Şeyh İbrahim ile Hoca Ahmet Yesevi / Hıdır Amangeldi


Hiç aceleleri yokmuş gibi, toprağı incitmeyen adımlarla ormanda bir keçiyolunda yürüyorlar. Gökyüzünde yıldızlar, yere düşseydik, o talihli yolağa döşek olup yazılsaydık diyorlar sanki. Ay da her nedense gizli bir sırrından utanmış gibi yüzünün yarısını kapatmış, bu iki yolcuya bakıyor. Önde Türkistan’ın ulu şeyhi İbrahim, arkasında ilerde “Medine’de Muhammed, Türkistan’da Hoca Ahmed” dedirecek, henüz yedi yaşını doldurmuş oğlu Ahmed. Onlar son günlerde böyle “gezintilere” daha sık çıkıyorlardı. Şeyh İbrahim Kur’an-ı Kerim okur, Ahmed de sureleri, ayetleri önce içine sindirip sonra dışına sızdırıyor gibi ne anladığını söylerdi. Ahmed’in genç, nazik sesi yerden çıkan pınarın şırıltısını andırır. Şeyh İbrahim sevincini oğlundan gizler, o duru pınar suyunda yüzünü yur.
Baba oğul ormanda ağaçların seyreldiği yerde bir genişliğe çıktılar. Ay ışığında bahar gününün rengarenk çiçekleri yere çizilmiş nakışlar gibiydi. Şeyh İbrahim çakmak taşı çıkarıp ateş yaktı. Ahmed de etraftan kuru dal, çalı çırpı getirdi. Serin ve rutubetli bahar gecesinde bir parça ateşin sıcaklığı şefkatli ananın ayası gibi ılık. Şeyh İbrahim ateşin başına rahatça oturdu. Babasına yanaşmış ve halinden utanmış gibi oturan Ahmed’in toparlanıp oturuşu uçuverecek kuşu hatırlatıyor.
Şeyh alçak sesle tane tane Kur’an ayetleri okumaya başladı. Ayetlerde oddan, cehennem ateşinden bahsediliyordu. Arapçayı da anadili gibi bilen Ahmed gözlerini oddan ayıramıyordu. Onun kara boncuk gözleri ateşin ışığıyla parıldıyor. Sure okundukça çocuk gönlünün etrafını avazlar, sesler, işaretler, alametler kuşatıyor. Kur’an-ı Kerim’in ilk ayetleri işitilmeye başladığında nasıl bir dünyaya düştüğünü anlayamasa da bu dünyayla bağı kopmuştu. Sonunda okunan sure tamamlandı. Babası Mushaf’ı üç kez öpüp alnına dokundurdu ve kapattı. Baba oğul uzun süre gözlerini oda dikip seslerini çıkarmadan durdular. Onların halini dışardan gören biri artık bir kelime bile konuşmadan, her birinin kendi alemine dalmış ateşin başından kalkacağını düşünürdü. Sonra birden Ahmed oturuşunu bile değiştirmeden alçak sesle konuşmaya başladı.
“Od, Allah’ın insana verdiği nimet. Od olmasa sıcaklık olmaz…”
Şeyh İbrahim zor belli olacak bir baş hareketiyle oğlunu tasdikledi. Ahmed bunu fark etti mi etmedi mi bilinmez, konuşmaya devam etti:
“Od ışık, aydınlık.”
Çocuk birden durdu ve karanlık gökyüzüne, yıldızlara, aya baktı, ama onun masum, duru gözleri ayı değil günü görüyordu.
“Güneş de od. İçindeki od sönse, güneş de söner. Gün sönse… dirilik söner. Başlangıç noktası da son nokta da onda, odda…”
Ahmet ateşin yalınına elini tuttu. Nazik el o ışığı içinden geçirdi, kızıl kanı kızarıp göründü. Sonra ateşin sıcaklığından elini çekti.
“Od yakar, yok eder. Lakin biraz uzakta hem aydınlık hem sıcaklık. Eğer su ile toprak da varsa, ateşin ışığı ve sıcaklığıyla dirilik soluk alıp yeşerebilir, büyüyebilir. Bu başlangıç. Yaklaşsa diriliği yakar, kül eder bu da son nokta. Od kendinde hem başlangıcı hem sonu saklıyor. Allah’ın emri yeter. Od başlatabilir de tamamlayabilir de.
Şeyh İbrahim oğlunun sözlerini söz değil; diri, hareket edip duran suretler şeklinde görüyordu. Birden Şeyh irkildi. Kendi sıcaklığından kendi fokurdayıp kaynayan kızıl yanardağ ağzı geldi gözünün önüne.
“Cehennem ateşi…”
Ahmed babasına cevap veriyor gibi, gözünü oda dikmiş halde devam etti:
“O da od. Odda arılık, temizlik var. Tabip neşterini oda tutarak temizliyor.”
Tam o anda ateşin içindeki bir dal çatırdayarak yanmaya başladı. O daldan bir kıvılcım yan tarafa sıçradı ve orada söndü. Başka bir yaş çubuk ise hem tütüyor hem ucu nemlenip hafif köpükleniyordu. Ahmed’in gözleri yanan çubuğu değil, çiçeklenen dalı görüyordu. Bahar dalındaki çiçek açtıran odu izliyordu.
“Gül açtıran da od, gülü kurutan da…”
Şeyh İbrahim oğlunun halinden endişelenmeye başladı. Onu yavaşça daldığı düşüncelerden geri getirmek istedi. Onu korkutmamaya çalışıyor gibi alçak sesle sordu:
“İnsanda da od var mı?”
Ahmed babasının sorusuyla daldığı âlemden çıkacak, kendine gelecek gibi oldu ama gücü yetmedi. Görüntü dalgaları üzerinde kanat çırpan bir kuş gibiydi.
“Ölen insanda sıcaklık yok. İnsanın yüreğinde od olmazsa, azmi, gücü, aşkı olmaz.”
Şeyh İbrahim yanıp duran ateşten bir çubuk aldı ve toprağa sokup çıkardı. Çubuğun ateşi sönmüş, dumanı incecik ak bir çizgi olarak göğe yükseliyordu. Ahmed ona baktı. O dumanı elinin ayasına alası geldi, onun biçare başını okşamak istedi. Ama babasına cevap vermesi, hadiselerden anlam çıkarması lazım. Bu derslerin amacı bu.
“Baba, sönen od, ukde, tutuşamamış aşk, heyecan, hayıflanma… Kıskançlık, nefret, karanlık merkezinde sahibine görünmeyen nefret, yakıp kavurmak, ateşe döndürmek isteği… İnsanı yakıp kül eden acı gözyaşı, sessiz ağıttır od. İnsanın hayatını nefesiyle ısıtan da od.”
Şeyh kıpırdadı. Bu, dersin az sonra tamamlanacağının işaretiydi:
“O zaman dünyada ikinin biri od mu?”
“Birin ikisi od.”
İbrahim oğlunun fikrine katılmıyor gibi bir tarzda cevaba benzer soru sordu.
“Belki birin altısı oddur?”
Ahmed altıyı saydı.
“Sevinci, ağıtı; şükrü, nankörlüğü; varlığı, yokluğu.”
O sırada bir pervane gelip kendini ateşe vurdu. Tutuştu. Önce kanatları sonra kendisi.
“Pervaneyi uçuran da kanadı, konduran da. Ama onu oda atan kanadı değil, aşkı.”
Ahmed bir sopayla külün içinden bir parça köz çıkardı. Külden arınan köz kızılın türlü tonlarında parlıyordu.
“Oğlum, şimdi ne anlatmak istiyorsun?”
Ahmed külü gösterdi:
“Bu, etler, kemikler,” dedi. Sonra közü gösterdi:
“Külden arınan köz, Allah’ın cemalini gören, “kalu bela”da biat eden ruh.”
Şeyh İbrahim kalktı, geldiği keçiyolundan yürümeye başladı. Ahmed de dikkatli adımlarla babasının peşine düştü. Zor duyulacak bir sesle, kendi kendine okuyordu:
“Fe-men ya’mel miskale zerretin hayran yerah,
Ve men ya’mel miskale zerretin şerran yerah”
Sonra ekledi, “Bu da od,” dedi.
Şeyh İbrahim oğlunun son sözlerini işitti mi işitmedi mi belli değil. Sesini çıkarmadan yürümeye devam ediyordu.
Ertesi gün Sayram şehrine saldıran yağmacılar Şeyh İbrahim’i şehit ettiler. Anasız babasız kalan Ahmed, Arslan Baba’nın atının terkisinde Yesi yollarına düştü. Yıllar geçer, o bir insan-ı kâmil olur, Hoca Ahmed Yesevi adıyla tanınır. Babasını şehit edenlerin nesli Müslüman olup babasının kabrini ziyarete gelirler…

Kardeş Kalemler, Ağustos 2024

Yorumlar

Popüler Yayınlar