AFRİKA YEMİŞİ / Hudayberdi HALLY

SSCB’nin başkenti Moskova’ya o kadar da uzak olmayan bir mesafede, ormanlık alandaki köyde, yazarların dinlenme ve yaratıcılık evi var. Bazen oraya gidip çalışma ve dinlenme olanağı buluyoruz. Orada kalırken gerekirse Moskova’ya gidip gelmek de mümkün. Moskova tabii çok büyük bir şehir, dünyadaki uygarlık merkezlerinden biri. Mimari harikalar orada, hadsiz hesapsız müze, sergi orada; şehri gezmek, ilginç yerlerini görmek bütün boş zamanlarını doldurmaya yeter de artar bile. Biz Sovyet insanları için hepsi bu da değil, orası bizim zaruri ihtiyaçlarımızı, başka yerde arayıp bulamayacağımız şeyleri aldığımız merkez aynı zamanda.

Ben yazarlar evinde kalırken, aslında şaka da olsa içinde hakikat barındıran şöyle bir fıkra duymuştum.

Yurt dışından gelen önemli bir politikacı Sovyet insanının hayatını inceledikten sonra bir devlet yöneticisine: “Bu devasa devleti, sayısı belirsiz milleti nasıl idare ediyorsunuz?” diye sormuş. Devlet yöneticisi de: “Biz SSCB’de üretilen her şeyi Moskova’ya getiririz. Sonra kime ne gerekiyorsa buradan alıp giderler,” demiş. Evet, bu bir bakıma gerçektir, biz ne lazımsa burada buluruz.

Bir keresinde Moskova’ya gittiğimde, nereden nasıl yolum düştü bilmiyorum, Kalinin Bulvarı’nda metrodan çıktım. Kremlin’e devleti idare etmeye giden parti ve hükümet ileri gelenleri, hatta yoldaş L. İ. Brejnev bile bu bulvardan geçermiş dendiğini hatırladım. O büyüklerden biri geçmekte olmasın diye geniş bulvara göz gezdirirken yan tarafımda insanlar bir şey için kuyruk oluşturmaya başladılar. Ben de hemen sıraya geçtim. Ne satılacağını bilmiyordum ama ne satıldığı umurumda mı?! Derken biri: “Şimdi muz satılıyor,” dedi.

Şu işe baksana, insanın şansı yaver giderse böyle bir tesadüfle karşılaşmak da mümkünmüş demek, ben muz dedikleri şeyi sadece yabancı filmlerde görmüşüm, şimdi sıra bana yeterse belki tadına da bakarım. SSCB dünyanın güçlü bir devleti olduğu için Afrika’da biten muzu burada, geniş bulvarın üstünde, açık gökyüzünün altında satıyorlar bak. Belki de bu işi şu yoldan geçip gitmekte olan devlet yöneticisi görsün diye yapıyorlardır. Sovyet insanı artık muz bile yiyebiliyor, bizim hayat şartlarımız her geçen yıl daha da iyileşiyor…

Gittikçe hevesim artıyordu, ondan bir kasa almaya karar verdim, çocuklarım kapitalistlerin yediği şeyi doyuncaya kadar yesinler, hem çokça alırsam komşulara da tattırabilirim.

Yanımdaki parayı hayalimde hesaplayıp bir kasa muzu eve nasıl götüreceğimi planlarken sıra bana gelmişti.

“Ne kadar?” diyen satıcı yüzüme baktı.

Ben açılmadık karton koliyi gösterdim.

“Sen ne diyorsun?” diyen satıcı bu sefer yüzüme daha dikkatli baktı. Ben kendimin öyle kiloyla alacak Moskovalı olmadığımı anlatmaya çalışırken o elini kolunu sallayarak konuşmaya başladı. “Bunun bütün Sovyet insanına yetmesi lazım. Arkana baksana bir!”

Arkama baktım, kuyruğun sonu görünmüyordu, belki de öteki ucu Lenin’in mozolesine ulaşıyordur. Bu büyük halk “sıraya geçmek” denilen kuralı icat edip, nasıl da yüce bir iş yapmış, yoksa şimdi burada muz için bir kargaşa çıkması işten bile değildi. Hakkıma razı oldum.

İki kilo muz alıp uçarcasına yazarlar evine döndüm. Yol boyu sadece düzyazıyla uğraştığıma üzülüyorum, eğer şair olsam şimdi muz hakkında bir şiir, hatta belki de şarkı güftesi yazardım.

Ey tatlı muz, canım muz!

Sana kurban ruhumuz!..

İşte böyle güzel sözler dilime geliveriyor.

Bunu eğer Aşkabat’a götürsem, çocuklarımın her birine iki muz düşecek, eşimle bana da kalacak.

Yazarlar evinde buzdolabı olmadığı için, muzları kaldığım odanın penceresinden asıp sarkıttım, bazı geceler çok soğuk olur diye korkup içeri alıyordum, kalan zamanlarda dışarda… O zamanlar yiyecekler doğanın serin havasında saklanırdı.

Bu muza sevinip, Sovyet insanının hayatı hakkında yeni bir eser yazmaya giriştim bir de.

Aradan bir hafta geçti. Derken muzlar kararmaya başladı, eve dönmemeyse daha on beş gün var. Muzların kararmaya başlaması beni endişelendiriyordu ama elimden de bir şey gelmiyordu.

Onları beş gün daha koruyabildim. Kararmak neyse de muzlar bu sefer bir ucundan erimeye başlamıştı.

Öyleyse ne yapmalı? Elbette yemeli. Eve varınca çocuklarıma hiç değilse muz yediğimi anlatırım.

Akşam iki kilo muzun başına oturdum. Birini yiyince çocukluğum, köy hayatı aklıma düştü. Köyde çok kavun karpuz yetişirdi. O çeşit çeşit kavunlar karpuzlar, meyveler bizim bisküvimiz, şekerimizdi, muzumuz ve ananasımızdı. Nasıl mı? Günde yanan ya da kökü çürüyen bazı teveklerin ürünü yetişmez, onun olgunlaşmamış kavununu yemeyin derlerdi. Biz çocuklar da tersine onları yemeye heveslenirdik, peki kökü kurumuş kavunun tadı nasıl olurdu? İşte böyle. Yediğim muz bana bozulmaya başlayan hatta içi akan kavunu hatırlattı. Aslında hiç de kalanını yiyesim gelmedi, ama yemem lazımdı, ne de olsa o kadar sırada bekleyip almıştım bunu. Bu muz Afrika’da yetişen bir yemiş, onu Türkmenler arasında ilk yiyen benimdir belki, en azından ilklerden biriyimdir. İlk olmak zor bir şey sonuçta, Sovyet insanı sadece uzayda değil, her hususta birinci olmalı.

Bu yüce düşüncelerle bozulmaya başlayan iki kilo muzu yiyip bitirdim. Güzelce ellerimi kaldırıp yemek duası yaptım bir de. Sonra bu yaptığıma ne kadar pişman olacağımı bilmiyordum tabii. Neyse ki yazarlar evinin doktorunda acil durumlar için permanganik asit varmış, onunla midemi yıkadılar. Bütün yediğim burnumdan geldi, sadece yediklerim değil, bütün iç organlarım ağzımdan çıkacak gibi oldu.

Elimin ayağımın mecali yok, yerimden kalkacak dermanım yok.

O gün bugündür muz yemiyorum. Bırak onu kapitalistler yesin.



Yorumlar

Popüler Yayınlar