Mollanın Günlüğü-1 Hıdır AMANGELDİ
Hıdır Amangeldi
Türkçesi: Hüdayi Can
Gören kim görünen kim, kaldım güman içinde.
Yunus Emre
Bir gün daha geldi. Bir gün daha geçer. Çağlar gelir geçer, Şammat diye birinin yaşadığını bilen tek adam bile kalmaz. Hayır, o eski şahların, sultanların hayal ettiği şekilde, ölümümden sonra asırlar geçse de beni hatırlatacak kaleler bina ettirmek gibi bir fikrisabite kaptırmadım kendimi. Aslında, öldükten sonra daha bir yıl geçmeden, ölüm yıl dönümüm için bir sadaka yemeği verilmeden unutulmak da pek hoşuma gitmezdi herhalde. (Tabi öldükten sonra bende hoşuma gitmek gitmemek gibi bir duygu kalırsa.) Ama yine de birbirlerine “Bundan da sonunda yakayı kurtardık işte...” diyerek, sevinç içinde üstüme toprak atacaklarını zannetmiyorum.
Neyse bunları boş verelim. Zaten benim bu günlüğe başlamama sebep olan duygu da iz bırakmak ya da bırakmamak meselesi değil. Kendi içime sığamıyorum. Öleceğimi adım gibi biliyorum, yaşayıp yaşamadığımı ise bilemiyorum maalesef. Kendimi, - çevremdeki insanlar, o kadar masraf edip beni okutan devlet bir yana - kendim bile hesaba katmıyorum. Olsam ne, olmasam ne?! Sadece ben de değil. Şimdi kim bilir kaç yıldır üzümlü avlulardan üzüm çubuğu toplayıp evinin önüne istif eden komşum Yaren Ağa mesela... Olsa ne, olmasa ne?! İhtiyar karısı artık ölünceye kadar ekmek pişirse de onun tandır odunu olsun diye topladığı çubukları yaka yaka bitiremez, o çubukların yareni ise hep aynı. Taşıyor, taşıyor... O kendisine, ben niçin böyle yapıyorum, da demiyor. Karısı, çocukları da alışmışlar. Kimse ona karışmıyor. Ben de öyle, yüksek tahsilim var, hukukçuyum, ama artık kaç yıldır evimin önüne patates ekiyor, bu şekilde geçinmeye çalışıyorum. Bana ihtiyaç duyan da yok, hiç kimsenin bana karıştığı da yok. Bir Yaren Ağayla ikimiz olsak yine neyse ama sağa bakıyorum, sola bakıyorum, herkes bizim gibi. Herkes “ne it ne yıkıl”, “gün güzeran”, “iyi kötü” deyip yaşamasına bakıyor. Kimseye iş çıkarmıyor musun, tamam; kimse seni kendine iş etmez. Durum böyleyken içinden bir ses, çık evinin çatısına “Duyduk duymadık demeyin, ben ölü değilim, diriyiiiim! Diri yaşamak istiyoruum!” diye bağır demez mi?! Şimdilik yazarak içimi soğutayım diyorum, ama bugün yarın çatıya çıkarsam, bunda da şaşılacak bir şey yoktur aslında.
Yazıya geçirilmemiş ağıtım, anlatılmamış tasam, şarkı edilip söylenmemiş sevincim dağda düzde istediği gibi gezip duran geyikler gibi. Onları hatta kendim bile istediğim zaman yanıma çağıramıyorum. Kendileri ne zaman isterse o zaman yanıma geliyorlar. Sanki imdat istiyormuş gibi, yanıma gelip hafifçe bana sürtünüyorlar. Onların başını okşuyorum, kulaklarının arkasını kaşıyorum. Sonra onlar biraz sakinleşip dağda düzde yine kaybolup gidiyorlar. İşte bugün onları günlük denilen cazip bir ad ile bir bir tutup size göstereceğim.
Ama bu günlüğü de bir gün yakarım, bu güzel ağı yırtarım. O gün, bütün duygularım, düşüncelerim, fikirlerim, yanlışlarım, zaferlerim, yenilgilerim, acizliğim, gayretim... hepsi boşalır. Tıpkı genel aflarda mahkumların serbest kalma sevinciyle birbirleriyle kucaklaşıp evli evine köylü köyüne dağılışları gibi onlar da tekrar dağa düze, insan gözünden, laftan, gıybetten, yanlış anlamalardan uzak köşelerine dağılır giderler. Ve böylelikle burun kıvırmalardan, alay edilmelerden, lafının ters anlaşılmasından, pazara çıkarılmış mal gibi iyi, kötü, ucuz, pahalı diye fiyat biçilmesinden kurtulurlar. Eğer herhangi bir sebeple bunu başaramazsam, onlar beni bağışlasınlar.
Şöyle güzel bir rivayet var. İnsan öldükten sonra, uzuvları Allah'ın önünde şikayet ederlermiş.
El dermiş: “Benim sahibim şu adam, ellemek istemediğim şeylere el uzattı.”
Ayak dermiş: “Gitmek istemediğim yerlere götürdü.”
Göz dermiş: “Görmek istemediğim şeyleri gösterdi.”
Dil dermiş. “Söylemek istemediğim sözleri söyletti.”
Ağız söylermiş: “Yeyip içmeyeceğim şeyleri yedirdi, içirdi.”
Kulak dermiş: “İşitmek istemediğim sesleri işittirdi.”...
Şimdi bana da sanki duygularım, fikirlerim, bizi envai çeşit bakışın önüne attın diye gönül koyacaklar gibi geliyor. Ben onlardan bütün samimiyetimle özür dilerim. Eğer affedebilirlerse...
Bugün garip bir rüya gördüm.
Aslında rüya görmeyen yoktur ama benim rüyalarım biraz ilginç. Genellikle gündüz gördüğün adamlar, kafayı taktığın meseleler rüyana girer. Ben ise rüyamda çoğu zaman ömrümde gitmediğim yerlere gidiyorum, görüşmediğim adamlarla görüşüyorum. Yaşanılan olaylar da hiç aklıma gelmeyecek şeyler. Çoğu da bir karabasan gibi gelip insanın boğazına sarılan sevimsiz olaylar. Dar sokaklarda elleri silahlı adamlar peşimden kovalıyorlar ya da gırtlağıma bıçak dayayıp bir şeyi söyletmeye çalışıyorlar. Ya da ben elimdeki kocaman kaya parçasıyla yerde debelenen birinin başını ezmeye çalışıyorum. Tam öldürecekken kan ter içinde uyanıyorum. Gece yarısı uyandıktan sonra dışarda hafif bir tıkırtı olsa irkilip, güpürdeyen yüreğimin üstüne elimi koyuyorum. Onu bir çocuğu sakinleştirmeye çalışır gibi sakinleştirmeye çalışıyorum. Biraz rahatladıktan sonra, yarım yamalak hatırlayabildiğim rüyamdaki adamların kim olduklarını ya da olabileceklerini çıkarmaya çalışıyorum ama bir sonuca varamıyorum. Ne diye beni kovaladıklarını ya da gırtlağıma bıçak koyup bana neyi söyletmeye çalıştıklarını hiç anlayamıyorum. Daha kötüsü de başını ezmeye çalıştığımın kim olduğunu çıkaramıyorum. Sonra işin içinden çıkamayınca tekrar uyumak için kendimi zorluyor, yattığım yerde dönüp duruyorum. Seyrettiğim bir film rüyama girmiştir desem, öyle dövüşlü, vurdulu kırdılı, mafyalı hırsızlı filmleri pek seyretmem. Düşlerim ise filme benzemiyor. Arkamdan kovalayan eli tabancalı adamlar gerçekten de beni vuruyorlardı. Böyle rüyalardan sonra uzun süre uyuyamıyorum, tavana, ya da ay ışığının düştüğü yere gözlerimi dikip öylece yatışıma kendim de hayretler içinde kalıyorum. Şimdi, kim bilir kaç yıldır benim için manasını kaybeden hayata rüyamda niçin böyle sımsıkı yapıştığıma hayret ediyorum. “Yaşamakta olduğun evden çıkıp gidiyormuş gibi bu dünyadan da çıkıp gitmek mümkün olsa, rahatça, üzülmeden çıkar giderdim.” dediğim zamanlar da yüksekten atmıyor, yalan söylemiyordum oysa.
“Bu dünyadan çıkılıp gidiliveriliyormuş olsa, rahatça, üzülmeden çıkar giderdim.” desem de ben dünyayla alakası kalmamış bir adam değilim. Yoksa bu dünyada adalet yok diye deli divane oluyor da değilim. Ama kalbimde belki inziva düşüncesi veya adalet özlemi, tutuşmaya başlamış köz gibidir belki. Gönlüm her ne ise başka bir şeyi, başka kanunlara göre yaşanan hayatı istiyor. Biri çıkıp “O kanunlar nasıl kanunlar?” dese, belli bir cevap da veremeyeceğim. Fakat zaman zaman bu dünyadan öyle bir bıkıyorum, öyle yoruluyorum ki. Gördüğüm kadarıyla kendini anlatmak öyle kolay başarılacak bir şey değilmiş. İyisi mi küçüklüğümden bir misal getireyim, belki söylemek istediğimi anlatmaya yardım eder.
İyi bir arkadaşım vardı. Sınıfımızın en kabadayısıydı. Sadece gövdesi de değil, gerçekten sözünün eri, sağlam çocuktu. Ben güçlüyüm diye şişinmez, kimseye yaltaklanmaz, sözünde bir kaypaklık görülmezdi. İçtiğimiz su ayrı gitmiyordu. Hatta evlerimiz birbirine çok yakın olsa da bazen ayrılamaz, birbirimizin evinde yatardık. Bir gün o sınıf arkadaşlarımızın birini feci şekilde dövdü. Biz koşup yetişene kadar dayak yiyenin ağzı burnu kan içinde kalmıştı. Arkadaşım ise acımadan vurmaya devam ediyordu. Müdür yardımcısı yetişip onu zar zor arkadaşımın elinden aldı. Biz neyin ne olduğunu anlayamamıştık. Müdür yardımcısı odasına çekip niçin dövüştüklerini sorduğunda da söylememişler. Sonra okul paydos oldu. Kavganın sebebini öğrenmek istiyordum. Arkadaşımın evinde oturuyorduk, kendimi tutamayıp sordum. Keşke sormaz olaydım. Önce söylemek istemedi. O zamana kadar benden hiç gizlisi saklısı olmayan arkadaşımın bu hali beni daha da meraklandırdı. Sonunda:
- Boş ver, dedi.yanıma gelmiş de, “Şu babası belli olmayan, onun bunun çocuğu Şammat ile de arkadaş mı oluyorsun?” Onun için dövdüm.
Şu anda o olaydan bu kadar yıl geçtikten sonra bile onun söylediklerini kağıda geçirirken elim titriyor. Özellikle de o lanetli sözü yazmak istediğimde elim, parmaklarım, hatta elimdeki tükenmez kalem bile yazmak istemiyor. Ama istekle gerçek mücadeleye başlarsa yenen gerçek olur. Her zaman, her zaman gerçeklerin kazanması da bazen o kadar iyi bir şey değilmiş. Bu sözleri yazarken bile nasıl eziyet çekiyorum, yüzüme söylendiği zaman ne hale geldiğimi göz önüne getirmek bile zor.
Bunu ilk defa doğrudan yüzüme söyleyen de en iyi arkadaşım oldu. Nasıl koşup dışarı çıktım bilmiyorum. Sanki sokakta herkes, her şey bana bakıp gülüyor, “babası belli değil” diye kahkaha atıyordu. Sanki ben yolda değil de parıl parıl yanan korun üstünde gitmekteydim. Koşayım desem daha çok yanacak, dursam ondan da beter olacaktım. Genzime bir şeyler düğümlendi ama ağlayamıyordum. Aslında boğazıma düğümlenen şey ıstırap mıydı, nefret miydi, biçarelik miydi, onu da bilemiyordum. Benimle arkadaşlık edilmeyecek kadar ne eksiğim, nasıl bir günahım vardı, onu da anlamıyordum. Zar zor eve vardım. Arka odaya geçtim. Neyse ki evde kimse yoktu. Yüzümü yastığa gömdüm. Evimizin böyle sahip çıkacağını, böyle kol kanat gereceğini bilmiyordum. O beni yabancı gözlerden de yakın gözlerden de koruyordu. Ağladım. Doğrusu, ondan sonra ağladığımı da hatırlamıyorum, eğer o gün akan gözyaşları dindiyse...
Dinmiştir. Acı insanın yüreğini yufkalaştırır, benim yüreğimin tortusu ise gittikçe katmerleşiyordu. Beni ağlatan günahımın ne olduğunu anlamayışım ise, boğazıma tıkanan nefretimdi. Acı nefretle birlikte geldiği zaman yalnız yüreğin değil, beynin de, bütün vücudun da donarmış meğer. Her şeyden nefret ediyordum. Dünyaya gelmeme sebep olan baba bir tarafa kapımızın önünde duran kim bilir ne zaman kesilmiş kalın dut kütüğüne varına kadar her şeyden nefret ediyordum. Ben böyle yatarken annem geldi. Durumumu gizlemeye çalıştım, dişimi sıkıp sert bir şekilde sordum: “Benim babam kim?” Bu annemin karşısında ilk defa sesimi yükseltişimdi.
Beni dünyaya getirdiği için şu anda annemi suçlayamıyorum. Ama o anki yüreciğim anneyi ayırt etmekten bile acizdi. Onun babamın kim olduğunu gizlemesi benim daha çok sinirlenmeme sebep olmuştu.
“Babam” diyorum. Bu sözü bir milyon defa tekrarlasam da ona yüklediğim manaları tam olarak anlatabileceğimi sanmıyorum. Yaşım neredeyse kırk olacak. Ölürken de: “Baba, baba” diye öleceğim herhalde. Belki o insan bu söze, özellikle de “baba” kelimesine sindirdiğim nefretime-sevgime, muhtaçlığıma-usancıma değmiyordur bile. Bilmiyorum. Biz çoğu zaman dert ettiğine değmeyen şeylerin derdiyle yaşayıp, kadrini bilmene, derdini çekmene değen şeylerin kadrini bilmeden, derdini çekmeden ölüp gitmiyor muyuz?! Bilincimden “baba” sözünü silip süpürüp yok etmeliydim. Böyle bir eziyeti düşmanıma da dilemem.
Annem o gün de bana önceden bildiğim şeyleri anlattı.
Biz şehirde yaşıyormuşuz. Babam, ben bir yaşındayken bir kavgaya girmiş, sonra yakalanıp hapse düşmüş. Orada öldürmüşler. Babam öldükten sonra bir eltisiyle görümceleri anneme evi dar etmişler.
Annem hastanede çalıştığı için bazı geceler nöbete kalıyormuş. Onun için onun hakkında dedikodu çıkarmışlar. Annem gerçekten de bir ara biriyle evlenmeye de kalkmış. Sonunda bu niyetinden de vazgeçip kendisini kimsenin tanımadığı bu köye göçmüş. Köyde doktor olmadığı için iğne vuran birinin gelmesine sevinmişler. Köylüler annemle ikimize bir ev kuruvermişler. Ama köyün mollası Hudaynazar Ağa ile annemin eltisi uzaktan akrabaymışlar. O “Aranıza yeni göçen ebe bozuktur.” diye Hudaynazar Ağa'yı iyice doldurmuş. Sonra bu dedikodular Hudaynazar Ağa'nın ağzından bütün köye yayılmış. Fakat annemi tanıyan köy halkı bu dedikoduları kısa sürede unutmuş. Unutsalar da benim, annemin arkasına düşüp gelen gayrimeşru çocuk olduğum düşüncesi insanların aklından çıkmamış. Şimdi hepsini biliyorum, ama çocukluğumda bu söz beni feci şekilde yaralamıştı.
Koyunlar için dut yaprağı sıyırıp gelen annemin üstü başı biraz kirlenmişti. O sert bir şekilde sorduğum bu soruyu duyup, suçluymuş gibi yere baktı. Güneş altında yanan yüzü daha bir karardı. Belki de yıllardır, bu anı beklemişti. Belki, geceler boyu gözüne uyku girmemiş de bu soruya kim bilir kaç çeşit cevap vermişti. Hayalinde benimle uzun uzun konuşmuştu. Ama o zamanlar böyle düşünceler aklımın ucundan bile geçmiyordu. Sanki ona dikilmiş bakışlarımla annemi parçalayacak, yiyecek gibiydim. Hatta gözlerim dut çubuğu tarafından çizilmiş, kanayacak hale gelmiş ellerine takıldığında, bu bile bende en küçük merhamet duygusu uyandırmıyordu. Annem cevap vermeden kalkacak, çıkıp gidecek gibi yaptı. İğne ipliğe dönmüş zayıf vücudunu nereye sokacağını bilemiyordu sanki. Heyecandan parmaklarının titrediğinin de farkında değildi. Sonunda zor duyulacak bir sesle:
- O konuyu biliyorsun ya, dedi.
Annemin ellerinin titremesi, yere bakması, ona karşı içimde büyümeye başlayan güvensizliği daha da güçlendirdi.
- Bana gerçek babamın kim olduğunu söyle.
- Senin sahte baban gerçek baban diye bir şey yoktur. Senin baban bir tane, o da öldü. Onu sen daha bir yaşındayken bıçaklayıp öldürdüler.
- Yalan söylüyorsun. Yoksa niçin eller başka türlü söylesin.
Annem bir süre cevap vermedi.
Çocuk aklım büyük bir sarsıntı geçirmiş gibiydi. Dışarı çıktım. Etraf bomboştu. Kimsenin, hiçbir şeyin benimle bir alıp veremediği yoktu bir bakıma. Sanki bu dünya için de, bu dünyada yaşayan insanlar için de dünyaya gelmişim gelmemişim farkı yok gibiydi. Eğer hiçbir şey sizin için önemli değilse onun çocuğu olmuşum, bunun çocuğu olmuşum size ne, dedim. Yalnız annem arkamdan bağırarak beni çağırdı. O da anneydi. Anne ise bağıracak elbet, başka ne yapabilir ki?!
Köyümüzün çakıl döşeli sokağında rastgele yürüyordum. Başımı yerden kaldıramıyordum. Sanki fikirlerimin ağırlığıyla güneş de basılmış, alçalmış gibiydi.
Ayaklarımı zorla sürüklüyor gibiydim. Başına buyruk sürüklenen ayaklar beni okula getirdi. İlerde çocuklar futbol oynuyorlardı. Okul bahçesinin bir köşesinde derin yangın havuzu vardı. Çocuk düşmesin diye ağzı ağaç çıtalarla kapatılmıştı. Havuzun sadece bir kişinin girebileceği ağzı, o ağzının da kapağı vardı. Kapak açılmayacak şekilde telle sarılmıştı. Telle bağlanan kapağın önünde uzun süre oturdum. Artık gayrimeşru bir çocuk olduğumdan şüphem yoktu. Ağacın yarıklarının arasından kapkara su görünüyordu. Şimdi bu suya kendimi bir atabilsem, bu dünyadaki piçlerin biri azalacaktı. Azalsa da azalmasa da öyle pek bir şey değişmez. Her şey yine eski gamsızlığına kalır. Sadece köyümüzün kuzeyindeki Hocamezar kabristanında ötekilere göre daha küçük bir tümsek daha belirir.
Fakat o tel benim açabileceğim gibi değildi. Uzun yıllardan beri açılmamış olmalıydı. Onu açmak için tek hareket etmiyordum. Sadece büyülenmiş gibi, kara sudan, bükülen paslı telden gözümü ayıramadan oturuyordum. Beynim donmuş gibiydi. Ne herhangi bir şeyi düşünebiliyordum, ne de gördüğüm şeyleri anlayabiliyordum. Her şey boştu. Bu boşluk basit bir boşluk değildi üstelik. Bütün duygularımı diken diken eden soğuk bir boşluktu. Birden annemin dut yapraklarının rengiyle lekelenmiş çehresi gözümün önünde canlandı. Damarlı zayıf elinin arkasında çubuğun çizdiği yerden çıkan kan bile pıhtılaşmamış henüz. Farkında olmadan yüksek sesle “Hayır” dedim. Kendi sesimle kendim irkildim. Ama annem gözümün önünden gitmiyordu. O sanki “Seni böyle utandırmak istememiştim.” diyor gibi çaresiz bakıyordu.
Şimdi Allah'a şükür ediyorum, o zaman sadece donmuş gibi oturmuş kalmışım. Eğer birazcık hareket edebilmiş olsaydım, beni paslı tel engelleyemezdi.
Sonra birden gözümden iki damla yaş yere damladı. Kendime geldim. Yerimden kalktım. Çoktan hava kararmaya başlamıştı. Şimdi okulun bekçisi gelir.
Geldiğim yolu tutturup, geri, evimize doğru yürümeye başladım. Sürüden ayrılıp gelen sığırların, onları karşılayan köpeklerle insanların sesleri sokağa sığmıyordu. Ben ise, yalnızdım. Bir kenara atılmış oyuncak gibi yalnızdım.
Eve geldim. Arka odaya geçtim. Daha biraz önce acımı içine sindiren yastık hiçbir şey olmamış gibi yatıyordu. O anda annem tekrar içeri girdi. Her tarafımı bir ürperti almıştı. O önceki gibi çömelip oturdu ve başını yerden kaldırmadan:
- Seni büyütüp, bir derenin beyi yapmazsam gözüm açık giderim, dedi.
Berbat bir sessizlik düştü ortaya. Az sonra annem geldiği gibi çıktı gitti.
Gözü açık ölen birini ilk defa altı yedi yaşlarımda görmüştüm. Komşumuz Murat'ın annesi ölmüştü. Muratlara bir çok adam toplanmıştı. Herkesin yüzü asıktı. Arkadaşım Murat'ın da ağlaya ağlaya kuruyan gözleri şişmişti. Onun gönlünü nasıl alacağımı bilemiyordum. Cebimdeki aşıkların hepsini vermek istiyordum. O ara Murat'ın yanına teyzesi geldi:
- Gel Muratcan annenle vedalaş.
- Hayır, vedalaşmayacağım...
Murat bileğini teyzesinin elinden çekip aldı. Ne yapacağını bilemeyen teyzesinin gözü bana ildi.
- Hadi Şammatcan Murat'a yoldaş ol. O vedalaşmazsa annesi gözünü kapatmıyor.
Nedendir bilmiyorum ben gönüllü idim. Hatta Murat'a da “Hadi, ne olacak sanki.” filan dedim. Birbirimizin peşi sıra ölünün yattığı odaya girdik. Bir yere birikmiş başı örtülü kadınlar, asık suratlı adamlardan bile korkunçtu. Evin hemen hemen baş tarafında Murat'ın annesi uzanmış yatıyordu. Onun yüzünü örten başörtüsünü kaldırdılar. O bakışı ömür boyu unutabileceğimi sanmıyorum. Ölü gözler göz değildi, bir buz parçasıydı. Buzdan yapılmış iki mızrak gibi insanın içini delip geçiyordu. Ağlayarak geri kaçtım. Murat da benden beter bağırıp dışarı fırladı...
Sonra tam iki hafta ateşim yükseldi, yatağımda sayıkladım. Onun için annem “gözüm açık giderim” dediği zaman aklıma o ölü gözler geldi. Vücudum gevşedi, sanki annem gözünü açmış gidiyormuş gibi oldu. Annem çıkıp gittikten sonra etrafım öyle bir boşaldı ki. “Derenin beyi olmak” sözünü tam anlayamadıysam da kimsenin bana dil uzatamayacağı bir derece olduğu belliydi. Önümde soğuk, sevimsiz bir maksat belirmişti artık. Ben “derenin beyi” olmalıydım.
O zaman kalbimde oluşan boşluk yüzünden belki, yıllarca kendime gelemedim. Hiç ısınmadım.
O günden sonra dostumla da aramız soğudu gitti. Ne kadar kendimi zorlasam da olmadı. O aslında benim için, benim itibarım için dövüşmüş olsa da aramıza aralanması imkansız bir perde germişti sanki. Ertesi gün arkadaşım yanıma gelmedi. O farkında olmadan kendisinin de yüreğimin yarası haline geldiğini sezmiş gibiydi. Sonra birkaç gün pek birbirimizle ilgilenmeden gezdik. Sonunda o gelip:
- Okuldan sonra bize gidiyor muyuz? dedi.
Ben tekrar o günkü halime döndüm. Kızardım. Saçlarım havalandı, bedenim titredi sanki. Annemin çubuk çizmiş, kan biriken eli, havuzun kara suyu, üstüne köz döşenmiş sokak, ölü gözler... Bütün bunlar tekrar gözümün önünde canlandı. Bunlardan başka her şey, okul, arkadaşlarımız, öğretmenler ise yalana döndü. Zar zor:
- Anneme dut yaprağı sıyırıverecektim de, dedim.
Aslında annemin o zavallı lekelenmiş yüzü, titreyen parmakları, elinin yeni kurumaya başlamış kanı... Bunlar gerçekten de gerçek imiş. Bunlardan başka her şey hayal imiş. Şimdi onların hepsi hayalden de uzak. Ama o gün, en basit detaylarına kadar aklıma kazınmış. Bütün bunlar öldükten sonra kabrime de beraber girmezlerse iyi.
Böylelikle arkadaşımı kendinden uzaklaştırdım. Onu diğer arkadaşlarımla aynı dereceye getirdim. Sonra diğer arkadaşlarımı da dostumla beraber kendimden uzaklaştırıp tanıdığım tanımadığım adamların derecesine getirdim. Sanki, kiminle samimi ilişkiler kurup yakınlaşsam, bana böyle acı verecek gibiydi.
Kendi kendimi teselli ettim, kendi kendimi avutmaya çalıştım.
Bir çeşit boşalmış gövdeye döndüm. İnsanlardan, kalabalıktan hoşlanmamaya başladım. Sanki onların hepsi dile getirmeseler de düşünceleriyle, gözleriyle “Bu gerçekten de piç mi acaba? Ateş olmayan yerden duman niye çıksın ki...” diyorlarmış gibi oldu. İnsanların, kalabalığın içine karışsam, onlar beni tekrar okulun sulu havuzuna götüreceklermiş gibi oldu. Paslı tele bugün yapışmasam yarın yapışmam mümkündü. O havuzun kara suyundan korunmam lazımdı. Bilmiyorum, bunu bilerek mi yaptım, yoksa farkında olmadan mı? Sanırım, farkında olmadan olmuştur. Duygum aklıma galip gelmiştir. Yoksa duyguma aklım mı galip geldi bilmiyorum, ya da Allah mı korudu, fakat bir daha o havuzun başına varmadım. Hatta merhem sürmek için bile yaramı deşmekten çekindim.
Aslında, o havuzdan öyle pek korktuğum da söylenemezdi. Eninde sonunda bir başa bir ölüm, fakat “Filanca okulun havuzunda kendini öldürmüş.” diye adımı ağzına almaya layık olan olmayan insanlar hakkımda ileri geri konuşurlardı. Zavallı annem yalnız kalırdı. Elbette böyle düşünceler aklıma sonradan düşününce geliyor. Ben insanım. Canım varsa yaşamam lazım. Hiç kimseden, hiçbir yerimin eksik olmadığını da aklım kesiyor. Hatta belki fazlalıklarım vardır. Eksiğimi arayanların da, cehennemin dibine kadar yolu var.
(Devam edecek.)
Yorumlar
Yorum Gönder