GÜÇ KİMDE? / Hudayberdi HALLI
GÜÇ KİMDE?
Hudayberdi HALLI
(Mesel)
Bayveli oğlu Mahmut’un gücü kuvveti bütün Horasan’a ün salmıştı. Yaradan’ın kendisine verdiği bu kudretle kıvanç duyan Mahmut, gücünü başka yerlerde de sınamak arzusuna düştü. Hive’den çıkıp, iki büyük nehrin aktığı yerlerde dolaştı. Maveraünnehir’den Cengiz Han’ın ordusu geçmiş; kentler, kaleler kana gark olmuştu. Aradan epey zaman geçmiş olsa da o kan henüz toprağa sinmemişti. Kendisi gibi Allah’ın kuvvet verdiği hudayinabit pehlivanları saymazsak henüz milletin güreşecek oğul yetiştirmeye, onu müsabakalara hazırlamaya eli değecek gibi değildi. Nüfusun büyük bir kısmını savaş yok ederken, kalanlar kaçmış, dağılmış; yurtta ne pehlivan ne güçlü kuvvetli adam kalmıştı. Bu yolculuklarında kendisiyle kuşak tutuşacak rakip görmeyi beklerken halkın fakruzaruretini, garip gurebanın bir lokma ekmeğe muhtaç olduğunu gördü Mahmut.
Oradan İran'a geçti. Daha Batı’ya gidersem,
savaşın ve kırımın az olduğu yerlerde pehlivan çoktur diye düşünüyordu. Mahmut
Bayveli kadim topraktaki pehlivanları sorup soruşturup, onları bulup gücünü
denedi ve bir bir hepsiyle güreş tutup hepsini yendi. Bu galibiyetleri
özgüvenini arttırmıştı. Bu sefer de tuttu, Hindistan’a gitti. Fakat bu
seyahatinde uzun yola çıkanların başına gelmesi olası bir tehlikeyle yüzleşmek
zorunda kaldı. Onu durdurdular, üstünü aradılar, altın gümüş nesi varsa almaktı
niyetleri. Onun ise sağlam vücudundan, hilenin hudanın zerresi görülmeyen saf
gözlerinden ve doğru sözünden başka hiçbir şeyi yoktu.
Şehrin hanı bu durumdan hoşlanmadı. “Madem
öyle sen de savaşa gidersin, kendin gibilerle savaşır, ölürsün,” diyerek onu
esirler arasına kattı.
Mahmut’un ölümle yüzleşmekten başka seçeneği
kalmamıştı.
Allah'tan, bir pehlivanın başına gelen bu olay
o toprağın padişahı Ray Ropay Çunani’nin kulağına gitmiş. Adaletli güreşi
arayarak bu toprağa gelen pehlivan padişahın ilgisini çekmiş ve onu esaretten
kurtarmış.
Mesleğinin ne olduğu, hangi amaçla bu toprağa
geldiği sorulunca Mahmut kendisinin pehlivan olduğunu, kendisiyle müsabaka
edebilecek, kendi dengi güreşçi aradığını söylemiş. Padişah sözünde durabilen,
ahde vefa nedir bilen adammış ki Mahmut’u misafir etmiş, kendine yakışır
şekilde ağırlamış. Sonra kendi pehlivanlarını Hiveli pehlivanla güreş meydanına
çıkarmaya başlamış. Mahmut Bayveli padişahın bütün pehlivanlarını yenmiş.
Buna hayran kalan Ray Ropay Çunani: “Dile
benden ne dilersen! Âferîn senin gücüne! Bunun sırtında Şîr-i Huda Murtaza’nın
pençesinin izi olsa gerek, baksanıza kimse sırtını yere getiremedi,” demiş.
“Dileğim şudur, ben buradan yurduma dönerken
yalnız gitmeyeyim. Bütün Harezmli esirleri azat et. Orada bunları bekleyen
umutlu gözler var,” demiş Mahmut.
“Madem öyle, dediğin gibi olsun. Bu gücün, bu
gayretinle benim yurdumdan eli boş dönme. Senin şöhretinle birlikte benim
cömertliğim sizin illerde de duyulsun.”
Ray Ropay Çunani elinde ne kadar Harezmli esir
varsa serbest bırakıp, onlara yol harçlığı vermiş, pehlivanı vatanına
uğurlamış.
Hikaye edilişine göre, Mahmut Pürüyarveli
esaretten kurtardığı hemşehrileri ile birlikte dönüşte Gazne şehrine de
uğramış. Yakın zamanda büyük şöhret kazanan sultanın köşkünü, dört yüz şairin
tazim ettiği sarayını ve alimleri ile ustalarının gelip geçtiği yerleri görmek
istemiş. Oralarda da tıpkı kendi ecdadının mekanı Gürgenç’te olduğu gibi tepesi
bulutlara değip duran muhteşem kuleler var diye duyduğu için onları da görmek
istiyormuş.
Onlar yol aşıp varırlarken, Gazne’nin eteğinde, gezgin dervişler için kurulan hankahta konaklamışlar.
Hankahın işleriyle ilgilenen zaviyedara bu
gelenlerin başındaki pehlivan adamın hali tuhaf görünmüş. Ona kim olduklarını,
nerden gelip nereye vardığını sormuş.
“Eğer merak ediyorsanız ben Hiveliyim. Bu
Allah kulları ise bizim yurdumuzun türlü köşelerindendir. Ben onları gücümü
gösterip, güreş müsabakalarını kazanarak Hint padişahının köleliğinden
kurtardım. Şimdi de kendi yurduma dönüyorum,” demiş.
“Evet, sen pehlivansın, bu her halinden belli.
Bunca adamı güreşte galip gelerek kazandıysan büyük bir iş başarmışsın. İyi de
kendine ne kazandın?” diye sormuş zaviyedar.
Pehlivan “Ben bunların sevincini,
kalplerindeki büyük özgürlük umudunu kazandım,” deyince, adam bu duruma
şaşırmış, başına sağa sola sallamış.
“Eğer sen her galibiyetin için bir kat elbise
alsan tek kat elbisen değil, on kaftanın olurdu. Cariye, kız alsan, çevren
senin hizmetinde el pence duranlarla dolu olurdu. Altın gümüş ya da at alsan,
dervişler hankahında değil, belki, kentin kervansarayında konaklardın,
hizmetçiler seni karşılar, önünde havlu, leğen tutarlardı. Sen ise burada kuru
ekmekle, soğuk suyla idare ediyorsun. Bunlar köle sonuçta, buna alışmışlar,
Harezm düzlüğüne çıktıklarında, örümcek yavruları gibi her biri bir yana
dağılır, yanında senin hizmetini görecek biri bile kalmaz. Bunların hiç değilse
birinden bir iyilik göreceğini umuyor musun?” diye sormuş pehlivana.
Mahmut Pehlivan gayet ciddi “Benim böyle bir
beklentim yok,” demiş. “Fakat sen bir de bunların gözlerine bak, o gözlerdeki
aydınlığı gör. Bunların yüreğindeki sevinci hissetmeye çalış. Onların şu anda
tek arzuları bir an önce yola düşmek. Şimdi sen söyle, ben bundan fazla ne
kazanabilirdim?!
Yaradan, insana sevinç ve üzüntü vermiş. Ama
birçok insanın o sevincin ne olduğundan haberi yok, ben ise şimdi onun ne
olduğunu bunlarda görüyorum. Yurtlarına varsalar, hısım akrabalarına kavuşsalar
onlar da sevinci görürler. İyiliği hissetmekten ziyade ne var?”
Zaviyenin mihmandarı başka soru sormamış.
Mahmut Pehlivan’a gelince, kendi toprağını,
savaş yüzünden neredeyse boşalmış kalmış obaları, imaretleri yerle yeksan olmuş
şehirleri göz önüne getirmiş. Talandan sonraki birbirini takip eden yıkımları
ve milletin ruh dünyasına çöken ağır iç yangınını düşünmüş. O zaman o tek bir insanın, hatta en güçlü pehlivan
olsa bile, hiç bir şeyi düzeltemeyeceğini anlamış. Eğer o gazap ve bedbahtlık
seli başka bir şeye rast gelse yok eder geçerdi, ama hayatı, insan ömrünü yok edememiş
işte, insan ona bile dayanmış, o yine bayındırlık yaratmak istiyor, hâlâ kendi
toprağını koruyor. Kendi kendine toprak için baş koyan mertler anısına bir anıt
dikmek mümkün olsaydı, onların mertliği sonsuzluğa dönerdi diye düşünmüş
pehlivan.
Mahmut Pehlivan Hindistan’a şöhret için değil,
kendine denk yiğit bulmak, onların gücünü görmek için gitmişti. Ama bunun
yerine civanmertlik, cömertlik çeşmesi buldu. Mahmut hayaline gelen düşünceyi
zaviyede tanıştığı adama söylemeyi düşünmedi, çünkü anlatamamaktan korktu. Her
nasılsa onun yüreğinde, o felaketleri, bütün o eziyetleri, fakruzarureti ve
hastalıkları yalnız bu adamların, köle sayılan, esir olduğu düşünülen bu
insanların kurtarabileceğine dair bir umut vardı.
Yoldaşlarına baktı; onlardan bazıları
oturdukları yerde uyukluyorlardı, bazıları çoktan uyumuş horlamaya başlamıştı,
bazıları da eline ya da ayağına vurulan pranganın henüz geçmemiş acısını
dindirmek için topuğunu ovuyordu.
Pehlivan derin bir nefesle doldurdu ciğerini.
Zihninde dört mısra canlandı:
Devranda çok gözü ben giryan gördüm,
Her ne bela varsa bîaman gördüm,
Nuh bin yıl yaşayıp görmüş bir tufan,
Ben Nuh olmasam da bin tufan gördüm.
Pehlivan Mahmut’un türbesi
Yorumlar
Yorum Gönder