Mollanın Günlüğü 2

Hıdır Amangeldi
Türkçesi: Hüdayi Can

(Önceki Bölüm)

Kendim baba olduktan sonra, bu yaramın üstü tamamıyla kabuk bağladı. Havuz da neredeyse aklımdan çıkmıştı. Hoş bir sıcaklık yüreğimi ısıttı. Annemin yalan söylemediğinden, ona iftira atılmış olduğundan emindim artık. Fakat artık geçti. Ne bir dostum vardı, ne de dost edinme hevesim. O günden sonra bana hatta annem bile eskisi kadar yakın olamadı. Bizi birbirimize bağlayan köprü dinamitlenmiş gibiydi. Artık anneme, dolambaçlı, uzun bir yoldan yaklaşmam gerekiyordu. O da çok seyrek oluyordu. Ben annemi incitmiştim. Ondan özür dilemeliydim. Fakat annemden nasıl özür dileyeceğim? Annen farkında olmadan yanlışlıkla ayağına bastığın bir yabancı değil ki “Affedersiniz, dikkatsizlik etmişim.” deyip kurtulasın. Biliyorum, belki sonunda bir gün annemle helalleşirim. Ama inşallah geç olmaz. İnsanın hep ya erkenin ya geçin arasında ıstırap çekmesi gerekiyordur belki de, ne bileyim.
İşte, bunun gibi şeyler yüzünden zaman zaman bu dünyadan “çıkıp gitmek” istiyordum. “Şeyler” dediysem daha başka bunun gibi olaylar yaşamıştır, ömür boyu iftiraya uğramış, küçümsenmiştir zannetmeyin. Bu tür olayları herkes gibi ben de yeterince yaşadım. Ama belki de insan için böyle olayların bir tanesi bile çoktur. “İyi ata bir kamçı, kötü ata bin kamçı.” demişler. Atasözünü yerinde kullanmamış olmam, kendimi “iyi at” şeklinde göstermeye çalışmış olmam da ihtimal dahilinde. Eğer öyle kabul ediyorsanız, bırakın öyle olsun. Bu konuda tartışarak kendimi daha bir içinden çıkılmaz hale sokmak istemiyorum. Öylesine, iyi ata bir tek kamçının da çok fazla olduğunu söylemek istemiştim aslında, onu da elime yüzüme bulaştırdım.
Aslında benim için uykunun da değeri yoktu, uyanık olmanın da. Gündüzden yorulan insanın hiç değilse geceye bağlanması, ona kurtarıcısına yapışıyor gibi yapışması gerekirmiş gibi geliyor insana ama, tersine şafak bir türlü sökmez. Kalkıp bir şeyler okuyayım desem ışığı açmak gerekecek, o zaman da çocuklar uyanacak. Karımın “Sonunda kafayı üşütmezsen biz de şükür edeceğiz.” diye homurdanmaya başlayacağı belli. Sonra öyle yatıp yatıp şafak söktükten sonra uyuyakalıyorum. Güneş tepeye çıkıncaya kadar da uyanmadan, ölü gibi yatıyorum. Bu gün de öyle. Üstelik bir de her zamanki rüyalarıma benzemeyen tatlı bir rüya gördüm:
Düşümde ben 20-22 yaşlarında imişim. Bilmediğim yabancı bir şehirde okuyormuşum. Şehir deniz kenarında. Okuduğum üniversitenin penceresinden deniz görünüyor. Sınava giriyorum. Hoca, cevaplarımı hayranlıkla dinliyor. Sonra da sözlü kağıdına “pekiyi” diye yazıyor. Kuş olup uçuyormuşum, kuşa dönmüyorum da, sevincimden kendimi öyle hissediyorum. Belki uçmuşumdur da, net olarak bilmiyorum. Sınıf arkadaşlarım bana imrenerek bakıyorlar. Dalgalı saçlarım lüle lüle. Sırtımdaki yeni mavi takım o kadar yakışıyor ki. Koskoca şehrin geniş caddesinde gidiyorum. Deniz ayaklarının altında sanki. Onun üstünden esen tatlı rüzgar dalgalı saçlarımı tarıyor, yüzümü okşuyor...
Rüyamın tam burasında da kaldırdılar. Daha doğrusu, karım Akbibi bağırarak uyandırdı.
"Hu, sen daha kalkmayacak mısın?!"
O benim hâlâ yatmakta olmamı kıskandı mı, kızdı mı neyse, her zamankinden daha yüksek sesle bağırmıştı sanırım. Onun bu güçlü sesiyle irkilip kalktım:
"Ne var şimdi böyle bağıracak?!"
Akbibi beni korkuttuğu için biraz üzülmüş de yine kendini temize çıkarmaya çalışıyor gibi acıklı bir sesle:
"Kalksana, bak senden başka yatan yok. Senin namaz kılmandan kılmaman iyiymiş." diye homurdandı.
Düşüm parça parça oldu, dağıldı gitti. Deniz kenarı da, yirmi yaş da, pırıl pırıl takım da gitti. Kırka yaklaşan yaşım, beni iyice usandıran aile hayatı sağda solda duran gerekli gereksiz eşyalarla birlikte geri döndü. Uykudan uyandığıma değil de rüyamın rüya olduğuna, önümde eli süpürgeli homurdanıp duran karımın ise rüya olmadığına üzülüyordum.
Buna içinden geçenleri nasıl anlatırsın? Erkeği erkek anlamıyor, hiç değilse kadın anlamalı diyorsun ama...
Yarın böyle bir rüyayı yeniden görmeyeceğim belli. Belki onun için de bugün, belki hakkında yazdığına değecek bir gündür. Günleri birbirine benzemeyen insanlar ne kadar mutlu bir hayat sürdüklerinin farkında bile değiller?! Fakat böyle insanların var olduğuna da inanmıyorum aslında.
İşi bilmezliğe vurmaya lüzum yok. Bütün bunları yazarken bir taraftan da bir gün birinin merakla bu yazdıklarımı okuyuşunu, okuyacağını, benim hakkımda düşüneceğini, elinde olmadan kendisini benimle karşılaştıracağını, zor günüme üzülüp, sevindiğim yerde onun da sevineceğini gözümün önüne getiriyorum. Yazarlar adet olduğu için onlara “okuyucu” derler ama, ben ona böyle soğuk bir isim vermek istemiyorum. Dostum demek istiyorum, ama bu kelimenin de tıpkı “ağabey” gibi öyle rastgele kullanıla kullanıla eskitildiğine üzülüyorum. Öyle bir dostum olsaydı ki, o bana dostum demeden dostum olduğunu bilseydim. Hatta birden biz birbirimize “dostum” deyiversek aramızdaki yakınlık küçümsenmiş olacak gibi olsa... Evet, ben böyle dostu istiyorum. Kendimin böyle dosta layık olup olmadığımı bilmiyorum ama istiyorum. Her isteğin bir fiyatının olduğunu, onun gereğini yapmak gerektiğini aklıma bile getirmiyorum. İnsanoğlu daha konuşmaya başlamadan istemeyi biliyor, başarıyor da öyle dünyaya geliyor. Küçücük bebeğin acıktığı zaman "inga inga" diyerek meme dileyişinde, talep edişinde bir utanmazlık olabileceğini aklından bile geçirmiyorsun. Hemen onun isteğini yerine getirmeye çalışıyorsun. O "inga" deyip yatarken emeceği sütün hakkını ödeyebilecek mi ödeyemeyecek mi hiç düşünmüyor bile. O hatta acaba sesimi duyan var mı diye de düşünmüyor. Ben de onun gibi istiyorum. “Ben ona dostum desem, o ise ‘Sen bana ne zaman, nerede dost oldun?’ derse.” diye düşünmek istemiyorum. Fakat kendim bu yazdıklarımı okuyacak kişinin o derin manadaki dostumdan da yakın olmasını istiyorum. Eğer böyle bir duygu olmasaydı belki, günlük yazmanın bir gereği de olmazdı. Günlük kendin için yazılan bir yazıya benzese de o aslında dostundan da, kendinden de kendine daha yakın birine yazılan yazı olsa gerek. Günlük, nasıl anlatsam, acıkan bebeğin ingasına benziyor. Belki de günlük denilen şeyin kendisi o istediğin dostundur?!
Bilmiyorum. Ama bu, çekse çekse böyle aşırı samimiyetten çeker gibi geliyor bana. Onların bu çekeceklerine kıyamadığım için de yazmaya başlarken bu günlüğü eninde sonunda yırtarım demiştim. Bu sözlerim için kimse kendisini küçümsenmiş gibi hissetmesin. Gerçek dostu bulmanın ne kadar zor olduğunu hatırlayın ve farkında olmadan kalbinizi kırdığım için affedin. Ben bir çok gerçek dost olmaya münasip adamı şüpheli bakışlarımla incitip ürkütmüş biriyim.
Böyle bir sürü giriş sözleri yazıp, laflara nokta koydum ama, aslında sık sık iş değiştiren, en sonunda da hiç bir yerde çalışmayıp evinde yatan bir tembelin günlüğünde ne olsun? Kağıt karalayıp durmayı bir yana bırakmalı da, cesaretin varsa gidip patates dikmeli.
Deminden beri dışarıdan pat pat vurulan bir şeyin sesi geliyor. İçimden bu ne acaba, yoksa komşular bir şeyler mi yapıyor desem de yerimden kalkmak gelmiyordu içimden. Sonunda kalkıp pencerenin önüne vardım. Karım tarlada belin tersiyle kesekleri ufalıyormuş. Belin arkası her keseğe değişinde etrafa ince biz toz yayılıp gidiyor. Karımın mavi entarisi de toza bulandığından solmuş gibi görünüyor.
Otuzlu yaşları ortalayan, yağsız sert vücutlu, iş bitirir, benimle kıyaslanmayacak kadar iş bitirir bu kadınla şimdi on beş yıldır bir çatının altında yaşamaktayız. O paslanmaya başlamış beli güçlü bir şekilde indirişiyle hayattan alamadığı öfkesini keseklerden çıkarmaya çalışıyor gibi. Ona tüm içtenliğimle acıdım. Ona karşı suçluymuşum duygusuna kapıldım. Daha genç kızken, sana böyle yer dövdürüp patates diktirecek bir delikanlıyla evlenir misin, deseler. “Yapma ya... Allah yazdıysa bozsun.” diyeceği belli. Aslında, belki de böyle demezdi. Onun hakkımda kötü düşündüğünü sanmıyorum. Kötü düşünmese, nefret etmese bu gerçekten yeter mi acaba? Birbirini severek yaşamak denilen şey hayali bir şey mi? Şu an “severek” sözünü yazarken, kendimden utanıyorum. Sana ne oluyor, yoksa hayatın Hint filmi olduğunu mu sanıyorsun, diyesim geliyor. Birbirine hürmet, sevgiyle yaşamak için de belli derecede kültür lazım sanırım. Sevmeyi de öğrenmek lazımdır. Bu bizimkilerin bir karınlarının doymasından, bir de basmadan kadifeden başka, sonra bir de çocuklarıyla kocasının kirinden başka gördüğü bildiği bir şey mi var?! Şu anda bu kara yazılının kafasında patatesten başka ne vardır? Tamam, tamam. Bu hayatta birbirinden köpekten beter iğrenmesen yeterli, buna da şükret. Birbirine gözünde kurşunu olsa kurşunlayacak gibi bakan karı kocalar yüzünden cehenneme dönen evlerin birinde yaşıyor olsam, sevgi aklıma gelmezdi. Türkmen’in sabrı da bir baht imiş. Benim karşıma kısmetine razı Akbibi’nin çıkması da değerini bilsem bahttır. Sevgi bu işte.
Ama kadın, kadınlığına münasip yaşamalı, anneliğine münasip yaşamalı. Onun sadece evi değil, dışarıda da bir dünyanın var olduğunu, türlü türlü yaşayışların, düşüncelerin var olduğunu bilmesi gerek. Bir dünya görüşü olmalı, genişlemeli. Bunun için şart hazırlaması gereken de benim tabi, evin erkeği. Eğer bunu başaramıyorsam, tarla belletiyorsam, elbette suç bende. Hiç benden de evin erkeği mi olur? Senden koca olmayacaksa sevgi istemen hayasızlıktır. Gerçek sevgiyle, gerçek koca sevilse yakışır. Yoksa itin boynuna cevher takılmış gibi olur. Cevher de ağlar, it de. Karın da ağlar, sen de ağlarsın. İyisi mi sevilmediğine şükret.
“Hiç benden de evin erkeği mi olur?” diyebilmek de büyük erkeklik. Artık rahat rahat yastığını kucakla da yatıver. Yatmayıp ne yapabilirim ki? Şimdi elinden beli alsam, çapayla karık kazmaya başlar. Bu hayat tarzı onun alnına tıpkı taşa oyulup yazılmış gibi yazılmış olmalı. Böyleyken, nasıl gerçek erkek olursun? Hiç değilse çalışsan, çalıştığın işe göre az buçuk ücret alıp evine getirsen.
Uçup gitmekte olan uçağın sesi geliyor. Başımı kaldırıp, onun masmavi gökyüzünde yüzüp gidişini izledim. Onun içinde de insanlar vardır. Kim bilir nereye gezmeye gidiyorlardır. Bu bizimkine yaşamak denmez ya...
Güneş göğe yükselmişti. Şehrin yakınındaki köyümüze de bahar gelmişti. Baharın ilk günleri güneş ışığının tatlı sıcaklığıyla ota çöpe, börtü böceğe can geliyordu. Zar zor dışarı çıktım. Gözlerimi kısıp güneşe baktım. Güneşin işi iş. Onun derdi doğmak. O doğdu diye yaşamak zorunda kalanların ise vay haline. Benden başka bütün mahlukat, hatta serçelere varıncaya kadar baharın gelişine sevindiklerini bildiriyorlar. Öyle de olsa hiç kışın yerini tutacak mevsim olur mu!
Kalın kar yağsa, en az bir hafta kimse evinden çıkamasa. İnsanlar dünya meşgalesiyle sağa sola koşturmayı bırakıp hiç değilse bir süre otursa. “Sabahtan akşama soluk soluğa koşuşturmasak da ölmeyecekmişiz ya hu.” diye düşünse.
Şimdi herkes yeri kazmaya, altını üstüne getirmeye başlar. Herkes eksem, kazansam diye debelenmeye başlar. Kendi ekinleri biraz geç kalır da komşusununki onu geçiverirse hele. Seyret o zaman, kıskançlıktan ne yapacaklarını bilemezler. Kocası karısına bağırır, karısı kocasına. İkisinin arasında da çocuklar tokat yer. Sonunda da böyle böyle ölüp gitmek mi hayatımızın gayesi?
Şimdi kaç gündür karımın patatesi ekmiyorsun diye beynimi kazıyışı aklımda.
Kahvaltı niyetine çay ile ekmek yedikten sonra da elim işe varmıyor. Gönlüm bir deniz kenarı, homurdanma denilen şeyin ne olduğunu da bilmeyen bir eş, rüzgarda dağılan saçımı, yani rüyamı özlüyordu, yatsam, rüyamın devamını görsem diyordu. Ama bir taraftan da Aybibi'nin yatırmayacağını çoktan anlamıştım. Adam gibi yaşamak istiyordum. Bu istek öyle herhangi bir hanım evladının isteği de değildi. Böyle bir şeyi istemeye hakkımın olduğunu düşünüyordum. Çünkü öyle yaşayanların hiç birinin de benden bir fazlalıklarının olmadığını hissediyordum. Hepsi değilse de çoğu benim gibi adamlardır.
Şimdi de Akbibi iki odalı küçücük evin girişinde odalara göre biraz genişçe konulmuş eyvanda oturmuş dikilecek patatesleri kesiyor. Onun şu anda aklı fikri bendedir. O beni kaldırmanın zor olduğunu biliyordur. Beş çocuğun anası, fukaralığa alışmış bu kadın benden içmiyor, uyuşturucu kullanmıyor, vurup dövmüyor diye memnun. Son zamanlarda namaza filan da başladım ya, daha bir seviniyor. Fakat benim hiç bir şeye elimin varmamasından hoşlanmıyor. Zavallı cahil, kocasının okumuş diplomalı adam olsa da kendilerinin böyle kıt kanaat yaşamalarının, elifi görse mertek sanacak, kendi adını doğru dürüst yazamayanların ise saray gibi evlerde bir elleri yağda bir elleri balda yaşamalarının sebebini anlayamıyor. Şu an gidip derdini eşelesen: “Neymiş efendim, dayısı bir mağazanın müdür yardımcısıymış da onun mallarını satıveriyormuş. Kendisi satsa yine canım ah demez, çöl pazarında oturan kadınlara bir yerden getirip dönüyormuş. Kendisi satacak olsa, onu da beceremez ya...” diye yakınmaya başlar. O böyle yanıyor yakılıyor da içinin yangınını çalışmakla bastırıyor. Benim halim ise, tersine.
Karım kös kös benim oturduğum odaya geldi. Göğsümü yastığa yaslayıp yattığımı görüp, nedense bir an duraksadı. Yoksa, bir de bağırıp çağırmaya başlayayım bakalım, belki bu sefer kaldırırım, diye gelmiş olması da ihtimalden uzak değil. Gelişi desen, hızlıydı. Ben aldırmayınca homurdanmaya başladı.
"Şu patates de, soğuk vurasıca, sonunda dikilmeden kalacak. Artık kaç gündür diye diye dilimde tüy bitti. Dikilmezse cehenneme gitsin diyeceğim ama tohumuna epey para verildi. Aylığı az da olsa erkek adamın işe gelip gidip durması iyiymiş. 'Evde olsam bir şeyler ekerim, bir şeylerle meşgul olurum. Bu işimden aldığım para yoluma yetmiyor.' deyip durduğun için, boş bulunup bir olur dedim işte."
Bu bir homurdanmaya başladı mı artık bırakmaz. İşi şakaya vurmaktan iyisi yoktur.
"Boş versene, her zaman gözünün önünde olmam işine geldi senin." deyip, kendimi zorlayarak gülümsemeye çalıştım. Bu gülümsemede bir hakikat payı da yok değildi. Gerçekten de Akbibi kocasını şehirdeki Rus kadınlardan bir parça kıskanıyordu.
Hoş bir söz işitince hemen yumuşayan zavallı karım elinde patates kestiği bıçağıyla arkasını duvara dayayıp oturdu:
"O da doğru ya, işte Bibicemal'in kocası mesela, bir Rus bulmuş diyorlar. O Rus onu hiç kaçırır mı artık?! Biz o duruma düşsek, Bibicemal gibi diyeceğimizi de diyemeyiz. Başını alır yok olur gidersin. O kız yine becerikli, iyi kötü hala elinde tutuyor kocasını. O kancıkların aradıkları içkisi sigarası olmayan erkeklermiş diyorlar, kendilerininki hep ayyaş ya."
Karımın saflığı karamsar gönlümü bir parça ferahlattı. Bunları konuşturup, konuşmalarına gülüp duracak yerde bir de cahil, görgüsüz filan diyoruz işte. Hatırlıyorum da yeni gelinken işten sonra sağa sola gitsem, eve geç gelsem, ya da gelmesem “İş gezisine çıktım.” derdim. Bu zavallı iş gezisinin ne olduğunu da bilmiyordu o yıllar. “Ya..”der, sonra da “Yorgun musun, çay içecek misin, bir şeyler atıştırmak ister misin?” diye etrafımda pır dönerdi. Sonra annem iş gezisinin ne olduğunu anlatmış da... Ohoo, bir süre ağzını bıçak açmadı, kara bulut gibi gezdi. O yıllar iyiydi be. Uykudan uyandığım zaman kalkasım gelirdi. Yatınca nasıl uyuduğumu bilmezdim. Dünya kendisi rüya gibi ilginçti, şimdi ise tatlı bir düşe de muhtacım.
Rüyamın etkisinden çıkamıyordum. Böyle bir rüyadan sonra kalkıp toza toprağa bulaşmak gelmiyordu içimden.
O hangi şehirdi acaba? Şimdiye kadar deniz kenarındaki herhangi bir şehre de gitmemiştim. Ama güzel şehirmiş. Yer yüzünde kim bilir ne ilginç memleketler, muhteşem acayip şehirler vardır, bırak arzulamayı hayal bile edemediğimiz. Bizimle şişeye düşmüş bir böceğin ne farkı var. Böcek hiç değilse şişeye kaçmadan önce hürriyetin ne olduğunu biliyordur, şişenin dışını görmüştür, biz şişenin içinde dünyaya gelen talihsizleriz.
Düşüncelerim dünyayı yine daralttı. Elimin nasıl yastığa uzandığının farkına bile varamadım. Uzandım.
Hiç değilse bugün patates dikmemeye çalışırım.
Akbibi benim tekrar uzandığımı gördü ve ne kadar içi yansa da sinirlerine hakim oldu. O şimdi tartışma çıkarsa benim durumumun daha kötü olacağını biliyordu.
"Hu, ne oldu, rahatsız mısın? Bugün yanın yerden kalkmıyor baksana."
Sanki bütün vücudumu dibeğe koyup bir güzel dövmüşler. Hiç kalkasım gelmiyor.
O yanıma oturup, belimi sırtımı ovmaya başladı. Karımın eli dili gibi değildi, tatlıydı. Onun sertleşmiş parmakları kaslarımı yumuşatıyor, eklemlerimi tek tek izleyip gidiyordu. Aldığım zevk arttıkça, böyle yatıp kalışımdan utanıyordum. Ama utandıkça kalkmak daha zor geliyordu. Kim bilir belki kanım biraz hızlı akmaya başlamıştır, ayağa kalktım.
"Havadan mı acaba?"
"Bilmem ki."
"Patatesi dikmeyecek misin? El gün hep dikip bitirdi."
El gün lafını işitince yine cinlerim tepeme üşüştü:
"Elle ne işin var senin?! Bilakis hafif sıcak yere koy iyice filizlensin. Soğuk yere gömsen de öyle büyüyüp gidecek değil nasıl olsa."
Tekrar kendimi yastığa attım. Bu günlüğü okumayın, okumaya da kalkışmayın. İradesiz, eklemleri paslanmaya yüz tutmuş adamın günlüğünde faydalı bir cümle bile bulamazsınız nasıl olsa.
Akbibi bana ne diyeceğini bilemedi.
"Başın ağrıyorsa... Yatacaksan, analjin getireyim."
"Yok yok, kendi kendine geçer nasıl olsa..."
Benim hiç ağrıyan bir yerim yoktu. Fakat sağlıklı olduğumu da söyleyemezdim. Hiç bir yerde çalışmadan istediğim zaman yatıp, istediğim zaman kalkmak istiyordum. Hiç amirim olmasın, dedim. Öyle olsa yine de istediğin gibi olmuyor. Bu nasıl böyle oluyor, bir şey istemekten bile nefret etmek üzereyim. Keşke ihtiyar olsam, bir şey arzu etsem, sonra da “Vah, artık ihtiyarladım, benden geçti.” desem. Ya da delikanlı olsam, arzularım da kendim gibi, her gün başka bir tarafa esip dursa...
Akbibi:
"Tamam öyleyse, sen rahatsızsan kendim bir başlamaya çalışayım. Çamaşırları da yarın yıkarım artık." dedi ve gitti. O benim dayanamayacağımı, en fazla yarım saat sonra söylene söylene geleceğimi, patatesi de dikeceğimi biliyordu.
Çaresiz doğruldum. Pencereden yaprakları yeni yeni tomurcuklanmaya başlamış dutların dalları görünüyordu. Tekrar elimi yastığa uzatınca elime bu kalın defter geçti. Çocuklar onun ilk sayfalarını biraz karalamışlar, diğer sayfaları temiz. Temiz sayfaları görünce içimden bir şeyler yazmak geldi. Aklıma çocukluğum geldi.
... Sınıfımızın en kısa boylusu, en zayıfı idim. O devirlerde öyle bir kar yağardı ki, elimdeki çanta kara değer, okula gidinceye kadar yanıma bir çizgi çeker giderdim. Boyum kısacık olsa da sınıfın en iyisiydim. Çok güzel yazım vardı. İlk okulda hep pekiyi alırdım. Bir kerecik aritmetikten dört aldığım için gün boyu ağlayışım bugünkü gibi aklımda. Annem zor avutmuştu. Ev ödevlerini, dönem ödevlerini herkes benden alırdı. Öğretmenimiz beni en ön sıraya oturturdu. Annem de üstüme başıma dikkat ederdi. Okula her zaman cebim mendilli giderdim.
İçimden deftere bir şeyler yazmak geldi. Yazımın güzelliğini kontrol etmek istedim. Sanki yazım o güzelliğini korumuşsa çocukluğum geri gelecek gibiydi. Hafif bir hareketle kalkıp, dolabın çekmecelerini karıştırıp bir tükenmez kalem buldum.
Benim aklıma pekiyilerle dolu karnelerim geldi. Büyük harflerle GÜNLÜK yazdım. (*) Kendi yazıma kendim hayran hayran baktım. Sonra tahminen bugünün tarihi olmalı diye ayı günü yazdım:

4 Mart 198...

(Devam edecek.)

--------------------------------------------

(*) Türkmenistan'da bizim anladığımız şekilde karne yerine çocuğun her gün okula getirip götürdüğü bir not defteri var. Öğretmen o deftere sözlü, ödev, yazılı gibi kontrollerden öğrencinin aldığı notu yazıyor. Öğrenci velisine gösterip imzalatıp getiriyor. Hem o not defterine, hem de günlüğe, gündelik deniliyor. Yani burada kahraman tuttuğu günlüğe günlüğün ötesinde karne anlamı yüklemiş oluyor. (Ç. N.)

Yorumlar

Popüler Yayınlar