarsanız, 'Hepimiz Bağdat'a gidelim.' diyorum. Ama oğul sizindir bacım. Eğer burada kalalım derseniz, o da sizin ihtiyarınızda."
"Ah, babası benim oldu mu ki, oğlu benim olsun? Samet ne derse o olur."
"Nesibe siz ne diyorsunuz?"
"Ben de ne diyeceğimi bilemiyorum. Samet’i alıp kalsak, onun kanadı kırılmış gibi olur. Gidelim desek çifte tümsekler bırakmıyor."
"İnsan diriyken bile birbirini bir yere bağlayıp koymamalıdır, hele öldükten sonra asla."
Samet atasına: "Atam ben babamdan nasıl kopayım, annemden nasıl ayrılayım? Babam beni kendine bağlamadı mı, annem beni kendine bağlamadı mı, siz beni kendinizle birleştirmediniz mi?" demek istedi. Ama bir şey demedi. Çünkü bu sorular sadece kendi aklında doğan, kendi en yakınlarının bile cevap vermek zorunda olmadıkları sorulardı.
Herkes sustu. Bir zamanlar Gürgenç'ten Bağdat'a giden kervana yetişmek için koşarken çocukluk ülkesinden kovulup çıkarılan Samet annesine seslendi:
"Anne benim için gerekli olan senin rahatın. İstersen Merv'e gidelim, istersen Bağdat'a, istersen burada kalalım."
"Bundan sonra bana rahat yoktur yavrum. Senin yanında olsam yeter. Atan bizi yük bilmezse Bağdat'a gidelim. Onun bize yaptığı iyilikleri ömrünün sonuna kadar kapısını süpürsem de ödeyemem."
"Öyle demeyin bacım. Bağdat'a gelirseniz başımızın üstünde yeriniz var."
"Ablacığım, senin de vatanın Bağdat. Bizden ayrılma. İmam Selman da, Kara Durmaz da bizden razı olsunlar. Burada dursak bile bu onların yanında olduğumuz anlamına gelmez. Yoksa yanılıyor muyum?"
Nesibe, Meral'a ne cevap vereceğini bilemedi. İbni Şefik araya girdi:
"Kardeş, size orada iş de buluruz, yaşayacak ev de. Birbirinize bunca yıl yoldaş olmuşsunuz, şimdi de ayrılmayın."
"Ata, Gülnesibe teyzem kadın tabibi. Orada kadınların şifahanesini de açabilir. O bizden ayrılıp burada kalmaz. Öyle değil mi Gülnesibe teyze?"
Gülnesibe yanında oturan Samet'in başını sıvazladı:
"Ben senden nasıl ayrılayım yavrum?" dedi.
Mezarlığa ilk gidişinde orada babasını koyup dönmek zorunda kalan Samet büyük adamların arasında olduğundan daha sıska görünüyordu. Onun uçsuz bucaksız tümseklere hayretle göz gezdirmesi çölde yetim kalan geyik oğlağını hatırlatıyordu. Babasının cesedini içeri yerleştirmek için İbni Şefik az sonra mezara dönecek çukura onu da indirdi. Çukura onlardan başka iki kişi daha indi. Onun derinliği Samet’in göğsüne geliyordu neredeyse. Samet çukura girer girmez bunun başka bir dünya olduğunu sezdi. Heyecandan yüreği yerinden fırlayacak gibi oldu. İlk defa Folomey Dayının cesedini yardıklarında da onun içi tıpkı şu an olduğu gibi kendi nefesiyle dolmuştu. O yeyip içip, konuşup, sevip sevilip, kendine göre sıcaklığı, değeri olan adamın adamlığından başka da bir şeyler olduğunu hissetmişti.
Toprak da öyleymiş. Üstüne ekin ekilip, bağ büyütülüp, ayaklar altında çiğnenip, alışkanlık eseri yüzüne gözüne tükürülen toprak şu anda sanki o bildiğimiz toprak değildi. Onda bambaşka heyecan verici bir güç vardı. Sesini çıkartmıyordu, senden yüz çeviriyor gibi soğuktu. Bu duygulardan, soğukluktan kurtarmasını dileniyor gibi Samet göklere baktı. Çukurun dışındakileriz zihni kendi işleriyle doluydu. Onların tek düşünceleri aşağıda çukurda duranlara ak kefene dolanan Kara Durmaz'ı vermekti. Samet'e babasının ayak tarafı düştü. İnce kefenin içinde ökçe, taban, başparmak açık seçik hissediliyordu. Samet’in aklına deniz kenarında bıraktığı kendi ayak izleri geldi. Bu ayaklardan pek öyle hafif görünen izlerin kalmayacağı belliydi. Babasının mühre benzeyen baş parmakları daha da büyük görünüyordu. O "mühürler" sanki başka hiç kimse kullanmasın diye mezarın bir kenarına konuldu, üstü tahta çitle kapatıldı. Samet'i elinden çekip mezar çukurundan çıkardılar. O aydınlık dünyaya tekrar doğmuş gibi oldu. Yer yüzü de üstündeki bodur bitki örtüsüyle eski haline döndü.
İbni Şefik, Samet'e babasının kabrine üç kürek toprak attırdı. Sonra da kalabalığa ruhsat vermesini istedi. Samet’in "Ruhsattır." demesiyle herkes bütün gücüyle ortalığı toza dumana katıp merhumun kabrini örtmeye başladılar. Kısa süre içinde Samet'i heyecanlandıran çukurun üstünde konuşma çizgisine benzeyen tümsek meydana geldi. Koltukta da taşınabilecek zayıf babasının yerine bu kadar toprağın tepe olup çıkışına Samet hayret etti. Çizginin ucu kıbleyi gösteriyordu. Mezarlıkta birbirine benzeyen, hep aynı istikameti gösteren büyüklü küçüklü çizgilerden neredeyse adım atacak yer kalmamıştı. Bir birine paralel de olsalar, bir tarafı da gösterseler, o çizgiler birbirinden bölünüyorlardı. Onlar yoluk yoluktu. Bu çizgiler Samet'in bir hendese kitabında gördüğü cismin görünmeyen yüzünü göstermek için kullanılan kesik çizgilere benziyorlardı. Onlar dünyanın dirilere görünmeyen diğer tarafını gösteren işaretler gibiydiler...
Mezarlıktan çıkıp gidişlerinden kırk gün sonra Bağdat’a göçüp gitmek hakkında yaptıkları konuşmada Samet çevresini saran yakınlarının aralarının yolunmasını istememişti. Bu konuşmadan sonra her biri bir mezarlıkta olsalar da bir yönü gösteren Kara Durmaz ile Selman'ın "yoluk çizgilerin" arasına karışan kabirleriyle vedalaşıp Bağdat'a doğru göç ettiler...

(Devam edecek.)

Yorumlar

Popüler Yayınlar