Ağır Aksak Gidiyor Dünya 13

İlyas Amangeldi
Türkçesi: Hüdayi Can

(Önceki Bölüm)

...Ölenler yerle birlikte onun altında dönerler durmadan, diriler üstünde. Bundan on asır önce yine böyle dönmekte idiler şüphesiz, bu arada kıyamet kopmazsa on asır sonra da aynı şekilde döneceklerdir, tıpkı bugünkü gibi...

O zamandan beri tam yirmi beş yıl, kum tepesinden aşıp giden develer gibi kimi ağır yüklü, kimi hafif geçtiler, gittiler. Es-Samet bu yirmi beş yılın içinde önce annesini, sonra Nesibe teyzesini, en sonunda da atalığını toprağın koynuna teslim etti. Onların vasiyetlerini sadece biri hariç yerine getirdi. O da atalığının öldükten sonra beni de kes incele demesiydi. Bu işe Kemalettin de karşı çıkmıştı. Fakat o karşı çıkmasa da Samet yapabilecek değildi. Bunu yapamayacağını merhum henüz sekarata girmeden kendisine de söylemişti. Rahmetli o zaman sesini çıkarmamış, zaten bu sesini çıkarmayışıyla da bir daha sesini çıkaramamış aralarından ayrılmıştı. Devrinin en anlamlı çizgilerinden biri daha çizilmişti. Aslında çizginin bir anlamı olabilir mi ki? Çünkü dışarıdan baksan o çizginin de diğerlerinden pek farkı yoktu.
Atalığının kabrine girip onu son mekanına yerleştirmeye katılan Es-Samet'e babasınınkinde olduğu gibi yine merhumun ayak tarafı düşmüştü. Aradan uzun yıllar geçtiyse de babasının ayaklarını, kocaman baş parmaklarını daha dün gibi hatırlıyordu. İnsan ayaklarını o yine mühre benzetti. Atalığının sağlığında bıraktığı izleri düşündü. Ona sağlığında insanı taşıyan, istenildiği için tekrar tekrar yıkanılıp gezilen ayaklar, bu dünyada yaşadığımız günlerin sayfalarına mühür gibi basılıyor, yaşanılan sayfalar için cevap vermek gerektiğinde de sayfalar, o mühürlerden, ayak izlerinden tanınacak gibi geldi. Kabrin içinde o mühürler, belki de artık geçersiz oldukları için yere basılmadan yatıyorlardı.
Geçen yılları yad edip başını kaldırmadan giden Es-Samet önünden giden Faruk'un devesinin izlerini sayıyor gibiydi. O izler önden giden kervanın izlerinden apaçık ayrılıyorlardı. "Kervan şimdiye kadar Urfa’ya varmış olmalı." diye düşünürken yolun kenarındaki garip bir cisme gözü takıldı. Samet onun ne olduğunu anlayamamıştı ama her nedense onu yerden almak istedi. Öndeki devede giden Şemsi'ye "Duralım." diye bağırdı. Şemsi, Samet'in sesini işitince altındaki devenin dizginlerini çekti. Samet deveden inip gözüne ilişen maddeyi yerden kaldırdı. O kervanla giden dostunun para kesesiydi. Her kimse biri onu çevirip yola fırlatmıştı. Dış yüzü güzel nakışlarla süslenen kesenin iç tarafındaki karmakarışık çizgilerden bir mana çıkarmak mümkün değildi. Es-Samet onu düz tarafına çevirdi. Bu bulduğu eşyadan hoşlanmamıştı. Boş keseyi beline sokup geri döndü. Şemsi onun biraz ayağını açmak için devesinden indiğini sanmıştı. Samet devesinin yanına gelinceye kadar o da yandaki tepeciğin arkasından çıkıp devesine bindi. Faruk hala uyanmadan yatıyordu.
Es-Samet başına üşüşen bütün hatıralarını kovmuş, her nedense çevresine tedirgin tedirgin bakıyordu. Bu sefer Şemsi kendi devesini ana yoldan elli altmış adın uzakta yeni bir mezarın hizasında durdurdu. Develeri çöktürdüler. Faruk da uyandı. Üç nokta bir konuşma çizgisinin önünde çöktüler. Onların ayaklarını altlarında toplayıp oturuşları da, ellerini yüzlerine sürüşleri de birbirinin kopyası gibiydi. Üçü de bir tarafa kıbleye bakıyorlardı. Onların bu saf tutup oturuşlarında sadece tepelerinden bakan birinin çıkarabileceği bir mana vardı.
Es-Samet bu yatanın kendi arkadaşı olduğunu tahmin etti. Ama bu fikrini tasdik edecek kuşağına kıstırdığı keseden başka delili yoktu. Es-Samet'e bu yeterli gibi göründü. O boş keseyi merhumun mezarının baş ucuna konulan taşların arasına kıstırdı. "Sen kervandan kalıp beni koruyacaktın Azizim." dedi.
Noktalar develerine binip yola düşecekleri sırada Urfa'ya giden yolun deve izleriyle değil de yaya izleriyle nakışlanmış gibi olduğunu gördüler. Develerin izi ise yoldan çıkıp tersine gidiyordu. Bu hayra alamet değildi. Es-Samet: "Sanırım kervana eşkıya saldırmış." dedi.
Yol kenarındaki yalnız mezarın dostunun mezarı olduğunu tahmin ederken de, kervana eşkıyanın saldırdığını düşünürken de Es-Samet yanılmamıştı. Onların üç nokta olup bölünüp kaldıkları kervana gerçekten de eşkıya saldırmıştı. Es-Samet'in "Sizi korumak için kalayım." diyen arkadaşı, belindeki para kesesini haramilere kendi elleriyle vermeye yanaşmadığı için öldürülmüştü. Koca kervandan bir kişi bile onu koruyamamıştı. Korumak bir tarafa o an kervandaki yolcular kendilerinin öldürülmediğine, götürülüp köle pazarlarında satılmadıklarına şükrettiler. Kervanda hem eşkıyalara karşılık verdiği için, hem de diğerlerinin gözünü korkutmak için öldürülen bir adamı toprağa teslim eden daha dün "Varacağımız yere neredeyse ulaştık." diye sevinen tacirler, zanaatkarlar şimdi Urfa'ya doğru yayan yapıldak, yüzlerine tükürülmüş gibi gidiyorlardı. Bineklerini kaybedince bir süre toplu halde yürüyen cemaat, yavaş yavaş, birer ikişer sıraya geçmişlerdi. Şimdi önden giden kervanbaşı değil de adımı daha geniş olanlar, delikanlılardı. Kervan kendilerini koruyamadıkları için kendi kendilerinden utananlardan, yanlarına az silah aldıkları için kendilerini suçlayanlardan, yüzüne bir kere gözün düşse gayri ihtiyari kendisine baktıran Aziz'in yakışıklı yüzü gözlerinin önünden gitmediği için başlarını sallayanlardan, böyle eşkıyalıkla gününü geçirenlere beddua edenlerden... düzüm düzüm düzülmüştü. Herkes olanlardan kendince bir sonuç çıkarıyordu. Malını korumak istiyorsan Aziz gibi ölmen gerekti, aksi halde de işte böyle yoluna yayan yapıldak devam etmeyi baştan kabul etmişsin demekti. İş işten geçtikten sonra pişmanlık da, utanmak da anlamsızdı. Şimdi birbirinin arkasına dizilen her biri bir kaygıda uzun bir zincir gibi gidişi de anlamsız görünüyordu. Mal da anlamsızdı, malını kaptırmak da, çokluk da, azlık da... Acizlikten mi, zorluktan mı nedense, her nokta kendi kendine küçüldükçe küçülüyor, neredeyse gitgide yere siniyordu.
Deveyle gelen üç nokta bu noktalara kısa sürede yetişti. Noktalar canlandılar. Adeta onlara büyük bir anlam gelip katılmış gibi oldu. Yaya gidenler arkalarından yetişenleri tamamen unutmuşlardı. İşte şimdi varı yoğu üç kişi olsalar da develerini ellerinden aldırmadan, deve de neyse "Elle gitsem başım sağ olur." diye kendilerine güvenip kervanlarına katılan bir yoldaşlarının haksız ölümüne şahit olmadan, sağ salim gelmekte olduklarına, kendilerinin ise bunca adam olsalar da malsız, bineksiz kalışlarına onlar hayretle baktılar. Bir baksana bunlara yolculuğa devam edemeyen hasta arkadaşlarını bile sağ salim getiriyorlar. Bu onlara yavaş yavaş, salına salına giden dünyanın bir oyunu gibi göründü. Hiç tanımadığı birini derdinden kurtarmak için çölün içinde kervandan ayrılıp kaldıkları zaman Es-Samet'in bu kararına kervanbaşı da şaşırmıştı. O içinden "Bir dertliyi kurtarmak uğruna canları sağ adamlar kendileri kurban olmazlar inşallah." demişti. Ama şimdi bir baksan tehlike kendilerini tehlikeye atanlara hiç dokunmamıştı. Bu pek oyuna benzemiyordu. Bu ya büyük bir hakikat, ya da büyük bir hakikatin delili olmalıydı.
Sadece kendinin değil, oğlunun da saraya girip çıkmasını, ekmeğini saraydan yemesini isteyen babasının saray zindanında ciğerini çürüttüğünü gördükten sonra Es-Samet bütün bunların oyun olmadığını anlayan bir noktaydı. Yaya kalan noktaların arkasından yetişince öncelikle devesinden sıyrılıp inmesi, onlarla eşit hale gelmesi, hal hatır sorduktan sonra da devesine binmeyi edepsizlik sayıp ta Urfa’ya kadar yaya gitmesi belki de bunun içindir. Çünkü o hiç kimsenin anlamsız bir nokta olduğunu düşünmüyordu. "Bu dünya yalancı dünyadır, ondaki vakalar da sadece feleğin oyunlarından ibarettir." diye düşünmüyordu. Onun için dünya ya büyük bir hakikatin sırrıydı, ya da o hakikati ispat eden delildi. O atalığından insanın görünmeyen yüzünü öğrenirken gayri ihtiyari dünyanın görünmeyen yüzünü görmeyi de denemeye başlamıştı. Aziz'in para kesesinin iç tarafı gibi bu dünyada da olayların manasız çizgilerini düz tarafa çevirmek mümkün olsaydı manalı bir şeklin ortaya çıkacağına inanıyordu. Onun gözleri dünyadaki her bir noktada, çizgide bir mana görüyordu. İnsanın en küçük hareketleri için bile yediklerinin karın boşluğunda çürüyüp ezilip büzülüp insana güç verişinden hesap çıkarıyordu. Onun için bir damardan temiz kanın, bir damardan kirli kanın yüreğe akışı ne oyundu, ne şaka. İnsanın aklını taşıyan azası iki yumruk kadarcık kemik kabın içinde yatıyor. Ömür sayfasına ise mührü her yana uzayan ayaklar, eller, diller koyuyor. Bütün vücudu taşıyordur denilen ayak kemiklerinin bir eklemi çıksa insanoğlu aksasa da tökezlese de hareket ediyor, ama vücuttaki omurganın bir eklemi yerinden oynasa insana ayaktan fayda yok. Bu ne sır? Mal, zenginlik bizim aç gözlülükle üstüne atladığımız ama karnımıza düşer düşmez çürüyüp gidecek yiyeceğimiz, tıpkı ayaklarımız gibi "Hayatı hareket ettiren güç bunlar mı acaba?" desek de kim bilir belki ömür omurgası ruhi zenginliktedir. İşte sır! Gökyüzünden uçup, geçip giden kuşlar da manasız değildir. Çünkü, elbette insan gözleri başka, kuşun gözleri başka.
Kalabalık şimdi Bağdat'tan Urfa'ya doğru gittiklerini tahmin ederken Es-Samet geride bıraktığı günleri hatırlayıp, insan yolculuğunun doğum menzilinden, ölüm menziline doğru gittiğini düşünüyordu. Belki bu yol olayların iç yüzünden düz tarafına götüren, bilinmeyenden bilinene götüren yoldur...

... Aslında kuşların gözüne yerdekilerin anlamsız noktacıklar halinde göründüğü tartışma götürmeyecek bir hakikat mi acaba?

Bağışla okuyucum, ben burada dikkatimizi çeken noktayı gözden yitirdim. Farkında olmadan sanki kendim hakkında düşünmeye başlamışım.


Sonsöz Yerine


Kıymetli okuyucu, her ne dersek diyelim, belki de gözden yitirdiğimiz noktacıklar bizim için de kuşlar için de anlamsız noktacıklardır. Çünkü yeryüzünde bunlar gibi noktacıklar ne kadar istersen var. Kendimiz de onlardan biriyiz nihayetinde. Milyarlarca noktadan hangi birine dikkat edeceğiz? Dertlimiz derdimizle, tabibimiz dermanımızla yaşıyoruz ve geçip gidiyoruz hep. Tepeden bakmaya hevesli insan neslinin her biri kendine göre ömür hakkında, ölüm hakkında bir şeyler düşünüyor. Onlar dünyayı da bir noktaya çevirip tepesinden bakmak istiyor. Eğer bunu yapabilselerdi, onlar bir sürü noktadan oluşmuş bir noktayı ve noktalardan daha az olmayan konuşma çizgilerini görürlerdi. Noktadan başlayıp konuşma çizgisine kadar ayak izleriyle mühürlenen, "ömür" diye adlandırılan birbirlerinin hayat sayfalarını okumaya çalışırlardı. O zaman belki bizim bakışımızı kilitlediğimiz Es-Samet noktadan da küçük görünürdü. Küçük de olsa büyük de olsa bu nokta bizim her birimiz gibi yeryüzünde yazılıp çizilip giden sayısız noktaların biri olduğu için belki de dikkate değer bir noktadır. Fakat o ne kadar küçük olursa olsun ona küçük diyenden küçük değildir her halde. Doğrusu onun birinden büyük ya da küçük olmak pek umurunda da değil gibiydi. Asırlardan asırlara uzayan sallana sallana giden dünyanın ahesteliği küçüklüğün büyüklüğün ölçüsünü hesaplamaya da fırsat vermiyor. Bu aheste sürat bir insan için bütün bir ömürken insanoğlu için ise bir lahza halinde geçiyor...


Bundan on asır önce de böyleydi, arada kıyamet kopmazsa on asır sonra yine böyle olur... İnanmasanız bekleyip görün, bugün Mayısın dördü, yıl iki bin.


SON

Yorumlar

Popüler Yayınlar