BALTA / KAKAMIRAT ATAYEV
Gecenin bir vakti karım endişeyle beni kaldırdı: “Herif, kalk! Biri dış kapıyı yumrukluyor. Evine teker takıp sürükleyip gitseler de ruhun duymayacak. Kalk hadi!” Ben yarı uykuda ayağa kalktım. “Gidip baksana, hadi. Kendini öldürdü, duymuyor musun şakırtıyı?” “Duyuyorum… Kim o?” Eşim, “Kocam!” diye öfkeyle homurdandı. Hemen sonra, “Madem kocan, hadi kalk da kendin aç. Ne diye bana söylüyorsun,” diyeceğimden çekinmiş gibi, üslubunu yumuşattı. “Ben ne bileyim kim olduğunu. Her kim ise bakmak gerekmez mi?” Bu arada bahçe kapısı aralıksız çalınıyordu. “Açmalı mı, açmamalı mı?” diye düşündüm. Bu zamansız misafir kim acaba? Ne amaçla gelmiş olabilir? Genellikle böyle ters vakitte kapı çalan adam birinin ölüm haberini getirir. Kim ölmüş olabilir? Ya da evinin yolunu çıkaramayan bir sarhoş mu? Allah Allah! Davetsiz misafir… Beklenmeyen biri… Bu saatte… Yaa… Ya birden müdür çıkarsa! Geçen günkü gibi… Hemen kalktım. “Kim o? Ne lazımdı?” demeden, gidip demir kapıyı açtım. Sonra da açmamla birlikte tepeden tırnağa ürperdim. Önümde eli baltalı, çelimsiz, tanımadığım bir genç soluk soluğa duruyor. Üstelik gözünü kırpmadan yüzüme bakıyor. “Evet, ne gerekti?” derken dışardaki lambanın ışığında onu baştan aşağı inceledim. Bir gariban genç olmalı. Üstü başı eski, ayakkabıları yırtık. Üstelik çok yorgun görünüyor. “Şey… Ben şu arka taraftaki deponun bekçisiyim. Üç günde bir nöbetim var. Daha yeni evlendim. Kirada yaşıyorum.” “Eee?” “Demin, iş arasında, sanki içime doğmuş gibi, evde ne var yok bakayım diye gittim. Eve yaklaşınca içerden bir ses geliyor. Dikkat ettim, erkek sesi. Çaktırmadan kapıya kulağımı yapıştırıp dinledim. Konuşmalarını ayan beyan işittim. Yabancı erkekle baş başa oturan kadının düzgün şeyler konuşmayacağı belli. Çok büyük borca girip düğün yaptığım, kavuşmak için ölüp ölüp dirildiğim karım yollu çıktı. Hayasızın biriymiş meğer. Ben işteyken akla gelmeyecek kepazelikler ediyormuş. İşte bunun üzerine bu baltayı nasıl elime aldığımı bilmiyorum. Ne zaman aldım, nereden buldum haberim yok. Fakat kapıya varmadan baltalı elimin gevşediğini biliyorum. “Şimdi ikisini de baltayla kessem, bunlar ölür gider. Beni de yakalayıp hapse atarlar. En ağır cezayı verirler. Namussuzluk eden onlar, eziyete çeken ben. Bu hiç adil değil,” diye düşündüm. “Öyleyse ne yapmam lazım? Elim ayağım boşaldı, titremeye başladım. Elimde balta, ayaklarım dediğimi etmiyor, epey bekledim. Sonunda hiçbir şey etmemeye karar verdim. Boşanmak da elimden gelmeyecek, ne zorluklarla evlendim. Boğazıma kadar borca batmışım zaten. Bu baltanın da iyiliğe götürmeyeceği belli. Nihayet, işi görmezliğe, bilmezliğe vurmaktan başka çare bulamadım.” Ben “Hay Allah, olmamış bu, çok yakışıksız durum…” diye kendi kendime üzüldüm. Çocuğun hali perişandı. “Şimdi, senin için ne yapabilirim?” derken ona bir şekilde yardım etmek istiyordum. O ise marsık gibi yüzünü gizleyerek “Sen beni tanımadın mı?” diye sordu. “Hadi, yüzünü kaldır bir, seni tanımamı istiyorsan!” Yüzünü kaldırdı. Gözümü dikip, iyice inceledim. Sanki bir yerde gördüğüm adam. Simasını bir yerden gözüm ısırıyor. Allah Allah, kim ki bu bedbaht? “Yok, tanıyamadım. Aman, akıl mı kaldı artık bende? Kendin şey’tmesen…” O yine öbür yana baktı. “Hmm… Bir zamanlar… Yeni evlenip şehre göçtüğün zamanları hatırlıyor musun?” “Evet.” “Kirada oturuyordun...” “Evet.” “Gündüz yatıp, gece depoda bekçilik yaptığını da hatırlıyorsundur?” “Vay canına… Evet de… Sen bütün bunları nereden biliyorsun,” dedim, şaşırmıştım. Çünkü o günlerin üzerinden çok zaman geçmişti. Hesapladım neredeyse kırk yıl olmuş. Bu önümde duran genç ise taş çatlasa kırkın yarısını yaşamış gibi görünüyor. Soruma cevap vermek yerine bir soru daha sordu. “Hadi, o devri iyice hatırlamaya çalış bakalım. Ben kimseye benzemiyor muyum?” Yine bakışımı diktim, iyice inceledim. O zaman beraber çalıştığım arkadaşlardan birinin oğlu filan mı diye o kadar düşündüm. Kime benzeteceğimi bilemedim. “Bir yerde gördüğüm yüz bu, ama maalesef hatırlayamıyorum.” O tanınmayışına üzüldü, kırıldı. Söyleyeceği öfkeli sözleri yutmuş gibi, sessizliğe gömüldü.
Zamansız bir vakitte eli baltalı dolaşan bu gencin aklının yerinde olduğundan şüphem olmasa da içime kurt düştü, fazla uzatmadan başımdan savsam iyi olacak diye düşündüm. “Sen, o depoyu öyle bırakıp çok rahat dolaşıyorsun ama…” “Hiç de rahat değilim. Gitmem lazım. Depoda kimse yok.” “Öyleyse ne diye maval okuyorsun burada,” diye söylendim içimden. Dışımdan ise: “Depoyu biri boşaltıp gitmesin. Sen dikkatli ol. İş yerinde otursan iyi olur,” dedim. Yutkundu. Acı bir gülümseme vardı yüzünde. “Vay be… Sen beni tanımadın ha! Hayret.” Başka zaman olsa merak eder, onu mutlaka tanımaya çalışırdım. O andaysa gözümden uyku akıyordu, ayakta uyuyacaktım neredeyse. “Tanımadım… Pekâlâ. Ben yatmaya gidiyorum. Uykum var,” dedim doğrudan. “Öyle mi? Peki, olur, tanımadıysan önemli değil. Aslında ben de tanışmak için gelmemiştim zaten.” “Öyleyse niçin geldin?” diye sordum gözlerimle. “Bu baltayı teslim edeyim diye geldim… Lazımsa…” Nasıl bir aptal çocukmuş ya bu da. Hadi bakalım, ben senin baltanı ne yapayım? Yoksa baltayı bana verip bir oyun mu oynayacak? Sakın bu baltayla evde bir işler etmiş, şimdi de beni suçuna ortak etmeye çalışıyor olmasın. Bunun amacı ne? Açıkça içindekini çıkaramıyor ama niyeti bozuk olabilir. Başıma bir bela getirmeden bir şekilde göndermeliyim. “Lazım değil, benim baltayla işim yok. Başka bir şey demeyeceksen, artık yatacağım,” diye kabaca cevap verdim. Burun büktü: “Ha, tamam. Lazım değilse, ben gideyim. Kimse depoyu boşaltmadan iş yerime varayım,” dedi. “Peki, eyvallah,” diye vedalaşıp, dış kapının mandalını çektim içerden. Derin bir nefes aldım. “Artık gitti mi acaba? Yoksa hâlâ baltasının sapıyla oynayıp duruyor mu?” diye, kapının aralığından baktım. Yok, işte orada, baltasını bir elinden diğerine geçiriyor, bir şarkının bestesine uydurup hafif bir ıslık çalarak gidiyor. Gecenin sessizliğinde onun ıslıkla çaldığı şarkı kulağıma geliyor. Sanki bu şarkıyı biliyorum, eski şarkılardan birine benziyor. Bu dertli şarkıyı bu zamanlarda kimse söylemiyor. Sonra ben yavaş yavaş uzaklaşan gencin ıslığına uydurarak içimden o şarkıyı mırıldanmaya başladım. Melodisini buldum. Demek bir zamanlar, bir yerde dinlemişim. Nerede dinledim acaba? Birden, yüreğimin en nazik yerine paslı bir kör bıçak sürtülmüş gibi oldu. Dış kapının aralığından tekrar baktım. Baktım ve ağır bir savaştan yaralı dönen asker gibi, yorgun halde sallanarak, ensesini karartıp giden eli baltalı delikanlıyı – tam kırk yıl önceki, geçmişte kalan kendimi – birden tanıdım.
14 Kasım 2014, Marı
Zamansız bir vakitte eli baltalı dolaşan bu gencin aklının yerinde olduğundan şüphem olmasa da içime kurt düştü, fazla uzatmadan başımdan savsam iyi olacak diye düşündüm. “Sen, o depoyu öyle bırakıp çok rahat dolaşıyorsun ama…” “Hiç de rahat değilim. Gitmem lazım. Depoda kimse yok.” “Öyleyse ne diye maval okuyorsun burada,” diye söylendim içimden. Dışımdan ise: “Depoyu biri boşaltıp gitmesin. Sen dikkatli ol. İş yerinde otursan iyi olur,” dedim. Yutkundu. Acı bir gülümseme vardı yüzünde. “Vay be… Sen beni tanımadın ha! Hayret.” Başka zaman olsa merak eder, onu mutlaka tanımaya çalışırdım. O andaysa gözümden uyku akıyordu, ayakta uyuyacaktım neredeyse. “Tanımadım… Pekâlâ. Ben yatmaya gidiyorum. Uykum var,” dedim doğrudan. “Öyle mi? Peki, olur, tanımadıysan önemli değil. Aslında ben de tanışmak için gelmemiştim zaten.” “Öyleyse niçin geldin?” diye sordum gözlerimle. “Bu baltayı teslim edeyim diye geldim… Lazımsa…” Nasıl bir aptal çocukmuş ya bu da. Hadi bakalım, ben senin baltanı ne yapayım? Yoksa baltayı bana verip bir oyun mu oynayacak? Sakın bu baltayla evde bir işler etmiş, şimdi de beni suçuna ortak etmeye çalışıyor olmasın. Bunun amacı ne? Açıkça içindekini çıkaramıyor ama niyeti bozuk olabilir. Başıma bir bela getirmeden bir şekilde göndermeliyim. “Lazım değil, benim baltayla işim yok. Başka bir şey demeyeceksen, artık yatacağım,” diye kabaca cevap verdim. Burun büktü: “Ha, tamam. Lazım değilse, ben gideyim. Kimse depoyu boşaltmadan iş yerime varayım,” dedi. “Peki, eyvallah,” diye vedalaşıp, dış kapının mandalını çektim içerden. Derin bir nefes aldım. “Artık gitti mi acaba? Yoksa hâlâ baltasının sapıyla oynayıp duruyor mu?” diye, kapının aralığından baktım. Yok, işte orada, baltasını bir elinden diğerine geçiriyor, bir şarkının bestesine uydurup hafif bir ıslık çalarak gidiyor. Gecenin sessizliğinde onun ıslıkla çaldığı şarkı kulağıma geliyor. Sanki bu şarkıyı biliyorum, eski şarkılardan birine benziyor. Bu dertli şarkıyı bu zamanlarda kimse söylemiyor. Sonra ben yavaş yavaş uzaklaşan gencin ıslığına uydurarak içimden o şarkıyı mırıldanmaya başladım. Melodisini buldum. Demek bir zamanlar, bir yerde dinlemişim. Nerede dinledim acaba? Birden, yüreğimin en nazik yerine paslı bir kör bıçak sürtülmüş gibi oldu. Dış kapının aralığından tekrar baktım. Baktım ve ağır bir savaştan yaralı dönen asker gibi, yorgun halde sallanarak, ensesini karartıp giden eli baltalı delikanlıyı – tam kırk yıl önceki, geçmişte kalan kendimi – birden tanıdım.
14 Kasım 2014, Marı
Yorumlar
Yorum Gönder