MOLLANIN GÜNLÜĞÜ 3


Hıdır Amangeldi
Türkçesi: Hüdayi Can

(Önceki Bölüm)

4 Mart 198...

Bir gün daha geldi. Bir gün daha geçer. Eyyamlar gelir geçer, Şammat diye birinin yaşadığını bilen tek adam bile kalmaz...

İşte böylece bu günlüğümü yazmaya başladım. Doğrusu bu “Günlük” diye iddialı bir isim koyduğum yazıları en fazla bir iki gün içinde bırakacağımı bilmiyor değilim. Şimdilik günlük bahanesiyle patates dikmekten kurtulmak istediğime de aklım eriyor. Bu tembellik bedensel tembellik değildi. Ruhumda bir tembellik, bir hevessizlik vardı. Ben kendimin gökten zembille indiğimi filan iddia etmiyorum. Fakat beş yıl okuyup yüksek tahsil yaptıktan sonra da yer belleyip çiftçilik yapmak gelmiyor içimden. İşin en kötü tarafı ise iste ya da isteme, mecburen yapacaksın. Yoksa çiftçiliği küçümsemek istediğimden değil. Hevesle yapsan, çiftçiliğin keyifli, ilginç bir uğraş olabileceğini; hiç bir meslekten aşağı olmadığını biliyorum. Fakat beş yıl... Hem de insanın en tutkulu zamanı, her bir şeyi öğrenmeye, bilmeye heves ettiği, dünyanın gözüne bütün güzelliği ile göründüğü yıllar. Ve daha beş yılın sonuda, bütün hevesinin, gayretinin tamamen boş olduğunu anlamaya başlıyorsun. Okulun ayrı bir şey, işin ise tamamen başka bir şey olduğunu anlıyorsun. Hayal kırıklığına uğruyorsun. Boş geçti diyebileceğin yıllarına üzülüyorsun. Sabahtan akşama iş yerinde istenen işi bitirmek için koşturuyor olsan yine ne iyi. Öyle olsa belki hayal kırıklığını düşünmeye elin de değmezdi. Fakat odada oturman gerekiyorsa, senden önce işe gelenler de yapacak iş bulamadan odada oturmak zorunda iseler, işte o zaman kötü oluyor. Aylığın az, yaptığın bir iş yok. Tamam, tamam, laf noktalayıp canımı daha fazla sıkmayayım artık, lüzumu yok. Şu an yurt dışına bir yerlere gitsen, temiz, düzenli caddeler, hevesle işine giden medeni, üstü başı temiz insanlar... Deniz kenarı...

Her nedense, hep olmayacak şeyleri arzu ediyorum. “Şimdi bir arabam olsa ilerdeki bayıra çıkardım...” Hadi canım sen de... Hiç bundan da arzu mu olur?! Nerededir bilmiyorum ama aklıma şöyle bir şeyler geliyor. Mutlaka bir yerlerde felç olmuş dışarı çıkamadan yatan bir hasta vardır. Bu bendeki sıhhati ona verseydim. Dışarı çık, patates dik, koş, zıpla deseydim. Adamcağız zevkten dört köşe olurdu. Ben de felçli bir hasta olarak, rahatça, hiç kimseden utanmadan, kendimden nefret etmeden yatardım.

Kara bahtlı eşim, ben gelmeyince tek başına dikmeye çalışıyordur. Toza toprağa batmıştır. Ona da yardım etmek gerekiyordur.

Liseden dereceyle mezun olduğum için, hukuk fakültesine kayıt yaptırdım. Yoksa benim gibiler epey rüşveti gözden çıkarsalar da kolay kolay hukuka giremiyorlardı. O yıllar ayağım yere değmiyordu. Şehirle köy arasında gidip gelen otobüsle okula giderken biri “Okuyor musun?” dese, hemen “Evet, hukukta,” derdim. Elimi saçlarıma götürür, kitaplarımı koltuğumda daha sıkı kavrardım. Kendimden birazcık büyük biri ayakta ise, derhal kalkar yer verirdim. Okulun lezzeti bir yana, o otobüsle okula gidip gelmenin lezzeti bile bir başkaydı. Köyün içinden evimize yürüyerek dönerken de adımlarımı atarken gözümü ayağımın burnundan ayırmazdım. Birilerinin bana baktığını görmesem de dört taraftan bana bakan gözler altında yürüyormuşum gibi bir duyguya kapılırdım. Zavallı anneciğim her gün yatmadan önce elbiselerimi ütüler, sonra yatardı. Okuldan gelirken beni kapıda karşılardı. Gerçekten de bir derenin beyi olmak için en önemli adımı atmıştım.

Benim için kavga eden dostum ise üniversiteye giremedi. Askere gitti. Askerden bir kerecik mektup yazdı. Ben de cevap yazdım ama sonra cevap gelmedi. Belki, üniversiteli havalarıyla övünmüş, bir şeyler yazmışımdır. O da mektubumdan hoşlanmamıştır. Yoksa, bana kalsa mektuplaşma niyetindeydim, üniversite hayatım hakkında yazmak istiyordum.

O yıllar tek bir şey keyfime soğan çentiyordu, o da boyumun kısalığı. Üst sınıflarda her ne kadar uzayıp arkadaşlara yetiştiysem de başta çocuk gibiydim işte. Bir keresinde kendi otobüsümüze geç kalmıştım da başka bir köyün otobüsüne binip, yolda inip yürümem gerekmişti. Köyümüzle ana yolun arası iki üç kilometrelik mesafe. Tam köyümüze doğru yürümeye başlamıştım ki bir ihtiyar arabasını yanımda durdurdu. Beni sokağımıza kadar getirdi. Yolda aynı soruyu sordu:

"Nerde okuyorsun?"

"Hukukta."

"Maşallah, iyi bölümde okuyormuşsun. Okulu bitirip hakim savcı olursan köyünün insanlarını unutmazsın herhalde."

Belki o ihtiyar benim küçücük boyumla “hukuk” derken, tele konmuş serçe gibi göğüs kabartıp, ortalığı velveleye verebilecekmiş gibi oturuşumla alay edip demiştir, kim bilir belki de içten demiştir, ama benim keyiften nasıl ağzım kulaklarıma vardı, görmeliydiniz. Neyse ki “olur” filan deyip havalara girmemişim.

Günlük sayesinde o günleri tekrar yaşıyor gibi oldum.

Bundan fazlası mümkün değil. Kalkayım, kara bahtlıya yardım edeyim. Günlük de bitti. Emeksiz yemek olmaz. Felç desen şimdilik bana dokunmayacak sanırım. Uzun bir günlük okuyacağını zannedenler beni affetsinler. Belki, bu günlüğün fazla uzamamasına sevinenler de çok olur, sizi sevindirdiğim için mutluyum.

6 Mart 198...

(Devamı)

Yorumlar

Popüler Yayınlar